1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Bize bahşedilen her nimetin şükrü de ayrı ayrı yerine getirilmeli...
Bize bahşedilen her nimetin şükrü de ayrı ayrı yerine getirilmeli...

Bize bahşedilen her nimetin şükrü de ayrı ayrı yerine getirilmeli...

Osman Nuri Topbaş, insanın kendisine bahşedilen her bir nimetin şükrünü kendi cinsinden ayrı ayrı yerine getirmesi gerektiğini ifade ediyor.

08 Eylül 2023 Cuma 12:00A+A-

Osman Nuri Topbaş / Altınoluk Dergisi

Her nimetin şükrü kendi cinsindendir

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nutfe-i nâçîzi insân eyledin,
Hamd ü minnet Sana ey Rabb-i Kerîm!
Ehl-i İslâm, ehl-i îmân eyledin,
Hamd ü minnet Sana ey Rabb-i Kerîm!

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı.” (el-Alak, 1-2)

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan, (yok kadar) bir sudan yaratıldı.” (et-Târık, 5-6) buyuruyor.

Böylece, insanın kendi yaratılışı üzerinde tefekkür etmesini istiyor. Yine insanın mâzîsini, yani âdeta yok hükmündeki bir damla sudan yaratıldığını düşünmesini istiyor ki, insan bir “abd-i âciz” olduğunu unutmasın.

Eskiden dergâh duvarlarını süsleyen hüsn-i hat levhalarından birinde هيچ / hîç” yazardı. Bu ifadenin en mühim telkinlerinden biri de; ilâhî sırlardan nasîb almak isteyen kulun, evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azameti karşısında kendi hiçliğini idrâk etmesi gerektiğiydi.

Hakîkaten insan, yoktan var edildiğini, bir “hiç” sermâye ile dünyaya geldiğini unutmayacak ki;

–Gurur ve kibre kapılmasın.

–Hiçbir zaman varlık ve benlik vehmine düşmesin.

–Dâimâ; “Yâ Rabbi, Sen’in lûtfun, Sen’in ihsânın, Sen’in ikramın, Sana şükürler olsun!” deyip kulluk edebiyle yaşasın.

Rabbimiz, âyet-i kerîmede soruyor:

“İnsan (henüz) anılan bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Hakîkaten bir zamanlar cismimiz olmadığı gibi, “insan” diye anılan bir varlığın ismi dahî mevcut değildi.

Bir düşünecek olursak;

Bizler, meccânen, yani bir bedel ödemediğimiz hâlde, sırf ilâhî bir lûtuf ile, yokluktan varlığa çıkarıldık.

Kâinattaki sayısız varlık yekûnu içinde, meselâ taş-toprak, ot-yaprak değil de, mahlûkâtın en şereflisi olan ve ahsen-i takvîm üzere / en güzel kıvamda yaratılan bir insan olarak Dünyaʼya gönderildik.

İnsanlar içinde ehl-i îmân, ehl-i îmân içinde de 124 bin küsur peygamberin imâmı, Allâh’ın Habîbi, âhirzaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin ümmetinden olmakla şereflendik.

Hakîkaten bugün yeryüzünde 8 milyar insan var ve bunun aşağı yukarı 2 milyarı müslüman. Bizler de insanlığın ancak belli bir kısmına nasîb olan, yegâne hak dîn İslâm ile müşerref olmuş durumdayız.

Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakkʼın ne muazzam, ne muhteşem, ne müstesnâ lûtuf ve ihsanlarıdır!..

Bize bir bardak su ikram edene bile teşekkürü borç biliriz. Hâl böyleyken; bizleri yoktan var eden, gönderdiği kitap ve peygamberlerle varlığından haberdar eden, gönüllerimize hidâyet nûrunu bahşeden, lâyık olmadığımız hâlde sayısız nîmetleriyle perverde kılan Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretmeliyiz?..

Cenâb-ı Hakkʼa hamd, şükür ve minnet vazifemizi îfâ edebilmek için, bir ömür, başımızı şükür secdesinden kaldırmasak, acaba bu borcumuzun ne kadarını ödeyebilmiş oluruz?..

Bunun için müʼmin, elde edemediği nîmetler sebebiyle üzülüp sızlanmak yerine, dâimâ elindeki nîmetlerin kadr u kıymetini bilip Cenâb-ı Hakkʼa şükredecek.

Düşünmek îcâb eder ki, trilyonları olan bir insan, yolda on lira düşürüp kaybetse bunun için üzülür mü?

Bir müʼmin de, nâil olduğu sayısız nîmete mukâbil, hayatında karşılaştığı ufak tefek mahrûmiyet ve kayıplar sebebiyle mahzun olmayacak. Dâimâ bardağın dolu tarafını görüp Cenâb-ı Hakkʼa hamd, şükür ve rızâ hâlini muhafaza edecek, şikâyeti unutacak.

Cenâb-ı Hak, gerçek şükür ehlinden olabilmenin zorluğuna işaretle;

“…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13) buyuruyor. Müʼmin de bu az ve mümtaz kullardan olmaya gayret edecek.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şeklin insân eyledi,
Ehl-i îmân eyledi,
Bunca ihsân eyledi,
İhsânı bilmek gerek…

Şu kıssa ne kadar mânidardır:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yoldan giderken karşılarına bir köpek çıkmıştı. O Ârifler Sultânı, geri çekildi ve köpeğe yol verdi. Müridlerinden biri, içinden:

“–Allah Teâlâ insanı mükerrem (yani üstün ve hürmete lâyık) kılmışken, Bâyezîd  -rahmetullâhi aleyh- müridlerini geri çekip köpeğe yol verdi, bu ne acâyip bir hâl!” dedi.

Hazret, âdeta mürîdinin kalbinden geçenlere vâkıf olmuşçasına şu îzahta bulundu:

“–Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki, sanki o köpek hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler; sen ne yaptın ki sana bu şerefli hil’ati giydirdiler?» dedi. İşte bu düşünce gönlüme yol bulunca, ben de geri çekilip yolu ona verdim.”

Dolayısıyla Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğümüz zaman; “Ben onun yerinde olabilirdim, o da benim yerimde olabilirdi.” diye düşünmeli, “insan” olarak yaratılmamızdan dolayı, hamd ve şükrümüzü artırmalıyız.

HER NÎMETİN ŞÜKRÜ KENDİ CİNSİNDEN OLUR

Fakat her nîmetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür, sadece dil ile; “Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!” deyip geçivermekten ibaret değildir. Hak dostlarının tarifiyle şükür;

“Bütün nîmetlerin Allah’tan olduğunu bilip, O’nu hamd ile tesbîh etmek, minnet ve şükran duygularıyla zikretmektir.”

Yine şükür;

“Lûtfettiği nîmetleri, günah ve isyâna sermaye etmemek, bilâkis o nîmetleri Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu şekilde kullanmaktır.”

Yani hem dilimiz şükredecek, hem de Rabbimiz’e itaat ederek fiilî şükrümüzü ispat edeceğiz.

Meselâ vücudumuzdaki her bir uzuv için, ayrı bir şükür gerekiyor. Bişr-i Hâfî Hazretleri bu şükrün nasıl îfâ edileceğini, ne güzel îzah buyuruyor:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur.

Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman ondan hikmet devşirmek ve tefekkürü artırmaktır. Şer gördüğü zaman da ondan ateşten kaçar gibi kaçmaktır.

Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.

Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır.

Midenin şükrü, helâl ile gıdalanmaktır.

Ayakların şükrü de, hayır-hasenattan başka bir yöne gitmemektir.

Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.”

Demek ki uzuvlarımızın, kâbiliyetlerimizin ve her türlü imkânımızın şükrünü îfâ etmiş olmak için, onları Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı şekilde kullanmalıyız. Meselâ:

İslâm ve îman nîmetinin şükrü nasıl olacak?

İslâm ve îmânı aşkla yaşayıp hâlimiz ve kālimizle tebliğ ve temsil ederek…

Nitekim ashâb-ı kirâm bu nîmetin şükür borcunu ödeyebilmek için; yılmadan, usanmadan, dünyanın dört bir yanına sefer etti, kısa zamanda hidâyet nûrunu kıtalara taşıdı.

Allah Teâlâ’nın îmandan sonra insanoğluna belki de en büyük hediyesi, akıl nîmetidir. Peki bu nîmetin şükrü nasıl olacak?

Bütün nîmetler gibi akıl da iki uçlu bıçak gibidir; hayra da kullanılabilir, şerre de…

Aklımızı, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği altında kullanacağız ki hem onun dünyada faydasını görelim, hem o nîmeti bizlere lûtfeden Rabbimizʼe şükrümüzü îfâ edebilelim, hem de âhirette bunun huzur ve saâdetine erelim.

Kalbimizin şükrü nasıl olacak?

Verdiği nîmetleri dâimâ tefekkür etmek sûretiyle, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız. Kâinat kitabındaki her şeyi, Hâlıkʼını hatırlatan bir kevnî âyet olarak gönül gözüyle okuyacağız. Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberlik ikliminde, yani dâimî zikir hâlinde yaşamaya gayret edeceğiz.

Malımızın şükrü nasıl olacak?

Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu unutmayacağız. Malımızı; Allâhʼın haram kıldığı fâiz, karaborsacılık, gabn-i fâhiş, kul hakkına girmek gibi yanlış bir yolla elde etmekten ve lüks, gösteriş, marka düşkünlüğü, israf, cimrilik gibi yanlış bir şekilde harcamaktan sakınacağız. Dâimâ helâlden kazanıp helâle sarf edeceğiz. Kendimize harcarken de kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk etmeye gayret göstereceğiz.

Beden gücünün, sıhhat ve âfiyetin şükrü nasıl olacak?

Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti, yine Oʼnun râzı olduğu yolda kullanacağız. Gücümüz nisbetinde, Allah için her türlü hizmet ve gayretin içinde olmaya çalışacağız.

Gözümüzün şükrü nasıl olacak?

“Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kim verir?

İşte böylesine paha biçilmez bir nîmetin fiilî şükrünü îfâ edebilmek için, onu haramlardan, yani nefsânî ekranlardan ve şeytânî vitrinler seyretmekten, velhâsıl mânevî “görüntü kirliliği”nden koruyacağız. Gözlerimizin istikâmetini dâimâ rûhânî vitrinlere çevireceğiz.

Kulağımızın şükrü nasıl olacak?

Gıybet, dedikodu, nemîme, mâlâyânî gibi sözleri dinlemeyeceğiz. Kulağımızı; Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, mânevî sohbetler, güzel sözler, ezanlar, naatler ve ilâhîler gibi rûhânî sadâlara tevcih edeceğiz.

Dilimizin şükrü nasıl olacak?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin buyurduğu gibi; “Ya hayır söyleyecek, yahut susacağız.” Sustuğumuzda da tefekkürümüzü artıracağız. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sükûtu tefekkür idi. Semâya bakar tefekkür eder, yere bakar tefekkür ederdi.

Rabbimiz de:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ

“Oku! Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir.” (el-Alak, 3) buyurarak, bu kâinat kitabında bizler için sergilediği sayısız ikram ve ihsan tecellîlerinin tefekküründe derinleşmemizi istiyor.

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyruluyor:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda tefekkür eden bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Düşünmeliyiz ki;

‒Yeryüzünden çıkan çeşit çeşit mâdenler,

‒Yer ile gök arasında sürekli hassas filtrelerden geçirilerek kullanıma hazır hâle getirilen sular,

‒Toprak terkibinden çıkarılan türlü türlü nebâtat kimin için?

‒Büyükbaşıyla, küçükbaşıyla, arısıyla, kuşuyla, kelebeğiyle hayvanat, kime hizmet ediyor?

‒Güneş, Ay ve yıldızlar, kimin için semâda durmadan dönüyor?

‒Nefes aldığımız havanın %21 oksijen, %77 azot oranı, kimin için ayarlanıp hassas bir dengede tutuluyor?..

Biliyoruz ki arı, bal ikram etmek için yaşıyor. Koyun, bütün ömrünü et, süt, yün ve yavru vermek uğrunda tüketiyor. Kedi-köpek yine insana âmâde… Cenâb-ı Hakk’ın celâl sıfatlarının bir tecellîsi olan yılan, çıyan, akrep gibi insana soğuk ve ürkütücü gelen mahlûkat dahî, ilâhî azâbı hatırlatmaları ve tabiattaki pek çok vazifeleri sebebiyle, yine insan için lûtfedilen nîmetler cümlesindendir.

Bu listeyi sonsuza kadar uzatmak mümkün. Taş, toprak, ağaç, bulut, dağ, ova, velhâsıl her şey insan için hazırlanmıştır.

Nitekim âyet-i kerîmede buyruluyor:

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâhʼın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız…” (İbrahim, 34)

Dolayısıyla aklı başında hiçbir insan, kendisine bu kadar nîmet bahşeden Rabbine karşı nankör olamaz. Zira bunun, hem o nîmetlerden mahrumiyete hem de elîm bir azâba sebebiyet vereceğini bilir.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum