Bizi Yeniden İnşa Edecek Bir Dile İhtiyaç Var
Dil düşüncenin aynası olarak ifade edilir. Düşünceden yansıyanlar dili şekillendirir. Düşünceyi şekillendiren ise içinde yaşadığımız evrendir. Bu evrende de doğadan yansıyanlar, toplumdan yansıyanlar, devletten yansıyanlar, kültürden yansıyanlar olarak kategorize edebileceğimiz birçok görüngüden bahsedebiliriz... Hal böyle olunca da bizden yansıyanlar ve bizi anlatan şeyler dilimizde mücessem hale gelir. İşin buraya kadar olan kısmında herhangi bir anormallik söz konusu değil kuşkusuz. Ancak dilde gizlenen, yerleşik hale gelen ve kimi zaman tarihe kayıtlı, kimi zaman ise değişken olan farklı ifadelerin, arzuların, niyetlerin ve hesapların olabilirliği üzerinden meseleyi okumaya çalışırsak işin mahiyeti değişecektir ve haklı olarak bizi bir dizi sorgulamaya sevk edecektir.
Dil karmaşık bir sistemdir tıpkı insan gibi. İnsandan sudur olduğu için insanı anlatır. İçinde neredeyse barındırmadığı şey yoktur. İçinde kutsalı barındırdığı gibi profanı da barındırır. Tevhidi barındırdığı gibi şirki de barındırır. Toplumsalı barındırdığı gibi siyasalı da barındırır. İyiliği barındırdığı gibi kötülüğü de barındırır. Doğruyu barındırdığı gibi yanlışı da barındırır. Dostluğu, merhameti ve şefkati barındırdığı gibi zulmü, düşmanlığı ve merhametsizliği de barındırır. Hakikati barındırdığı gibi hurafeyi de barındırır. Gerçeği barındırdığı gibi hayali de barındırır. Sadakati barındırdığı gibi ihaneti de barındırır. Aşkı barındırdığı gibi nefreti de barındırır. Hayatı barındırdığı gibi ölümü de barındırır. Geçmişi barındırdığı gibi bugünü de barındırır ve geleceği de barındırır…
Madem dil bizi anlatır ve biz de dilin imkânları dâhilinde konuşuruz o halde günlük olarak siyasetten tutun da edebiyata kadar kullandığımız ve bizi anlattığını düşündüğümüz kelimelerin ve kavramların (buradaki kelimeler ve kavramlar tabi olduğumuz tarihsel, sosyal ve siyasal düzenin retoriğini ifade eder) bize bakan yönünü sorgulamak hakkımızdır. Kelimelerin ve kavramların barındırdığı amaçlara ve etimolojik bağlarına ilişkin hiçbir sorgulama yapmaksızın kullanmamız ve bizi tarif ettiğine inanmamız bariz bir körlük olmakla beraber bize (siyaseten ve içtimaen) ezberletilenlere teslim olmaktır. Dolayısıyla salt olarak bize anlatılanlar üzerinden yaşamaktır. Böyle olunca da bizim düşüncede ve dilde kendimizi bulma durumumuz tamamen ortadan kalkacaktır.
Herkesin bildiği gibi geçmişi şimdiye taşıyan ve geleceğe intikal ettiren temel araç dildir. Dilde içkin olan tarihsel olarak nitelenebilecek insani hallerin yansıması da kendi bağlamları ve duygu durum boyutları göz önünde tutularak okunmalıdır. Aksi takdirde değişim denen olguyu ortadan kaldırmış oluruz. O zaman da her şey sabitlenmiş, tanımlanmış, tükenmiş olur. Söylenecek her şey söylenmiş olur. Zaman donmuş olur. İnsan ölmüş olur. Tarih bitmiş olur… Fakat insan ölmediğine göre, hayat devam ettiğine göre ve tarih sürekli yeniden yazıldığına göre dili de değişim denen sürece göre değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla çağın dilini yani; kelimelerini ve bu kelimelerle algıya dönüşen ve dönüştüren dinamizmi fark etmek ve ona göre konuşmak zorundayız.
Vahiy her toplumun diliyle onlara hitap eder. Aynı zamanda muhatap aldığı insan topluluklarının içinde bulunduğu toplumsal, kültürel ve siyasal algıyı da dikkate alır. Yani bizatihi hayatın içinden bir muhatabiyet arar ve mesajını iletir. Ancak bu mesaj öyle alelade bir mesaj değildir. İçinde derin bir tefekkürü ve yeniden inşayı barındırır. Bu mesaj öyle derin bir ihtivaya sahiptir ki onu dinleyenler günlük dilin sınırları içinde kelimelere giydirilmiş yeni bir hayatiyet bulurlar. Vahiy indiği topluma ait dilin imkânlarını öyle mükemmel bir insicamla kullanır ki onu dinleyenler adeta yeniden kendi farkına varır. Vahiy dil ile yani; günlük olarak kullanılan kelimelerle çok basit ve anlaşılır bir araçla insana seslenir ve ona yeni bakışlar sunar.
Görünürde sıradan bir olaymış gibi görünen bu olay esasında işin tam da merkezine (insanın kurduğu ve savunusunu kutsal bir dille yapmaya çalıştığı beşeri sistemlere) dönük bir yıkımı da ifade eder. Yerleşik olan yargıları ve sembolik formları yıkıma uğratır. Ve bu sayede günlük olarak kullanılan dil kuşatılmışlık formundan çıkarak yeni bir algı biçimine ve eylemsellik boyutuna ulaşır ve toplumu yeniden kurar. Bundan dolayı dil yeniden yapılanmanın temel koşullarından biri olarak kabul edilir. Bu kural neredeyse hiç değişmemiştir. Modern zamanlara geldiğimizde de kurulan her ulus devlet yeni bir dil politikasıyla kendi toplumsal algısını yeniden şekillendirmiş ve dil üzerinden yeni kimlikler inşa etmiştir. Çünkü dil sahip olduğu dinamizm ile kavramlar üzerinden insanın dünyasını değiştirebilecek bir zenginliğe ve kuşatıcılığa sahiptir. Bu sayede de hayatın yönünü ve istikametini yani; kıblesini belirleyecek derin anlamlar ihtiva etmektedir.
Bir yönüyle hem olumlu hem de olumsuz sayılabilecek dilin bu boyutu çoğu zaman biz farkında olmadan bizi kendi içine de hapseder. Çünkü dil merkezileştiği oranda yani bir coğrafyaya ve kültüre ait kılınıp etkileşimden uzak kılındığı andan itibaren kapalı bir havza içinde kendini tekrar eder ve donuklaşır ve sonrasında da tükenip biter. Bu hem kelime dağarcığı açısından hem de anlam ve algı sınırları açısından böyledir. Dolayısıyla da sonraki zamanlara hitap etmesi zorlaşır.
Madem bu böyledir o zaman geçmişin, sınırlarına hapsetmeye çalıştığımız dili özgür kılmanın zamanı gelmiştir. Fakat bu özgür kılma çabası sadece lafı evirip çevirmek cihetinden olmamalı yani; dil oyunlarına dönüşmemelidir. Kullandığımız dil vahyin diline dönüşerek bize tekrardan hayat veren bir niteliğe kavuşturulmalıdır.
YAZIYA YORUM KAT