1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Bizim için, İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ -2
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Bizim için, İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ -2

15 Aralık 2008 Pazartesi 01:59A+A-

‘Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm’u Şâm nist,/
Merz-i bûm-u mâ, be’cuz İslâm nist...’

(Bizim kalbimizde Hindistan, Rûm (Anadolu) veya Şâm (Suriye) diyarlarının sevgisi yoktur; Bizim için, İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da...)

*

‘Allâme’ Muhammed İqbal’le ilgili önceki yazı sonunda, onun, ‘Gerçek şu ki, kalbinde inancı zayıflayan ve İslâm’ı hayata yeniden hâkim kılma inancını yitirenler, ‘vatancılık’ ve  ‘kavmiyetçilik’/ nasyonalizm’  ideolojilerine sığınmışlardır..’  şeklindeki görüşünü aktarmıştım ki, tam da o günlerde, 9 Aralık günü, ‘Taraf ‘ gazetesinde, Markar Esayan imzasıyla yayınlanan bir yazı da aynı konuya değindiği için, dikkat çekiciydi..

Şöyle deniliyordu, bu yazıda:

‘Milliyetçilik çok netameli bir kavram.. Tıpkı dinler gibi, insanların en özel alanlarına, ruhlarına, evlerine, yüreklerine ve akıllarına vizesiz girebilme maharetine sahip.
Modernitenin din karşısındaki en büyük “zafer”lerinden biridir ulus-devlet (...) Dinin insan ruhunda tutunduğu alan ile milliyetçiliğin hitap ettiği yer genellikle de kesişir. (...) Dinin evrensel olma iddiası milliyetçilik ideolojisinin en büyük düşmanıdır. Türkiye tarihinde de her ne kadar Türk-İslam sentezi sıkça denenmiş olsa da, Müslümanlığın evrensellik iddiası nedeniyle birkaç adım attıktan sonra kısa devreye uğrar.

Mamafih, milliyetçiliğin dinin organizasyon yeteneğine öykünerek geniş kitlelere yaptığı ideolojik sesleniş, küçümsenmeyecek denli güçlüdür.’

(Bu alıntı cümlelerin yazarı M. Esayan’ın müslüman birisi olmadığı da unutulmamalıdır.)

Evet, bu satırlar, üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken ilginç tesbitler içeriyor.

Ve İqbal de işte bu tehlikeye işaret ediyor ve bu tehlikenin hangi za’fiyetten kaynaklandığını belirtiyordu..

Ve Hakk ve adâlet kavramını hâkim kılmak idrak, dikkat ve ümidinden uzağa düşünce..  

İşte bu gibi duygu ve düşünceler sökün eder.. Kavmiyetçilik/ (nasyonalizm), belli bir kavmin üstünlüğünü, belli bir coğrafyada yaşayanların, belli bir ırk, renk ve cinse mensub oluşların kendileri gibi olmayan, öteki insanlara üstünlük verdiğine dair zâlim bir düşüncedir bu..

Ve çeşitli ideolojiler geldi geçti beşeriyet tarihinin zaman tünelinden.. Ama, herbirisi kendi iflasını gördü, kendi cenazesinin defnedilmesi için, kendi mezarlarını bizzat hazırlayıp çekildi hayat sahnesinden..

Ama, ulus-devlet’  ya da nasyonalizm/ şovenizm, ırkçılık gibi ideolojiler beşer tarihinin en sürekli zulüm kavramlarındandır.. ‘Hakk zayıf duruma düştü mü, bâtıl kendisini Hakk makamında göstermeye kalkışır..’ der İqbal merhûm.. Ve zayıflığı, güçsüzlüğü bir kader gibi kabullenip, teslimiyetçi bir çizgide kalmanın, kişiyi koyunluk -ya da- davariye’ adını verdiği ‘Eflatunculuk mezhebi dediği çarpık bir mezhebe ulaştıracağı’nı söyler..

 

*Batı’nın antik Yunan’dan kalma değerlerini almayı yenilikçilik sanmak sığlığı..

‘Ulus-devlet’  zulmünün en büyük faciasını bizzat I. Dünya Savaşı sırasında yaşamış olan Muhammed İqbal,  aynı dinden olan insanların, sırf dil farklılıkları veya belli bir coğrafyaya ve imkanlarına sahib olmak açısından, kendilerini diğerlerinden üstün ve tabiatiyle diğerlerini de kendilerinden alçak gören kavmiyetçi anlayışları yüzünden, birbirlerini ‘aç kurtlar’ gibi nasıl parçaladığını, onmilyonlarca insanın birbirini nasıl boğazladığını bizzat yaşamış olan bir kimse olarak, kavmiyetçilik ve vatancılık cereyanlarının şeytanî kurgulamalar olduğunu söylüyordu. Hattâ bunun için, Hz. Selman’ın, Selman-ı Farsî / Fars diyarından, İran’lı Selman‘ diye anılmasına karşı çıktığını, Beni, Selman bin İslam (İslam’ın oğlu Selman) diye anınız’  deyişindeki hikmetli sözünü hatırlatırken; gerçekte, bir müslümanın, insanlar arasında, ırk, renk, dil, kavim, cins gibi ayırımlar yapamıyacağını, herkesin maddî cevherinin, çamurunun aynı olduğunu’  da hatırlatmış oluyor ve ‘Hz. Peygamber’in arab kavminden olması hasebiyle, arab kavminde üstünlük vehmedenlerin de İslam’ı anlamadığını; Ebu Cehl ve Ebu Leheb’in de arab olduğunu; üstünlüğün soy, kavim ve dil bağından değil, sahib olunan taqvâ ve fazîletden kaynaklandığını’  belirtiyordu..

Bu anlayışa sahib bir kimsenin ulus-devlet’  fikrini de bir büyük zulüm olarak görmesi tabiî idi..

*

Ancak, nasıl bir dünya olmalıydı veya hayal ettiği dünya nasıl kurulacaktı?

İqbal’in bu suale aradığı ve vermeye çalıştığı cevab, gerçekte bugün de nice müslümanların zihnini meşgul etmektedir..

Nitekim, geçmişte İslam inancına göre bir dünya kurmak idealine bağlananlardan niceleri bile zorluğu görüp, ‘O idealler yıldızlarda kalsın, yeryüzüne inmesin.. Hem, Kur’an’da bizden Devlet kurmamızı emreden tek bir âyet bile yok..’ diyerek, lafzen doğru gibi, manâ olarak ise, çarpıtıcı beyanları dile getirebiliyorlar..

Doğrudur, açıkça devlet veya hükûmet gibi kelimeler yoktur.. Ancak, bir yaşama tarzının genel çerçevesi de demek olan her bir din gibi, İslam’ın da emir ve yasaklarının nasıl yerine getirileceği sorusu, yaptırım gücü ve devlet organizasyonu olmaması halinde, karşılıksız kalmaktadır.. Müeyyideleri, yaptırım gücü olmayan bir emirler ve yasaklar manzumesinin, düzenlemesinin uygulama alanı bulmadığı zaman, mânâsı nedir? Yani, gerektiğinde yaptırım gücü olan bir sosyal organizasyonun gerekliliği mantıken de açıktır; adı, ister devlet, isterse hükûmet olsun,

Nitekim, İqbal, 1931 yılında, Mısır’daki bir dostuna şöyle yazıyordu: ‘Ben uzun yıllar süren mütalâalarım sonunda vardığım kanaatimi şöyle söyleyeyim ki, İslam şeriati, bu şeriate göre düzenlenmiş bir devlet olmadıkça, kâmil mânâda uygulanamaz..’

 

İqbal,  daha önceleri, Hılafet’in kaldırılmış olmasından derin üzüntü duyan Hind müslümanlarıyla aynı duyguyu paylaşmıştı ve amma, daha sonra Hılafet’in kaldırılmayıp, Türkiye Meclisi’nin ‘şahs-ı manevîsinde mündemiç (manevî şahsında korunmuş) olduğunu, zannetmişti, yapılan resmî açıklamaları doğru zannederek.. Üstelik, işlerin cumhûriyet usulü ile olacağından, şûrâ ‘ usûlü ile olacağı sonucunu da çıkarakak, bunun, Kur’an’ın yönetimle ilgili en belirgin emrine uygun olduğunu da gözönünde bulundurarak teselli bulmuştu, ama, daha sonraları bunun bir hile olduğunu görmüş ve teceddüd / yenilikçilik adına tezgahlanan hıyanet planlarını görüp, bu durum karşısında memnuniyetsizliğini en acı ifadelerle dile getirmiş; ‘Bir zamanlar bizim zannettiğimiz Mustafa, meğer Fir’avun’un Mustafası imiş..  dedikten sonra feryadlarını şöyle sürdürmüştü: ‘Ben müslümün toplumlarındaki yenileştirmeci liderlerden ümidli değilim.. Çünkü onlar toplumlarının önüne, ellerinde kadehleri,  ilim ve fikirden yoksun, ‘kalp’/ sahte , uyduruk değerlerle ve İslam’a  kasdeden dünyanın temsilcileri olarak çıkıyorlar.. Onlar ellerindeki kılıçla, küfür dünyasının yapamadığını yapıyorlar.. Beyinsizlikleri yüzünden, asrı taklid ediyorlar ve bunu yaparken de, eskinin her türlü izini ve bütünüyle İslam’ın kültürünü yoketmek için çaba gösteriyorlar.. Yaptıkları tek şey,  Avrupa’dan putlar getirerek, Kabe’yi yenilemeye kalkışmak çabasından başka birşey değil.. Aslında bu ‘yenileştirici’lerin yeni bir terennümü yok.. Terennüm ettikleri şeyler, antik Yunan’dan beri Avrupa’da tekrar edile-edile pörsümüş olan eski nağmelerdir..’

 

*Nasıl  bir İslam ülkesi/ vatanı?

Ve İqbal, bunları dile getirirken, sadece feryad’u figan etmemekte, kendi inandığı ölçülere göre kurulacak bir devleti, bir dünyaya düzenini de tahayyül etmekte ve onun ipuçlarını terennüm etmektedir.. Zihninde canlandırdığı devlet, müslümanların hâkim olacağı ve hayatı İslam’a göre şekillendireceği bir ülke olmalıydı..

Hindularla müslümanların birlikte yaşaması gerektiğine dair temennilerin hoş ve amma boş bir hayal olduğunu ve Pakistan adıyla bir devlet kurulması gerektiğini yazmıştı, 1935’lerde.. Pakistan, yani pâk insanların ülkesi.. 

Ve İqbal, isim babalığını yaptığı Pakistan idealinin gerçekleştiğini göremeden, 1938’de bu dünyadan gitti ve hayal ettiği Pakistan ise, o tarihten ancak 9 yıl sonra, 14 Ağustos 1947’de mevcudiyetini dünyaya ilan edecekti..

Ama, ne büyük acılarla..

Hind müslümanları üçe ayrılmıştı..

a)Bir bölümü, sırf müslümanların yaşadığı bir devlette yaşamak üzere ‘Pakistan’ denilecek olan yörelerde onmilyonlar halinde, birbirlerinin dillerini bilmedikleri halde, sırf  ‘kelime-i şehadet’ sözünü pasaport gibi kullanarak toplanmaya karar veriyordu.. Bu diyarlar daha çok da, Pencab Vâdisi ile doğu’da Bengal Körfezi idi..

b) Bir taife ise.. Hindistan istiklal mücadelesinin içinde derin etkileri bulunan Mevlana Ebu’l-Kelâm Azad gibi seçkin liderler Hindistan’dan ayrılmamak gerektiğini savunuyorlardı..

c) Özellikle bazı yüksek tahsilli ve sayıları az olan üçüncü bir taife ise, her iki görüşe de itibar etmeyip, başka dünyalara hicret ediyorlardı.. Güney Hindistan’dan, Haydarâbâd doğumlu  (rahmetli) Prof. Muhammed Hamidullah hoca da bunlardan birisidir.. 

O bölünme sırasında Hindu kitlelerince yüzbinlerce müslüman katledilmiş, on milyonlar Pencab Vadisi ile Bengal Körfezi’nde toplanmış ve Pakistan Devleti kurulmuştu.. İqbal’in doğduğu Keşmir’in Siyalkut şehri Pakistan içinde kalmıştı ama, Keşmir’in kendisi, ingilizler zamanındaki Keşmir sadrâzamı Şeyh Abdullah, halkın Pakistan’a bağlanmak yolundaki iradesini hiçe saydı ve Gandhi ve Nehruyla olan şahsî dostluğunun da etkisiyle, Hindistan’a bağladı.. Ki, Keşmir aradan 60 yıl geçtiği halde, hâlâ da kanayan bir yaradır..

Ama, Doğu ve Batı Pakistan diye iki parçadan oluşan bir devlet olarak ortaya çıkmıştı.. Arada ise, doğudan batıya (iki bin) km.’yi aşan dev gövdesiyle düşman olan bir dev, Hindistan..  Ve bu iki parça arasındaki bağ, o düşmanlık yüzünden, kara ve hava yoluyla kurulamadığından, sadece 15-20 günde ulaşılan deniz yoluyla kurulabiliyordu..

Yine de, bu iki parçalı, kağıt üzerindeki tek devlet, çeyrek yüzyıl yaşayabildi ve 1970’de meydana Bengal Körfezi’nde meydana gelen büyük ve 750 bin kişinin ölümüyle neticelenen büyük su baskınından sonra bozulan devlet otoritesi yeniden kurulamayınca, Hindistan Başbakanı Bn. İndira Gandhi’nin ebeliğinde ve Awami League  isimli siyasî organizasyonun lideri Şeyh Mucib-ur’Rahman’ın entrikalarıyla ve korkunç bir iç savaş sonunda Bangladeş diye ayrı bir devlet kuruldu..

 

*Şimdi, niceleri,  o Pakistan, İqbal’in düşündüğü veya hayal ettiği Pakistan mıdır?’ sorusuna  gönül huzuru içinde ‘evet’ diyememenin sancısı içinde, ‘Keşke bölünme olmasaydı da, Hindistan içinde kalınarak daha etkili kalınsaydı..’ diyor.. Çünkü, Hindistan’ın bugün 1 milyarı aşan nüfusu içinde 200 milyon kadar müslüman bulunmakta ve bu büyük kitle, o muazzam bir milyarlık bünye içinde ancak yüzde 20’yi oluşturmakta.. Bangladeş ve Pakistan’da da 160’şar milyondan, 300-320 milyonluk kitleleri ekleyince, müslümanların Hindistan içindeki nüfusu bugün, yüzde 20 değil, yüzde 40-45’i bulur ve daha güçlü olunurdu diye düşünenler, aynı zamanda Pakistan uygulamasının ve İqbal’in idealinin boşa çıktığını da dile getirmiş olmaktadırlar..

Ve daha acısı, İqbalin hayal ettiği Pakistan da sadece isminden ibaret bir pâk ülke olarak kalmıştır. Dahası, daha önce hiç varolmamış bir devleti, Pakistan’ı kuran kadronun başında bulunan Muhammed Ali Jinnah, Pakistan Kurucu Meclisi’nin 14 Ağustos 1947 günü yaptığı gizli oturumda, Pakistan’da yayınlanması 30 yıl kadar yasak olan bir nutuk irad ederek, ‘İslam’ın bir, şiardan, slogandan ibaret kalacağını, laik bir rejim kurmaya mecbur olduklarını’ söyleyecekti.. Bu duruma, merhûm Ebu-l’’Alâ Maududî,  ‘varoluşunu sadece ve sadece müslümanlığa ve İslamî bir toplum düzeni oluşturmak idealine dayandıran bir devlette, böyle bir düzenleme olamaz..’ diye itiraz edince, Jinnah onu, ‘Bak, seni, müslümanım diyen herkesi buraya dolduracak diye halka şikayet ederim..’ diye tehdid etmiş ve Maududî de itirazını fikrî plandan eylem planına götürememişti..

Bir diğer ilginç nokta ise, bu İslamî hayallerle kurulan Pakistan devletinin Birleşmiş Milletler’deki ilk temsilcisinin, Leopold Weiss  isimli Avusturya vatandaşı eski bir yahudi olan ve 1920’li yılların başında müslüman olup, 1992’de vefat eden (merhûm) Muhammed Esed olması.. (Muhammed Esed’in hayatını konu alan bir belgesel film seyrettim geçen hafta.. Pakistan’ın bugününe aid görüntüler de geldi gündeme ve 11 Eylûl 2001 saldırıları da.. Ama, çeyrek acı veren bir ilginç noktayı da belirtmeden geçmiyeyim.. O karmakarışık sosyal hayat, 15-20 sene öncelerdekinden hemen hemen bir milim bile iyileşme göstermemiş.. O filmde, bugünün Pakistanı’nı yansıtan görüntüler, Pakistan konusunda olumlu düşünmek isteyenlerin yolunu tıkamaktaydı.. Hindu toplumlarının karşısında, pâk, düzenli, tertemiz bir ülke olacağı hayâliyle kurulan Pakistan’ın Hindistan’dan pek de farklı olmayan karma-karışık bir sosyal yapısında, iç kavgalar, askerî darbeler, bölünmeler, darağaçları ve suikasdler nasıl birbirini takib etmez?)

 

*’Nizâm-ı Mustafa‘ ümidiyle kurulan bir devletin geldiği acı nokta..

İlginç bir nokta da şu.. Doğu ve Batı Pakistan fizikî ayrılığı, iç savaş ve Doğu Pakistan’ın Bangladeş adıyla ortaya yeni bir devlet olarak çıkması seklindeki büyük sarsıntı sonrasında Pakistan’da iktidara gelen Zulfiqaar Ali Butto’ya karşı 1977’de, bir askerî darbe yapan General M. Ziyâ-ul’ Haqq’ın Butto’yu idâm talebiyle yargılattığı yüksek mahkemenin reisi de  Muhammed İqbal’in oğlu Câvid İqbal idi..

Ve Câvid İqbal, 1985’lerde bir Amerikan gazetesine verdiği mülâkatta, Muhammed İqbal’in oğlu, nasıl oluyor da, bir darbeci generalle işbirliği yapıyor ve bir eski başbakanı idama gönderiyor?’  şeklindeki suale, (özetle) şöyle diyordu: ‘ Pakistan taa kuruluşunda gerçekte laik bir temel üzerinde kurulmuştu, ama, fundamentalist/ köktendinci kitlelerin itirazlarını yatıştırmak için, ‘aydın’larla fundamentalistler arasında yazılı olmayan bir fiilî anlaşma ile, resmî adı, Pakistan İslam Cumhuriyeti şeklinde telaffuz ediliyor ve kitleleri rahatsız edecek katı laik uygulamalardan kaçınılıyordu.. Ama, Zulfiqaar Ali Butto  iktidarı bir bütün olarak ele geçirince, ülkenin resmî adından İslam’ın çıkarılacağını, Pakistan Cumhuriyeti diye anılacağını ve kendi gerçeğine uygun şekilde laik olacağını belirtince.. O zamana kadar pek çoğu İslamî isimler altında, çeşitli partilere bölünmüş olan müslüman halklar o partilerden çıktılar;  milyonlar ‘Nizâm-ı Mustafa... (Peygamber Nizâmı) istediklerine dair flamalarla sokaklara döküldüler ve o partiler sadece birer tabeladan ibaret kaldı.. Sistem çökmenin eşiğine gelmişti ki, O zaman General Ziyâ, askerî darbe yaptı ve Butto halk kitlelerinin elindeki pankartı kaptı, ‘Nizâm-ı Mustafa...’ diye sloganını yükseltti.. Kitleler mest’u mesrûr, yatıştı.. Sahneyi yıkan, Butto idi ve bedelini ödemesi gerekiyordu. Yoksa,  bütünüyle biz aydınlar kalacaktık, o sahne yıkıntılarının altında ve İran’a dönecektik..’ 

 

*Evet, adını Muhammed İqbalin koyduğu Pakistan’ın macerasının özeti, oğlu Câvid’in ağzından.. (Ki, Muhammed İqbal, ‘Câvidnâme’ isimli ünlü eserini oğlu Câvid’e ithaf etmişti.. Ama, o oğul, 13-14 yaşında kaybettiği babasından fazla bir alamamış ve kendisiyle babası arasındaki ilgiyi açıklarken, ‘babamın idealleri’ diye araya kalın bir çizgi koyarak, kendisinin o ideallerle ilgisi olmadığını belirtmeye daima özen göstermiştir, hâlâ da göstermektedir..)

Ziyâ’ul Haqq geldi, 11 yıl iktidarda kaldıktan sonra, uçağına konulan bir bomba ile hayattan çekildi.. Hemen arkasından, idâm ettirdiği Zulfiqaar Ali‘nin kızı Bînezîr Butto iktidara geldi.. Ancak, onun yönetimi, hele de eşi Âsıf Âli Zerdarî ‘nin adının karıştığı bir takım cinayetler ve büyük uluslararası mafiatik yolsuzluklarla tam bir siyasî fiyaskoyla noktalanınca, ülkeyi terketti, M. Newaz Şerif iktidara geldi..

Bu arada, Hindistan’ın atom bombası patlatması üzerine, Pakistan da  kendi atom bombası  patlattı, nükleer güçler arasına girdi.. Newaz Şerif, ‘ot ve ağaç kabukları yiyerek de olsa hayatımızı sürdürebiliriz, ama, yanıbaşımızda Hindistan gibi bir düşman varken, atom bombası sahibi olmaksızın yaşayamayız..’ diyordu.. Ama, Şerif, çok güçlü olduğubir sırada, Gen. Kur Başkanı Gen. Perviz Muşerref’i azletti, 1999 yazında.. Ama, ordu, Muşerrefe sahib çıktı ve hemen bütün devlet dairelerini kuşatarak, askerî darbe yaptı ve Newaz Şerif önce idâm talebiyle mahkemeye, sonra da Arabistan’a sürgüne gönderildi..

Muşerref  de, 2007 Eylûlü’nde, Mescid-i Lâ’l (Kırmızı Mescid)’de, askerlere binden fazla Kur’an talebesini öldürtmesi ve sonra da Bînezîr Butto’nun bir bombalı suikasdde öldürülmesini takib eden siyasî buhran içinde, iktidarının  9. yılında, azledilmenin eşiğindeyken, istifa etmek zorunda kaldı..

Ve dahası, şimdi, Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin başında, (maktûl Binezîr Butto’nun eşi) Âsıf Ali Zerdarî, bu uluslararası karanlık ilişkilerin ünlü siması, Cumhurbaşkanı!!..

 

*’Bîzâr oldum, bıktım  müslümanlardan.. Amma, sığındım, müslümanlara...’

 

İqbal, ideali olan Pakistan’ın bugünlerini görseydi, herhalde yine, ‘Bıktım, bîzar oldum bu müslümanlardan..’ derdi.. Ama, o sözünü tamamlamamış; cümlesini şöyle bağlamıştı: ‘Ve yine de döndüm ve sığındım müslümanlara...’ 

Çünkü, müslümanlardan başka gideceği bir başka toplum yoktur..

İqbal’in bu serzenişlerinden, yakınma ve şekvâlarından özellikle Hind diyarındaki ulemâ da nasibini almıştır.. Çünkü, onların çoğunun ele aldığı konular genellikle şeriatin ruhuna kezzap döken, şekilci ve ‘niçin’i (hikmet’i)  değil, ‘nasıl’ı düşünen bir ‘şekilci ve dar’  anlayıştır.. Onun için, onlardan şikayet etmektedir, İqbal.. Ve eleştirisi oldukça ağırdır.. Ey âlimler, şeyhler, hocalar.. Allah sizden razı olsun,  bize Kur’an’ı, İslam’ın temel kaynaklarını ulaştırdınız.. Amma, onları öyle bir tefsir ettiniz ki, Peygamber görseydi, şaşardı..’ der ve kızgınlığını devam ettirir: ‘Kâfirin dini, savaş düşünüp hazırlamaktır, bazı mollaların işi ise, fisebilillah fesaddır..  Çünkü, bugün nice mollalar var ki, kafir üreten bir mümin durumundadır..’!!

Evet, onlar yine mümindirler, ama, kafir üretmektedirler.. Bu ağır tesbitler tesbit üzerinde derinlemesine durulup düşünülmeli değil midir? Bu acıyı bugün de yaşamakta değil miyiz?

Bu gibi eleştirilerden,  müslüman şair ve mütefekkirler de alırlar nasiblerini.. ‘Yazık ki, müslümanların şair ve san’atçılarının, yazarlarının beynine şarab kadehleri ve kadın, bir put gibi oturmuştur..’ diyen İqbal, bunları söylediği için, elbette ağır eleştiriler alır.. Ama, o, bu acı gerçeklerin birer feryad halinde dile getirilmesi gerektiğini düşünür ve  ‘Müslüman, mâsivanın, kötülüklerin kölesi değildir, haksızlık ve fir’avunluk önünde başeğmez.. Hakk’ın itibarını halkın iltifatına fedâ etmez..’ der.. Çünkü müslümanın hayatından maksad, Allah’ın dinini yüceltmek demek olan ‘İlâ’y-ı kelimetullah’tır..

İlginçtir, Âkif’le İqbal, aynı dönemde yaşadıkları halde, birbirlerinden çok az haberdardırlar.. (Safahat’ta İqbal’in adı bir kere, Hindli filozof olarak bir kere geçmektedir..)  Ama, yine de, konulara yaklaşımları bakımından, aynı yürek yangısına sahib oldukları görülür.. ‘Ne Hudâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den.. / Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden.. / Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!.. /Sayısız medrese var gerçi  Buhârâ’da bugün../ Okunandan ne haber? On para etmez fenler.. /Ne bu dünyada soran var, ne de ukbâda geçer! / Udebâ doğrusu pek çok, kimi görsen şair: Şair.. / Yalınız, şi’rine mevzû, iki şeyden biridir: / Koca millet, edebiyatı  ya oğlan, ya karı../ Nefs-i emmâre  hizasında henüz duyguları!’

Evet, birbirinden habersiz olarak iki müslüman gönül adamının aynı dönemde, aynı dertlerden kıvranmaları, derdin bütün bünyeyi sardığını göstermesi açısından ilginç değil mi?

 

* Maksad, İqbal’i yüceltmek değil, onun pırlantalarından gönlümüze yansıtmalarda bulunmak..

Bu yazıyla, Muhammed İqbal’den hatasız, pürüzsüz, bir mütefekkir tipi oluşturmak istediğimiz sanılmasın.. Her insan gibi onun da hataları, yanlışları elbette olmuştur.. Ama, kalbinin samimiyeti, şiirlerinde billûrlaşmıştır; hattâ, düz yazılarında da.. Nitekim, İqbal’den, kendi laik emellerine, kendi eğrilerine delil bulmak için mısralar, sözler aktaranlar da olmuştur.. Ama, her güçlü şair gibi, onun terennümleri de pırlanta gibidir ve pırlantadan yansımalar da rengarenktir..

Pakistan Belucistanı’ndan bir müslüman âlimle İqbal üzerine konuşurken, İqbal’in geçmişte, Emanullah Khan gibi İslam düşmanlığıyla ünlü bir Afgan Şahı’na övgüler yazdığını söylemişti.. Doğruydu ve daha başkaları da vardı.. Ama, hele de ömrünün son yıllarına doğru daha bir net İslamî tefekkür merhalesine eriştiğini söylemek yanlış olmasa gerek..

Bunu söylediğim zaman, o zat, ‘Ama, ingilizler ona Sir (sör) gibi, çok az insana verilen bir asalet unvanını vermişlerdi.. Niye?’ demişti.. Hatırlanacağı üzere, ünlü ingiliz devlet adamı Winston Churcill’e de  verilmişti, bu (Sir) unvanı...

Geçen yüzyılda da ingilizler bu unvanı, Hind müslümanlarının etkili isimlerinden ve amma, sonunda, büyük kitleleri ingiliz emperyalizmiyle barışıklığa ulaştırmaktan başka bir netice vermeyen eğitim faaliyetlerinin öncüsü Seyyid Ahmed Khan’a da vermişlerdi..  Ve de, o ‘Sir Seyyid Ahmet Khan’, bu unvanı gururlanarak kabullenmişti..

Gençlik yıllarında Seyyid Ahmed Khan’ın hareketine bağlı olan ve daha sonra ise, ondan kopan İqbal‘in ise, bu ‘Sir’ unvanını -reddetmese de- hiç kullanmamaması, bir şeyler ifade etmiyor mu?

*Sözü İqbal’in gerçekleşmeyen bir duasıyla bitirelim.. O, ‘Yâ Rab, bana Hicaz’lı sevgilinin (Hz. Peygamber’in) -Medine’deki- mescidinin minare gölgesinde bir mezar nasib eyle...’  demişti.. Bu arzu, ondaki aşkın ulaştığı son merhaleyi işaret etmektedir..

Gerçi, onun bu duası mustecab olmamıştır, ama, o bugün,  Lahor’da Padşahî Camiî’nin minareleri dibindeki küçük türbesinde yatmaktadır..

Dünyamızdan ayrılışının 70 yıl arkasından, Muhammed İqbal’in  bize verdiği çok ilginç, uyarıcı ve değerli mesajları olduğunu anlatmaya  bu iki kısacık yazı vesile olmuşsa, hedefine varmış sayılır.. (Ona rahmetler dileyerek..)

YAZIYA YORUM KAT

18 Yorum