1. YAZARLAR

  2. SİNAN ÖN

  3. Birlikte Ancak Temassız Yaşam!
SİNAN ÖN

SİNAN ÖN

Yazarın Tüm Yazıları >

Birlikte Ancak Temassız Yaşam!

30 Nisan 2018 Pazartesi 22:21A+A-

Hollanda İçişleri Bakanlığı’nın yaptırdığı bir araştırma sonucunda, 2017 yılında 11 bin 500 ayrımcılık vakası tespit edilmiş. Bunların önemli bir kısmı etnik azınlıkları hedef alırken, dini temelli olanların %71’i Müslümanlara yönelik!

“Avrupa’nın ‘kurucu değerlerini’ taşıyan bir ülkede bu nasıl olur?” diyenler olabilir, ancak bu veriler kendilerine ait. Bu verilerden yola çıkarak, Hollanda örneğinde etnik ve dini azınlıklara dönük ırkçılık ve ayrımcılık olgusunu anlamaya çalışalım inşallah. 

1960’lar Hollanda toplumunun göç almaya başladığı yıllarken, 90’lar uyum ve adaptasyon sorunun ortaya çıktığı zamanlar olur. Bu dönem, toplumsal yapının değiştiği ve hareketlendiği bir dönemdir.

Babalarının önceliği ‘ekmek kavgası’yken; yeni nesil, toplumun bir parçası olur. Bu durumun dini ve milli değerlere asimile olmadan gerçekleşmesi, kimliği muhafaza ederek varlığını kabul ettirme isteği, toplumda kendini asli unsur olarak gören grupları rahatsız eder. Göçmenler toplum içinde yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanır.

Batı kendini seküler toplum olarak tarif eder! Oysa vakanın pratikte böyle olmadığını söyleyebiliriz. Dinin toplumsal hayattaki rolü, özellikle azınlıklar karşısında kendini en şedit şekilde dışa vurur.  

Hollanda toplumu; seküler bir ortamda dinî grupları da içine alan, ‘kastvari’ tabakalaşmanın en yetkin örneğini sunar bize! Bu onların ‘sütunlaşma’ denilen bir olguya sahip olmalarından sebeptir.

Sütunlaşma; Hollanda için temelde farklı hayat tarzlarının kabulüne dayalı geniş bir uzlaşma olarak tanımlanır. Farklı hayat tarzları derken kastedilen ise, ülkedeki iki büyük dinî grup olan Protestanlar ve Katolikler ile bunların dışında, daha çok siyasal anlamlar içeren sosyalistler ve liberallerdir.

Kavram; 19. yüzyılda Hollanda, ‘modern toplum’ olma yolunda ilerlerken, kendisini nasıl bir yapı içinde kurması gerektiği tartışmalarından doğar. Ülke ya bölünecek ya da birlikte yaşamanın yolu bulunacaktır.

7. yüzyılda Katolikleşen ülkede, Protestanlığın ortaya çıkışıyla birlikte hatırı sayılır bir kesim bu mezhebi benimser. Ülke bölünmeyle karşı karşıya kalır. Hollanda, o dönemde idari bünyesi içinde yer aldığı Katolik İspanya’nın egemenliğindedir. Protestanların giriştiği bağımsızlık mücadelesi, ülkede ‘din savaşları’ tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Ancak, William Van Orange yönetimindeki Protestanlar, 10 yıllık bir savaştan sonra, ‘din barışı’ adı altında imzalanan bir anlaşmayla, Katolikleri de yanlarına çeker ve İspanyollara karşı bağımsızlık elde edilir. Katolikler ile Protestanların bu şekilde birleşmesi, sütunlaşmanın ilk nüvesidir.

Avrupa’da Protestan ülkeler halen krallıkla yönetilmektedir. Bunun nedeni; Protestanlığın seküler yönetimleri benimseyen, merkezi olmayan kilise örgütlenmesine sahip olmasıdır. Bu özellik modern ulus devletin örgütlenmesinde başat unsur olurken, sanayileşmeyle yeni toplum katmanları ortaya çıkar. Oluşan sınıfların siyasal anlamda temsiline dayalı olarak ortaya çıkan liberaller ile sosyalistler sütunlaşmanın ikinci nüvesidir. Dolayısıyla bütün bu değişik toplum katmanlarının bir arada yaşaması için toplumsal bir mutabakatın devreye sokulması ihtiyacı doğar.

Sonuçta , Hollanda ulusunun dört ayrı sütundan oluştuğu kabulüne dayalı bu mutabakatta, her bir grup bir diğeriyle ilişkiye girmek zorunda kalmadan kendi kurumlarını kendi kaynaklarıyla oluşturma hakkını elde etmiş ve toplum içinde ayrı bir tabaka haline gelmiştir. Ulusu kuran temel direkler olarak kabul edilir bu gruplar. Bu grupların dışında kalanlar kendi dillerini konuşabilirler ancak ‘azınlık’ statüsündedirler.

Çeşitli hayat tarzlarının ve inançların birlikte yaşamasına dayalı bu mutabakatta, her bir ‘sütun’ kendi okulunu, hastanesini, radyosunu-gazetesini-TV’sini, sendikasını, siyasal partisini hatta dükkânlarını kurma hakkına da sahip olması normal karşılanmakta hatta teşvik edilmektedir. Örneğin; Katolik ya da Protestan hastaneler ayrıdır ve bir Protestan, yakınında olsa bile Katolik hastaneyi değil, uzakta olan Protestan hastaneyi tercih eder. Hastanelerde çalışan personel için Katolik ya da Protestan eğitim kurumları oluşturulmuştur. Amaç, her bir sütunun alt katmanlarının, birbirleriyle ilişkiye girmelerini engellemek ve olası bir çatışmadan uzak şekilde yaşayabilmelerini mümkün kılabilmektir.

Her bir sütunun üst katmanları ya da liderleri ise sütunlar arasındaki mutabakatın devam etmesi için sürekli olarak iletişim içinde kalmakta ve bu çerçevede bir ilişki ağı oluşturulmaktadır.

Hollanda’nın sergilediği model, bir kaynaşmayı içermeyen, süreç içinde her bir sütunun kendi elitini ve toplumsal organizasyonunu kurduğu bir ‘uluslaşma’ ve ‘modernleşme’ şeklidir. ‘Birlikte ama temas etmeden yaşama’ modeli!

Hollanda toplumu değişirken göçmenler yoluyla kendisini yeniden tanımlama ve yeni bir kimlik edinme sorunuyla yüz yüze geldi. Böylece din bir kez daha toplumdaki katmanlaşmaların kurucu unsuru haline geldi. Müslümanlar bu konuda önemli bir etken. Hollanda toplumu kendisini daha fazla Hristiyan değerler etrafında tanımlamaya başladı. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan yeni aşırı sağ akımları da göz ardı etmemek gerek. Bu akımlara göre göçmenler ‘hiç bir yerden gelmiyorlardı’ yani köksüzdüler! Asli unsurlarla aynı statüye sahip olmaları düşünülemezdi!

Ülkede bir ‘Müslüman sütunu’ oluşturulması fikri ve karşısında oluşan tepkiler de bu minvalde okunabilir.

Avrupa’da göçmenlerle birlikte İslami kurumlar ve değerlerin nasıl bir toplumsallaşma yaşayacağı merak ve tartışma konusu. İslam’ın toplumdaki varlığını sınırlandırıcı hareketler, toplumda bu varlığın ve değerlerin yerinin olmadığını düşünüyor.

Hollanda örneğine geri dönersek; elit tabakaları olmayan göçmenlerin bir sütun olarak kabul edilmesi durumunda onların topluma adapte olmalarının güçleşeceği söyleniyor. Yani ‘siz toplumun aşağı tabakasındakiler, önce bizim gibi olmalısınız!’ deniyor!

Çünkü; Göçmen nüfus azınlık bile değilken görünür olmuş, ulusun temel kurucu dinamiklerine alternatif oluşturmuştur. Yüzyıllardır ‘birlikte ama temassız’ yaşayan grupların kendi oluşturduğu kurumları, toplumsal dinamikleri vardır ve ötekine temas etmeden yaşayabilirler. Ancak göçmenler bağımsızdır ve kendilerine ait olmayan kurumlarda, kendi kimlikleriyle var olmak istemektedirler. Ayrıca ‘sekülerleşme arzusu’ ne kadar kendini dayatırsa dayatsın bu toplumlar dinsel anlamda bir kökene sahiptirler ve farklı bir dine tahammül gösteremeyecek kadar da taassup sahibidirler. Bu taassup yüzünden oluşturdukları sistemin içini boşaltan göçmenleri tehlike olarak görmektedirler.

Toplumun bu özelliği, Batı’da artan İslamofobi’yi anlamak için de önemli bir veri sunuyor. Çünkü Müslümanlar karşısında Batı toplumu, bütüncül bir kimlik arayışına girdi. ‘Seküler’ bir toplumda dinî kimlikler ve değerler ağırlık kazanmaya başladı. Neticede aşırı ve ırkçı sağın yükselişiyle, toplumda etnik azınlıklara karşı önemli bir baskı söz konusu.

Öyle ki; ‘medeniyet merkezi’ Avrupa’nın en gözde ülkelerinden İsveç’te bir devlet kurumuna ‘Nazi bayrağı’ çekilmesi, nasıl bir kimlik arayışı içinde olunduğunu gösteren önemli bir örnek!

Hollanda özelinde görülen bu durum farklılıklar içerse de Batı’nın tamamında yaşanan bir gerçeklik. Bunun küresel egemen siyasete yön verenlerin bir politikası olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek. Dünya giderek kimliksel farklılıkların netleştirildiği ırkçılık ve ayrımcılık hastalığına kapılıyor. Bu gemiye binmeye çalışan yerli unsurlarımızın varlığı ise ayrı bir çalışmanın konusu…

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum