Birr ve biz
RAHMAN'IN ADIYLA...
“Gerçek erdem, yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir. Fakat gerçek erdem; kişinin Allah'a, ahiret gününe, meleklere, ilahi kelama ve nebilere inanması, malı; ona sevgi duymasına rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekatı gönlünden gelerek vermesidir. Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar. Şiddetli zorluk ve darlıklara karşı göğüs gererler. İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar takvaya ermiş olanlar da bunlardır.” (Bakara/177)
Erdemli insan tanımını her fikir, ideoloji, ekol ve dahi tekil olarak insan kendince yapar. Kimine göre cesur kimine göre cömert kimine göre merhametli kimine göre hayvansever, doğasever, hümanist gibi bazı belli başlı özelliklere sahip olanlar iyi insan diye tanımlanabilir.
Hayatta pergelin ayağını nereye sabitlediyseniz her şeyi o sabit ayağa göre değerlendirirsiniz. Bir müslüman olarak hayatınızın merkezine Kur'an' ı koyduysanız şunu peşinen kabul etmişsinizdir: Bütün ilkeleri benim üzerime farzdır ve ona göre yaşamakla mükellefim.
İnsanın artı ve eksilerini gücünün yettiği oranda yapabileceklerini bilen yegane varlık olan Rabbimizin muradını yansıtan hayat kitabı Kur'an' ı iyi ve erdemli insan nasıl olmalıdır suali ile okuduğumuz vakit berceste bir ayet çıkar karşımıza. O ayet her okuduğunuzda sizi tekrar tekrar çarpar ve alıp onu insanın insanlığını unuttuğu bu çağda her yere, çıkmamacasına kazımak istersiniz.
“LEYSEL BİRRE”
"Birr" kelimesi içinde insana dair aklınıza gelebilecek iyilik, güzellik, olumlu, hayırlı gibi tüm nitelikleri kapsayan bir kök manaya sahiptir. "Leyse" olumsuzluk ifadesi ile başlayan ayet, okuyucuya şunu söyler;
İyiliğin tanımı nedir ve bunu kimler yapar bilir misiniz? Mesela insan mı yapacak? Yapacaksa kime ve neye göre yapacak? El-cevap Hayrın ölçüsünü yalnız "O" koyar.
Ve ilk cümle şunun altını kalın bir çizgiyle çizer: Erdem herhangi bir soy, sop, ırk, kabile, aşiret, cemaat, tarikat, parti veya aileye mensup olmanızda ve şeklen, yani mış gibi yaşamanız da değildir. İyiliğin referansı pusulanızı çevirdiğiniz yönlerden ziyade şunların yaptığıdır ki; “ONLAR
ALLAH'A İMAN EDERLER.”
Biz birçok kavram gibi iman kavramının da maalesef içini boşalttık. Genele yayılmış haliyle iman, kalp ve zihinde oluşan bir tasavvurdur ve amele yansıması çok da gerekli olmayan bir haldir ki bunun üzerine bir galat-ı meşhur da "paranın ve imanın kimde olacağı belli olmaz" gibi Kur'an'dan koparılmış bir iman tanımı yapılır. Oysa Kur'an' da imanın geçtiği tüm ayetlerde salih amel hemen ardından gelir ve bunlar kopmaz bir bağla bağlanmıştır. İman, kelime anlamıyla inanmak, güvenmek, güvende olmak ve güven vermek anlamına gelirken iman iddiasında olan bizlerin iman kavramının üzerine bir tefekkür yolculuğu yapıp ne kadar güçlü inanıyoruz, ne kadar güveniyoruz Rabbimize, ne kadar güvende hissediyoruz ve ne kadar güven veriyoruz insanlığa gibi sorulara vereceğimiz hakiki cevaplar kalitemizi ortaya çıkaracaktır.
“AHİRETE İMAN EDERLER.”
Aslında her insan içten içe yok olmaktan korktuğu için bir şekilde çarpık olsa bile öteki aleme dair bir umut besler. Kendini "Alemlerin Rabbi" olarak tanıtan Allah, insanın iç beninin neleri talep ettiğini, nasıl itminan bulacağını, sonsuz ilmi ile hayatın dünya hayatından ibaret olmadığını asıl yaşamın ahiret yurdunda olacağını ve buna iman edenlerin yaptıkları her ameli bu farkındalıkla yaptıkları takdirde kurtuluşa ereceklerini hatırlatır.
“ONLAR Kİ MELEKLERE İMAN EDERLER.”
Bundan ne anlamalıyız? Kendi hesabımıza ne çıkarmalıyız? Allahu alem meleklere iman etmekten kasıt, alemler içinde insanın kendisini tek görmesine ve eşref-i mâhlukat zannedip kibir zehirlenmesi yaşamasına karşı bir panzehirdir. Evet alemlerin Rabbi, sadece insanı yaratan bir Rabb değildir Aksine çoğul gelen alemler içinde bir zerre olduğunu unutma! O'nun öyle nezih ve temiz kulları vardır ki güçlü kuvvetli ve itâatkardırlar. İnsan olmanız hasebiyle melekleşmeye de çalışmayın. Çünkü bu imkansızdır ama imkansızın içinde mümkün ve değerli olan ise sizin meleklere ait özellikleri kendinizde meleke haline getirmenizdir. İşte budur sizi takvaya yakınlaştıracak olan.
Biz melekleri kanatları olan birer figürden başka bir şekilde konumlandıramadığımız için ne yazık ki meleklerin bizde meleke olması için de herhangi bir çaba sarf etmedik ve sonuç olarak esfel-i safiline düşen insanların gün geçtikçe arttığına da şahit oluyoruz.
“İLAHİ KELAMA İMAN.”
Kur'an, Allah'ın son vahyidir ve onu bizim hayat kitabımız olsun diye vahyetmiştir. Kur'an' dan Kur'an'a, Kur'an'ın gözüyle bakarsak şunu görürüz; insanoğlunun doğum öncesi halinden ta ki ölüm sonrası durumunu dahi konu edinen. Fıtri ve asli tüm ilkeleri barındıran ve ancak ona kendinizi teslim ettiğiniz zaman takvaya ulaşacağınızı, onun gösterdiği sıratı müstakim dışındaki tüm yolların çıkmaz sokak olduğunu görürsünüz.
Biz ilahi kelama nasıl inandık derseniz onu kutsal, dokunulmaz, anlaşılmaz, makberde okunacak süslü kılıflarda korunası bir kitap haline getirdik. İşte bu yüzden Kur'an, bizim hayatımızda özne değil nesne oldu maalesef.
“NEBİLERE İMAN”
Nebi kelime manası ile Allah'tan haber alan kişidir ve yukarıdaki ayette çoğul gelmiştir. Kur'an, nebilerin her birini birer rol model olarak tanıtır. Her biri farklı özellikleri ve güzellikleri ile bize kıssa edilir. Onların arasında ayrım yapmadan, bizim nebimiz onların nebisi gibi Kur'an' a aykırı olan bakış açısının doğru olmadığını onların iman ve amel ettikleri düsturları yaşadığımız takdirde kurtulanlardan olacağımızı defaatle vurgular.
Biz ise ne nebileri, nebilerin en fazla mücadele ettikleri şirke alet ettik. Onları birer kul olarak değil; insanüstü birer varlık, istese dahi günaha giremeyecek, doğuştan bir zırhla korunmuş olarak gördük. Hristiyanlar, resullerini hâşâ O'nun bir parçası olarak görürken Yahudiler ise nebileri hâşâ Allah ile güreştirdiler. Biz de ümmet-i Muhammed olarak onlara veyl edip ellerimizi ovuşturarak, "Çok şükür biz öyle değiliz" deyip kendimizi fırka-i naciye addettik.
Peki, şunları nereye koyacağız; "Ete kemiğe büründüm Muhammed diye göründüm", "Alemler Onun yüzü suyu hürmetine yaratıldı", "Kalbi küçükken yıkandı", "Parmaklarından sular akıyordu", "Melekler doğduğu evi tavaf ediyorlardı", “doğduğu gece dünyada birçok olağanüstü olay gerçekleşti” gibi safsatalarla birlikte miraçta Allah ile konuşturunca hristiyanlardan ve yahudilerden çok mu farklı bir iş yapmış olduk? Ana rahmine düştüğü günü kandil olarak kutlamadık mı? Ona, onun mesajına en büyük zulmü biz yapmadık mı? Oysa onun ve öbür tüm nebilerin şanının yücelmesi için bunların hiçbirine gerek yoktu. Onlar, muhatap olan her insanı izzetli kıldığı gibi vahiyle muhatap oldukları için ve Rabbu’l Alemin onları elçi seçtiği için zaten yeterince şan, şeref ve izzet sahibiydiler...
Müslümanların amentüsü diyebileceğimiz yukarıdaki 5 madde, Kur'an'da üç yerde geçer. Bakara/177 haricinde yine Bakara/285 ve Nisa Suresi 136. ayetin içeriğine nazar ettiğimiz vakit şunu çok net görürüz; İman bir iddiadır, salih amel ise o iddianın ispatıdır. Bu ispatın ilk maddesi ise mal ile ilgili gelir.
“ONLAR, MALA OLAN SEVGİLERİNE RAĞMEN...”
Dünyaya ait malın insana kendinden menkul bir değer katabilmesi için onu paylaşmanın esas olduğunu ve yine ona olan sevgimize rağmen vermemiz gerektiğini ifade eder. Gaye şudur ki; bizim dünya malının elinde bir metâ bir nesne olmamızın önüne geçmek. Mükerrem kılınan insan, malın öznesi olup onun bir emanet olduğunu aklından da kalbinden de çıkarmadığı takdirde malı ona hiçbir ederin satın alamayacağı değerler kazandıracaktır.
“YAKINLARA...”
İlk etapta malını yakınlara vermekten bahseden ayet, bu yakınlığın nasıl bir yakınlık olduğunu söylemez. Yakınlıktan kasıt fiziksel, biyolojik veya coğrafi olarak anlaşılabilir amma velakin bununla beraber kalben yakın olanların veya kalbi yakınlaştırılmak istenenlerin olması da ihtimal dahilindedir.
“YETİMLERE...”
İkinci sırada malı yetimlere vermekle mükellef tutan vahiy var. İnsanlık tarihi boyunca istismara en açık gruptaki yetimleri sosyal hayatta kalkındırmamız için bize bir kapı açar ki sosyal adalet denilen şey gerçek anlamda yerini bulsun.
“MİSKİNLERE...”
Bir toplumun Refah seviyesi o toplumdaki Miskinlere davranışları ile paralel seyreder desek abartmış olmayız herhalde.
Biz miskini genelde tembel insan zannederiz. Oysa miskin yokluğun yoksunluğun kendisinde mesken tuttuğu insandır. Nitekim öyle insanlara şahit oluyoruz ki çalışıp çabalasa dahi kendine yetemez halde olabilmektedir.
“YOLDA KALMIŞLARA...”
Yolda kimler kalır, bu yol hangi yoldur, neden yolda kalır ki insan? Kur'an'ın bütününe baktığımızda yolda kalmışların yerinden yurdundan edilmiş, zulüm, açlık, yokluk nedeniyle yollara düşmüş insanlar olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bunlar bugün bizim mülteci diye tanımladığımız muhacirlerdir. Muhacirlerin bu kadar dışlandığı bir dünyada sanki 1400 yıl önceden vahiy, bize bir projektör tutar. Mümin, insana bunu yapmanın yakışmayacağını anlatır. Çünkü yeryüzü Allah'ındır ve bizler de burada öncekiler gibi kalıcı değiliz. Yolda kalmış birçok resul gibi Hz. Muhammed' de yolda kalmış bir yetimdi ve ona kucak açan ensarın ne kadar övgüye mazhar olduğunu ne kadar da çabuk unutuyoruz. Medine'de muhacirleri istemeyen kişilerin münafıklar ve yahudiler olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Onların gerekçeleri de son derece makul görünüyordu. Demografik yapımız bozulur, işlerimizin elimizden alınmasından korkuyoruz, iktidar olurlarsa ekmeğimizden oluruz ve bizi buradan gönderirler gibi sözler ne kadar da güncel sözler değil mi? Oysa bunları söyleyenler mazlumların ve müslümanların düşmanlarıydı.
“İSTEYENLERE...”
Bize göre ihtiyaç sahibinin istemeyeni makbul olsa da isteyenin ve istemenin yadırganmaması gerekir. Nihayetinde bazı ihtiyaç sahipleri talepkâr olmadıkları zaman bundan haberdar olunmayabilir ve onların ihtiyaçları sırf bu nedenle giderilemeyebilir. Bu kategoriye sokaktaki dilenciler de girer fakat onların bu işi istismar ettiğini yani ihtiyacı olmadığı halde istediğini dilendiğini tespit ettiğimiz vakit vermemek de bir tercih sayılabilir tabii ki.
“VE ÖZGÜRLÜĞÜ ELLERİNDEN ALINANLARA...”
Bu cümlede aklımıza ilk gelen grup ayaklarına pranga geçirilen kölelerdir ve fakat Kur'an' ı güncellediğimiz vakit şunu görüyoruz ki bugün artık köle pazarlarına neredeyse şahit olmuyoruz. Peki, ayetin bu cümlesini nereye koyacağız? Elbette ki kölelik sadece ayağa pranga vurulmakla olmaz. Bugün bankaya borcu olan insan resmen bankanın kölesi olmaktadır veya eşinden zulüm gören, ayrılmak kaçınılmaz olmasına rağmen sırf maddi sıkıntısı olduğu için o zulme katlanmak zorunda kalan kadınlar veyahut bir iş yerinde çalışırken başka gidecek kapısı olmadığı için yöneticisinin zulmüne maruz kalan insanlar bu kategoriye girmez mi sizce? Bu şekilde anlamak Kur'an'ın insana dair temel ilkelerine aykırılık arzetmemektedir kanâatimce.
“NAMAZI İSTİKAMETLE KILANLAR...”
Namaz, salatın bir bölümünü teşkil eder. Ve o an geldiğinde ıskalanırsa telâfisi olmayan bir eylemdir. Namaz bir müminin hayatında İslam olduğunun en bâriz göstergesi. Namaz, kula kulluktan fâhşadan, riyadan, egodan velhâsıl insanın insanlığına aykırı her ne varsa hepsini temizleyen ve kime kulluk ettiğinizin şahidi olan ibadet. Ama hangi namaz? Elbette İstikamet üzere kılınan namaz sırat-ı müstakim üzere olanın dosdoğru işaret taşları üzerine ikame edilen namaz. Dik duruşun, omurgalı olmanın, amalara, niçinlere, nedenlere bakmaksızın tüm vesvese ve ayırtıcılara rağmen göz bebeği gibi korunan namaz. Siz namazı ikame edin ki namaz da sizi ikame etsin.
Biz toplum olarak namazı hiç Kur'an' dan dinledik mi doğrusu pek emin değilim. Zira en ufak bir dış veya iç etkende ilk askıya alıp belki de vazgeçtiğimiz eylem namazdır Maalesef. Kimimiz onu tatile giderken kısaltma derdinde, kimimizse kuranda bahsi geçenin aslında formel olan namaz olmadığını iddia edip vakitleri kırparak hayatından çıkarma derdinde. Böyle sallantıda bir namaz, kılanını adam eder m? Bir namaz düşünün ki sizin günlük bütün vakitlerinizi kontrol altına alır, sizde diri bir bilinç ve aktif bir müslüman profili oluşturur. Böyle bir namazla bizim kıldığımız namaz arasındaki farkı varın siz düşünün.
“VE ZEKATI GÖNÜLDEN GELEREK VERENLER...”
İmandan salih amele gerçekleşen kemal yolculuğu nasıl ki içten dışa doğruysa namaz ve zekat ilişkisi de öyledir. Namaz; hayatı kontörlü yaşamak, her daim ilkeleri dinç ve diri tutmak, ruhu ve bedeni arındırmak ise zekat da malı arındırmanın adıdır. Kelime anlamı ile "taşan şey" olan zekat, kavram anlamı ile tam bir uyum içinde. Elimizde biriken malların taşan kısmının verilmesi olarak anlarız onu. Okyanuslar bir yerden bir yere aktıkları için suları temiz ve arı duru kalır. Oysa havuzlardaki durağan sular filtre takılmazsa her daim kirlenir ve hastalık oluşturur. İşte dünya malı da böyledir biriken malı bir yere akıtmadığınız takdirde insanın ruhunu kirletir zehirler. Elbette bunun olmazsa olmaz şartı ise mala olan sevgiye rağmen gönülden gelerek verilmesidir. Çünkü mümin kendisi de dahil her şeyin sahibi olan bir sevgilinin sevgisi uğruna vazgeçer sevdiği şeylerden. Aksi halde neyi çok severse onun ilah olacağının farkındadır.
Peki, biz zekatı nasıl anlamışız? Ziynet, ev, araba gibi şeylerin zekatı olmaz demişiz. Malın kırkta birini verin demişiz. Zekat zamanı mallarımızı başka birilerin üzerine geçirip güya kurnazlık yapıp işi katakulliye getirmeye çalışmışız. Buğday ile ölçüp aman bir gram fazla gitmesin diye ecel teri dökmüşüz. Oysa Kur'an' da zekata yer, zaman, zemin, miktar gibi şartlarda konmamıştı ki. Bu verdiğimiz hangi arınamama bedeliydi acaba?
“ONLAR SÖZ VERDİKLERİ ZAMAN SÖZLERİNDE DURURLAR.”
Ahde vefa. Kur'an'ın ahlaklı bir toplum inşa etme hedefindeki köşe taşı Elbette ki insandır ve bu insanın kendi içinde bir toplum potansiyeli taşıdığını bilen Rabbimiz, 'sen düzelirsen toplum da düzelir' mesajını çok yönlü ve hikmetlice verir. Allah resulü, müslümanı tanımlarken “insanların dilinden ve elinden Emin oldukları kişidir”. buyurur. Bir müslüman için ağzından çıkan kavlin kelama dönüşebilmesi için sözünü yönetebilmesi gerekir. Müslümanın sözünün notere ihtiyacı olmamalıdır. Zira gerçek müminin sözü senettir. Yalanın esintisi dahi rahatsız etmelidir mümini. Toplum tıpkı Resulullah'a güvendiği gibi ona da güvenmelidir. Sizinle savaşırken bile mallarını emanet edebilmelidir. Sözünüzün teyite muhtaç olmadığı bir toplumda ihanet ve kötülük ne kadar kol gezebilir ki?
Biz bu niteliklere ne kadar da yabancılaştık değil mi? Her sıkıştığımıza yalandan zincirler oluşturduk. Eğer o söylüyorsa çok da inanma sakın ha, müslümanım diyenler ile ticaret yapma, hacıdan hocadan uzak dur gibi cümleler ne kadar da tanıdık geliyor? Bir kendimize bir de Kur'an' ın mümin tanımına bakalım ve aradaki açığın büyüklüğünü kapatmanın çokça azim gerektirdiğini kavrayalım.
“ŞİDDETLİ ZORLUK VE DARLIKLARA KARŞI GÖĞÜS GERERLER.”
Zorluklara ve darlıklara karşı sabretmek. Sabır kavramı Kur'an' da hak bildiği yolda dosdoğru bir şekilde inandığı ilkelere sonuna kadar sarılmak ve o uğurda mücadele etmek anlamında geçer. Bazen yer demir gök bakır dahi olsa asla dönmemek, boyun eğmemek, zulümlere rıza göstermemektir aslında. Dünyanın birçok yerinde azınlık dahi olsalar başlarına yağan felaket, zorluk ve zulme karşı direnç gösteren, dimdik durabilen ve sırtlarını sadece Allah'a dayadıkları için yılmaz yıkılmaz müslümanlara tüm insanlık şahitlik etti ediyor ve edecektir. Her şey yolunda giderken müslümanlık kolay iştir ama zor olanı, zorluk zamanı sabredebilmekte. Ayakta durabilmekte ve tüm zorluklara, zorbalara kök söktürebilmekte
Ya biz sabrı nasıl anlamışız? Mesela şöyle anlamış olabilir miyiz? “Vur ensesine al lokmasını”, “Zalim bazen eşin, evladın, yöneticin, patronun veya ultra zalimler olsa dahi ses çıkarma ve sabret...” bununla birlikte aza kanaat eden pasif ve itaatkar müslümanı takvalı ve sabırlı zannettik. Tabii ki bu kavram da Kur'an'ın içini doldurduğu lakin bizim içini boşalttığımız bir kavram olarak geçti literatüre. Sabır zannettiğimiz acizlikten tam da zalimlerin istediği bir müslüman profili yarattık.
“İŞTE BUNLARDIR SÖZLERİNE SADIK KALANLAR.”
Hangi söz? Nasıl bir sadakat? Bu söz her birimizin imzaladığı fıtrat sözleşmesidir Allah'u alem. Çünkü fıtraten tevhide, adalete, merhamete, iyi doğru ve güzel olan ne varsa ona uyumlu yaratıldık. Bu söze sadık kaldığımız takdirde dünya yaşanılası, ahiret ise koşa koşa gidilesi gereken bir yer olacaktır. Çünkü biz en güzel sözü tek güzele verdik ki güzellerden olalım.
Biz Kur'an'a ait kavramları, Kur'an' a zıt anlamlarla doldurmakta o kadar mahir bir topluluğuz ki; bu fıtrat sözleşmesini de bezm-i elest diye bir kurgu ile tüm ruhları bir meydanda toplatarak toplu söz aldırdık. Bundan da beteri, verdiğimiz sözü o kadar derinlere gömdük ki esamesi okunmadı. Varlık amacımızı ve verdiğimiz söz üzere yaşamak bize efsane, mitoloji kalıntısı bir miras olarak kaldı. Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda aslında fıtrat sözleşmemize sadık kalsaydık dünyada sözü geçen, adaletle hükmeden insanlar biz müslümanlar olurduk.
“İŞTE TAKVAYA ERMİŞ OLANLAR BUNLARDIR.”
Ne de güzel sıralamış Rahman ve El-Vedud olan. Muttakilerden olmak istiyorsanız bunun yolu budur. Evet, zor, zahmetli ve dikenli bir yol olabilir lakin sonunda kurtuluşa erecek olanlar bu özelliklere sahip olanlar olacaktır. Her levelde zahmetin rahmete dönüştüğünü göreceksiniz yeter ki istikrarlı olun ve vazgeçmeyin. Biz takvayı sadece dış görünüşe bağladık. Sakal, sarık, cübbe, çarşaf ve tesbih gibi içi boş görseller bizim için takva göstergesi oldu. Çünkü imanı, İslam’ı ve takvayı da Kur'an' a sormak işimize gelmedi. Her şeyi kitaba uygun değil de kitabına uydurmaya çalıştığımız sürece güzel insan, güzel toplum bir ütopya olmaktan öteye geçemeyecek.
Sağına soluna bakmadan, “kim yapacak” demeden;
“ben varım, ben yaparım!” diyenlerden olmak ümidiyle...
YAZIYA YORUM KAT