1. YAZARLAR

  2. SÜLEYMAN NAZLICAN

  3. Bize Yeni Bir İdrak Lazım
SÜLEYMAN NAZLICAN

SÜLEYMAN NAZLICAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Bize Yeni Bir İdrak Lazım

26 Şubat 2020 Çarşamba 05:05A+A-

En kötü zamanlarda yaşadığımızı söyleyemeyiz ama en iyi zamanlarda da yaşamadığımız bir hakikat.  Neredeyse hayatımızın bütünü krizler sonrası ortaya atılan geçici reçetelerle malul bir vaziyette. Dini alandan tutun da eğitim, siyaset, iktisat, adalet ve hukuk alanlarına kadar bir yığın problemimiz var.  Bu duruma ilişkin bir sürü gerekçemiz de hazır ve mevcudiyetini koruyor elbet.

Mamafih bu gerekçeler bir türlü bizi istenilen düzeye taşımıyor. Çünkü gerekçelerimiz gerçeklikten uzak; geçici ve bizi avutmaya sevk eden bir noktada. Esastan ve sahici çözümlerle örülmemiş ve sistematik olmayan yaklaşımlarla sadece günü kurtarmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla da bu durum kabullenilmiş bir çaresizliğe dönüşerek bizi mevcut gidişatı kanıksamaya sevk ediyor.

Oysaki toplumsal muhayyilemizi, bilincimizi ve benliğimizi istenilen düzeye taşımak ve hak ettiğimiz yere gelmek bu kadar zahmetli olmamalıydı diye düşünürüz hep. Özellikle İslam toplumlarının gidişatıyla ilgili konuşunca kendimizi neredeyse hiçbir zaman çözülmeyecek sorunların içinde buluruz.  Maalesef bu sorunlar bize görünenden çok daha karmaşık bir hale gelmiş ve bir karabasan gibi üstümüze çökmüş vaziyette. İşin gerçeği sorunlarımızı aşmak konusunda tuttuğumuz yollar ise bambaşka bir sorunsallığa bizi mahkûm etmiş durumda. Bu sorunsal noktaların tamamen yöntemsel olmadığını biliyoruz. Fakat bir türlü kendimize itiraf edemediğimiz bambaşka şeyler de var…

Kimimiz sorunlarımızın çözümünü siyasallığa, kimimiz bilgiye, kimimiz ahlaka, kimimiz ekonomiye kimimiz ise dine endekslemiş vaziyette. Kuşkusuz bütün bunlar biri diğerine alternatif kılınmayacak şekilde sorunlarımızın çözümüne katkı sağlar. Ancak bizim meselemiz bütün bu saydıklarımızın ötesinde bizdeki idrak ve bilinçle alakalıdır…

Yani; düşüncede gereği gibi kavranmamış kurumsal yapılarımızın bize rahmet olması, sorunlarımıza çözüm olması ve değişen zamana uygulanabilmesi mümkün değildir. Gerçekliğimiz maalesef budur ve fakat bizler hala bunu görmek istemiyoruz. Onun için bir bütün olarak yeni bir idrak ile kendimize bakmak zaruretiyle karşı karşıyayız.

İfade ettiğimiz bu yeni idrak; zamanın bize nasıl gösterildiği ya da bizim zamanı nasıl gördüğümüz? sorularıyla biraz daha vuzuha kavuşabilir ya da bunlara vereceğimiz cevaplarda aşikâr hale gelebilir.

Görünürde benzer şeyleri ifade etse de bu sorular, esasında birbirinden farklı sonuçlara bizi götürür. Birinci formda verili bir duruma işaret ederken; başkalarının kavramlarıyla ve telkinleriyle, tarihsel tasarımlarıyla(ideolojik tarih tezleri) düşünmeye ve zamanı okumaya bizi iterken, ikinci formda ise bizden bir şeyler beklenmektedir. Yani; kendi irademizle ve idrakimizle hayatı tanımaya, hayattaki konumumuzu belirlemeye ve mevcut gerçeklik içinde fail olmaya; siyasal, sosyal ve diğer alanlarda somut olarak görünür olmayı ifade eder.  Ya da tarihi doğru okumayı, olduğu gibi görmeyi ve hak ettiği noktadan bakmayı ifade eder yani; ne eksik ne fazla, ne abartı ne yergi, ne hamaset ne de hakaret…

Bizce zamanın içinde kurucu bir özne haline gelmemizi imleyen bu türden sorgulamalar çok önemlidir. Önemlidir çünkü zaman algısı insanın yazgısıdır. Bir nevi kendi kaderimizi çizmek anlamına gelir. Çünkü bizler bu zaman idrakinin uzağında olduğumuz için bu haldeyiz. Ya tarihin bir dönemine çakılmış şekilde ya da modernist fikirlerin cazibesine kapılmış vaziyetinde iki arada bir derede gidip gelmekteyiz. Bedenimiz modern çağlarda yaşarken ruhumuz ise bambaşka hülyalarda deveran etmektedir. Her iki durumda da bir adaptasyon sorunu yaşıyoruz maalesef.

O halde geçmişin, şimdinin ve geleceğin doğru bir şekilde algılanışı içinde bulunduğumuz krizlerin aşılması için bazı kapıları aralamamıza imkân sağlayabilir. Bu bağlamda çok soyut konuştuğumuz ve kapalı ifadeler kullandığımız düşünülebilir. Ancak ifade ettiğimiz üç boyutlu zaman algısı (geçmiş, şimdi ve gelecek) tamamen insani gelişimin safhalarını ifade etmektedir. Zamanın ruhuna yabancı olmamayı onu tanımayı işaret etmektedir. Hayatı bir bütünsellik içinde algılamamızı dile getirmektedir. Aksi takdirde kesik ve birbiriyle bağlamsal olarak uzak olan bir zaman tasavvuru bizi fasit bir dairenin içinde gidip gelmeye mahkûm edecektir.

Yerleşik Statülere Tekrardan Bakmak

Öncelikle bilmeliyiz ki kendisini büyütüp karşısında küçüldüğümüz devlet mekanizmasının, her şeyin ölçütü haline getirdiğimiz ekonominin ya da sorgulamadan tabi olduğumuz bilgi alanlarının bizi nasıl araçsal bir pozisyona ittiğini görmek sahip olduğumuz tevhidi idrakin ve ıslahçı bilincin gereğidir. Çünkü bahse konu olan bütün bu yapıları biz kurduk ve bizim dünyadaki işlerimizi kolaylaştırmaları için var ettik. Oysaki bunların düşüncemizde bambaşka bir idrak noktasına (siyasal hesaplara ve hegemonik hezeyanlara aracı kılınması…) evirilmesi zorla ya da kendi rızamızla hayatımızın merkezine taşınması her şeyi ters yüz etmiştir.

Bir tür tiranlık vasfıyla ve layüsel tavırlarla etrafında dönüp durduğumuz bu yapısal kurumların ıslahı kaçınılmazdır. Zaten tevhit mücadelesinin odak noktasını oluşturan da bu kurumlardır. Yani; devletin, paranın ve bilginin toplumsal zeminden uzaklaşması ve birilerinin elinde mutlak iktidar şeklini almasıyla başlayan sapma durumu ve tuğyan hali. Dolayısıyla ilahi adaletin, hakkın ve hukukun tamamen devre dışı bırakılması ve insanın tanrılığını ilan etmesidir.

Bir şekilde inşa edip hayatımızın olmazsa olmazı kıldığımız bu kurumlara hangi zaviyeden bakmamız ve nasıl bir sorgulamaya tabi kılacağımız konuları elbette sadece bugünün tartışması değildir. Dün de farklı şekillerde bu konular üzerinde tartışmalar yapılmıştır. Özellikle bunlara sahiplik üzerinden çözümler üretilebileceğine inanılmıştır. Nitekim kavgamızın odak noktası da hep bu olmuştur. Oysaki bu sadece işin bir tarafıdır. Fakat bizce işin hayatiyet arz eden kısmı görülmek istenmemektedir. Çünkü sadece sahiplik kipi (benim ve ötekinin) üzerinden yapılan kavga bizi aynı noktaya götürecektir. Niteliksel anlamda bir değişim olmayacaktır. Sadece isimler değişecektir. Dolayısıyla bizdeki ve ötekindeki parametreler aynıysa sonuç ta değişmeyecektir.

O halde özne olma iddiamız hangi bağlamda ifadesini bulur ya da görevimiz sadece olan biteni yorumlamak mıdır, yoksa bilfiil işin içinde olmak mıdır?

Kuşkusuz bu sorulara cevap vermek için tekrardan idrakimizi zamana yönelteceğiz yani; kendimize, binlerce yıllık insani edimlere, ürettiği ürünlere…

Kur’an da bize bu konuda harika bir perspektif sunar ve kendinden önceki insanlık durumuna dikkatleri çekerken aynı zamanda o gün içinde bulunulan halin de sorgulamasını yapar. Hem zihinsel anlamda hem kültürel anlamda hem de siyasal anlamda. Dolayısıyla geçmişin ve anlık durumun yorumlanmasını önceler ve sonraki aşamalarda olgunlaşan zemine göre doğru pratikler ortaya koymayı hedefler. Mekke dönemine denk gelen 13 yıllık süre zarfında yapılan tartışmalar tamamen o günün insanının tabi olduğu zihniyetin ve bu zihniyet etrafında yerleşik hale gelen statülerin sorgulanmasını ve doğru şekilde yorumlanmasını ifade ediyordu.

O halde zamanın öznesi olmak için önce etraflıca bir tanıma ve yorumlama faaliyeti içinde olmak gerekir. Zaten bu düşünme, tanıma ve yorumlama çabası bilfiil işin içinde olmayı zorunlu kılmaktadır. Buradan yola çıkarak içine düştüğümüz ikilemi aşabileceğimizi düşünüyorum. Fail olma hali her halükarda hem bağımsız bir idraki hem de doğru bir eylemselliği tanımlar. Edilgenlik ise tam tersi bir durumdur. Bütünüyle dış faktörler tarafından belirlenir ve tanımlanır.

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum