1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Bize karşı gösterdiği şiddet ve celali İsrail’e karşı gösterdiğini görmedik...”
"Bize karşı gösterdiği şiddet ve celali İsrail’e karşı gösterdiğini görmedik...”

"Bize karşı gösterdiği şiddet ve celali İsrail’e karşı gösterdiğini görmedik...”

Yasin Aktay, Hizbullah'ın kendisini konumlandırdığı zeminin sorunlarına dikkat çekerken Siyonist işgal rejiminin Lübnan saldırısı ile savaşı yeni bir safhaya taşıdığını vurguluyor.

02 Ekim 2024 Çarşamba 10:00A+A-

Yasin Aktay / Yeni Şafak

İsrail tehdidine karşı birlik zarureti: Kiminle, nasıl?

Lübnan’ı işgal girişimiyle birlikte yeni bir aşamaya geçmiş olan İsrail’in gözü dönmüş bir saldırganlıkla giriştiği eylemler giderek kendisi açısından da durulması zor bir hız almış durumda. Hani derler ya, istese de bu saatten sonra kendi kendine duramaz. Kendi kontrolünü kaybetmiş durumda ve durması termodinamik kurallarının işletilmesini gerektiriyor, yani dışarıdan bir kuvvet uygulanması gerekiyor artık. Sahip olduğu silahlı gücün kendine verdiği herhangi bir avantajı kullanmaktan geri durmuyor.

Bu onun sorumlu bir devlet olarak zaten hiçbir şekilde kendisine güvenilmeyeceğini yeterince gösteriyor. Yıllardır İran’ın nükleer silah programı konusunda öne sürülen gerekçeleri hatırlayalım. Bu silaha sahip olmanın bütün dünya barışı için en büyük tehdidi oluşturmak konusunda İsrail’in çok daha yakın ve gerçek bir ihtimal oluşturduğu çok açık. Nitekim Gazze’de hiçbir ağır silah bulunmadığı halde bütün halkı hedef alacak şekilde, Gazze’yi haritadan silecek şekilde nükleer silahı kullanmaktan bahsetti. İsrail sadece Gazzeliler için değil, bütün insanlık için bir tehdittir.

Bugün bütün dünyanın öncelikli olarak uyanması gereken tehlike İsrail tehlikesidir. İsrail’i var etmiş olan dünya düzeni de bu açıdan değerlendirilmeli artık. İsrail’i ta 1. Dünya Savaşı esnasında kurmayı planlayan Balfour Deklarasyonuna ve ardından kurulan dünya düzenine kimin hangi rolle dahil olduğuna da bu gözle yeniden bakmak gerekiyor. Tehdit elbette İsrail’in bizzat kendisinden değil, o düzeni kuran ve hala ayakta tutanlardan geliyor.

İsrail’in Hizbullah’ın bütün lider tabakasını, ardından da lideri Hasan Nasrallah’ı bertaraf etmesi üzerine İran’ın bu denklem içindeki yeri üzerinde tekrar düşünülmesi mukadder. Ama tabii ki, asıl tehdit ve tehlike İsrail iken onun bir eylemine hedef olmuş olan Hizbullah, İran ve Nasrallah üzerine söylenenler anlaşılmakla birlikte hem üzücü hem de kafa karıştırıcı. Doğrusu Nasrallah liderliğindeki Hizbullah’ın uzun süredir sicillerini İsrail karşısındaki performanslarından ziyade Irak ve Suriye içindeki Müslümanlara karşı doldurmuş olmaları ölümüne sevinenlerin duygularını ve tepkilerini anlaşılır kılsa da içinde bulunduğumuz asıl mecradan saptırma tehlikesi de var.

Nasrallah’ın öldürülmesi üzerine Suriye’nin bazı bölgelerinde sevinç gösterileri yapılmış olması elbette hem Hizbullah’ın hem de bugün bu saldırılar karşısında iyice zor duruma düşen İran’ın değerlendirmesi gereken bir konu.

Suriyelilerin bu duygularına ve tepkilerine katılan bir Suriyeli dostuma sordum: “Hizbullah İsrail’e karşı mesela Hamas gibi etkili bir saldırı yapıp kayıplar verdirmiş olsa ne yapardınız?” “Kesinlikle aynı sevinci yaşar, belki onu affetmezdik ama bir miktar ona karşı yumuşardık, ama şimdiye kadar bize karşı gösterdiği şiddet ve celali İsrail’e karşı gösterdiğini görmedik” dedi.

Doğrusu Hizbullah 2006 yılında Lübnan’da İsrail’e karşı bir zafer kazandığında, Sünni dünya onun Şiiliğini hiç görmeden, zaferini sahiplendi ve onu adeta bağrına bastı. Dolayısıyla Sünni dünyada ne İran’a ne de Hizbullah’a karşı bir mezhepçi önyargı olmadı. Ancak Suriye, Irak ve sonrasında yaşananlar maalesef kolay kolay giderilemeyecek acılar ekti.

Yine de bugün bütün insanlık için asıl tehdit olan İsrail karşısında kıblesini şaşırmadan duygularını da, tedbirlerini de, safını da doğru yönlendirmesi zarureti vardır. Hizbullah’la ilgili Sünni dünyanın, hatta Suriye halkının davaları ne olursa olsun, İsrail tarafından bugün bertaraf edilmiş olması daha çok üzerinde düşünülecek, ibret alınacak ve altındaki başka hesaplar dikkatle, ferasetle, basiretle irdelenecek bir konudur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan belki ilk defa bu kadar açıklıkla ve bu kadar güçlü bir biçimde İsrail’in işgalci politikalarının hedefinde Türkiye’nin olduğunu söyledi. Bu aslında İsrail’in dayandığı Siyonist ideolojiye birazcık muttali olan hiç kimsenin görmediği bir konu değil. İsrail’i kuran büyük planın bir aşamasında Türkiye’nin de bir hedef olduğunu bilmeyen yok.

İşin doğrusu Türkiye’ye şimdiye kadarki iç ve dış siyasetinde İsrail’in bu yayılma planına uygun bir rol de yazılmıştı ve Türkiye bu role uygun hareket ediyordu. Erdoğan zamanında Türkiye bu role itiraz etti ve adım adım bu rolden uzaklaştı. Buna rağmen Türkiye’ye karşı 1984 yılından beri işletilen PKK terör programı İsrail yayılmacılığının bütünleyici bir adımından başkası değildi. Ama Türklerle Araplar arasında, Araplarla Türkler arasında nefret söylemleriyle mesafelerin oluşturulması, laikçi politikaların uygulanması da aynı şekilde bu programın temel unsurlarından başkası değil.

İsrail’in bağnaz dinci programının uygulanması Türkiye’nin radikal bir şekilde laik olmasına bağlıydı. Plan çok açık: onlar herşeyi Kitab-ı Mukaddeslerinin içinde yaşayacak biz ise Kur’an’dan uzaklaşacaktık.

İsrail’in bu saldırganlığının altında bu dini motivasyonun ve hedefin olması aslında yeni bir şey değil, ama şimdiye kadar “varolma hakkı”nın dramatiği içinde bu hedefi gündemden uzak tutmayı başarıyordu. Bugün sergilediği saldırganlıkla bu hedefi ve yayılma planını artık gizleyemeyecek bir duruma gelmiş durumda.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu tehlikeyi açıkça dile getirmeye başlamış olması, aynı günün sabahı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin de aynı tehdidi ifade etmiş olması, bundan sonra İsrail’in oynadığı zeminin nereye doğru gelişeceğine dair de ciddi alametler ortaya koyuyor.

Elbette Türkiye’yi hedef alan bu saldırganlık Lübnan’ı, Ürdün’ü, Kuveyt’i, Irak’ı, Suriye’yi ve Mısır’ı da hedef alırken, dünyanın geri kalan kısmını da bundan muaf kılıyor değildir. Zira bağnaz bir dinci kehanete ve vaat vehmine dayalı bu anlayış dünya barışının en büyük tehdididir.

Bu tehdide karşı daha etkili, verimli ve basiretli tedbirler düşünmenin zamanıdır. Erdoğan’ın bütün dünyayı ve hassaten İslam dünyasını, aralarındaki bütün ihtilafları göz ardı ederek birlik olmaya ve göreve çağırması bu sorumlu, basiretli, ferasetli yaklaşımın bir gereğidir.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum