Biri korkuysa diğeri ne?
Osman B. Manav, bazı ailelerin çocuklarını korkutarak eğlendirmek için para ödedikleri bir dünyada gerçek korkuyu yaşayan çocuklar arasında bir ayrıma gidilmesi gerektiğini öneriyor.
Osman Bülent Manav / Nihayet
Mütehâyif
Hiç duydunuz mu bilmiyorum, bizim oralarda, yani yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen, maki bitki örtüsüyle kaplı bölgemizde kullanılan, höyflenmek/höyüflenmek diye bir kelime var. Türk Dil Kurumu Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde “hörflenmek” olarak derlenmiş ama bizim memlekette höyflenmek veya höyüflenmek diye telaffuz edilir. TDK başka bir bölgeden derlemiş demek ki.
Arapçadaki havf-tahyif/korku-korkutma kökünden geliyor olması kuvvetle muhtemel bir kelime lakin kullanım sahası itibariyle arada nüans var. Bizdeki höyflenme, içinde biraz korku, biraz endişe, biraz kaygı, ürkme, işkillenme barındıran karmaşık bir his. Şöyle izah edeyim, gece yolda yürürken karşınıza hırlayan bir köpek çıksa, korkarsınız; fakat az ilerdeki mezarlıktan ışık huzmesi içinde ak sakallı bir dede çıkagelir de köpeğin yanına dikilirse höyflenirsiniz.
Anadolu’da, uzun kış gecelerini veya bol yıldızlı yaz akşamlarını renklendiren sohbet konularından biri de, loş ışıkta, kısık sesle anlatılan “korkunçlu” hikâyeler ve onların üzerine kurulan oyunlardı, şüphesiz. Kesikbaş, Gulyabani, Karabasan, Harkıt, Tepegöz, üç harfliler ve daha niceleri… Misal, yüzü, gaz lambasının titrek alevleriyle gölgelenip aydınlanan teyze, dede veya amca, yavaş yavaş tansiyonu yükseltir, zurnanın zırt dediği yerde aniden yerinden fırlar, bir üfleyişte gaz lambasını söndürüverirdi. Çığlıkların haddi hesabı olmazdı. Gerek ses tonuyla gerekse tahkiye tarzıyla buna yatkın olan, dinleyenleri ziyadesiyle korkutup höyflendirebilen kimseler, el üstünde tutulur, rağbet görürdü. Fakat bunun bir ekonomik karşılığı yoktu.
Korkutulmak için kaç lira ödersiniz?
- İnsanların rağbet ettiği bir şey olmasından hareketle, korkuyu ambalajlama, bilete bağlama fikri, ilk nerede doğdu bilmiyorum; fakat aklımıza gelen her ne varsa, bir yolunu bulup “ekonomiye kazandıran” çağdaş kapitalizmin, korkuyu gözden kaçırması mümkün değildi elbette. Zira korku, en temel, hem insani hem de hayvani duygularımızdan biri.
Roman, sinema gibi, bizzat aktörü veya figüranı olmadığımız, herhangi bir interaktivite olmaksızın, tek taraflı ve sadece maruz kalarak yaşadığımız yöntemleri saymazsak; korku ve höyflenmeyi ambalajlayıp, biletleyip pazara sunma çabasının en iptidai şekli, lunaparklardaki korku tünelleri olsa gerek. Bilirsiniz işte, yürüyerek veya raylı bir araçla geçilen karanlık bir tünel, sağda solda kanlı elbiseler, hayalet görünümlü korkuluklar, bir anda koridorun ortasına atlayıp karşınıza dikilen canavar makyajlı tiyatro sanatçıları vs. Laf aramızda, merak belasına girmişliğim varsa da, hiç hazzetmem.
Korku tüneli konseptinin, kendi içinde, hikâyeler ve tiyatro oyunlarıyla, sanal gerçeklik gösterileriyle zenginleştirilmiş çok çeşitli örnekleri mevcut. Mesela bunların en eskilerinden ve en meşhurlarından biri olan London Dungeon’da (Londra Zindanı), şehrin bin yıllık tarihine ait pek çok hadise, özenle hazırlanmış dekor ve tecrübeli aktörler vasıtasıyla ziyaretçiye aktarılıyor. Daha doğrusu, ziyaretçiler, teatral bir ortamda o günleri yeniden yaşamış oluyor. Korku ve höyf, biraz tarih biraz da komedi ile harmanlanarak sunuluyor.
Bir başka ürün ise, 'korkunçlu' hikâyeler anlatan meddahlar eşliğinde çıkılan turlar. Muhtemelen başka yerlerde de vardır, ben seneler önceki bir seyahatimde, Vaşington’da rastlamıştım. Akşam olup da hava karardı mı, geleneksel kıyafetli rehberler, ellerinde gazlı gemici fenerleri, sokak başlarında beliriyor.
Yeterli kalabalığı toparlayan rehber, bizdekine benzeyen esrarengiz hadiseler, hayalet hikâyeleri anlata anlata sokakları dolaştırıyor. Adı da “hayalet turu”. Merak eden, gogıl’a “Washington DC Ghost Tours” yazıp bakabilir. Bunların kimi ücretsiz. Daha doğrusu, rehber size sadece hikâyeler anlatıp sokakları dolaştırıyor ve hoşnut kalırsanız vereceğiniz bahşişlerle iktifa ediyor. Kimi ise ücretli. Bunlar da sizi perili evlere, ürkütücü bahçelere, mezarlıklara falan götürüyor. Ne kadar para, o kadar höyf.
Ancak, geçen aylarda internet sitelerine düşen bir haberden yola çıkıp, küçük çaplı bir araştırma yapınca gördüm ki, mevzuun ciddiyeti, korku tüneli ve hayalet turlarının fersah fersah ötesine geçmiş. “İşkenceye Maruz Kaldığı Perili Ev Kâbusu Oldu!” başlıklı haberin özü şuydu: “ABD’nin San Diego şehrinde ‘dünyanın en korkunç perili evi’ olarak bilinen McKamey Manor’a eğlenmek için giden Amy Milligan, az daha canından oluyordu (…) Milligan’ın anlattığına göre perili evde, boğulma hissi vermek için kadının kafasına bir çuval geçirilerek üzerinden su dökülmüş ve bu işkence sırasında ölümle burun buruna geldiğini düşünmüş (…) Yaşadığı travmatik tecrübe sonrasında Milligan, polise şikayette bulundu. ABD polisi McKamey Manor hakkında inceleme başlattı.”
Haberdeki bir iki detayın altını çizip öyle devam edelim: Dünyanın en korkunç perili evi olma iddiasında ticari bir tesis. Oraya eğlenmek amacıyla giden bir kadın. Ölümle burun buruna geliş. Ve mahkemede biten “eğlence”.
McKamey Manor, Batı’da epeyce yaygın olan Haunted House/Perili Ev konseptinin en eski temsilcilerinden. O ve benzeri hizmet sunan evler, daha doğrusu şehirden bir miktar uzağa inşa edilmiş malikâneler, tamamen ziyaretçilerini korkutmak, ürkütmek, höyflendirmek üzere tasarlanmış. İster ferdî ister arkadaşlarınızla beraber, belli bir tarih için ücret karşılığı rezervasyon yapıyorsunuz, gerekli sağlık testlerinden geçiyorsunuz ve saatler süren korku turuna başlıyorsunuz. Tur dediysem, sadece belli bir güzergâhta yürüyüp gitmeyi ve korku tünellerindeki gibi oradan buradan pörtleyen objeleri düşünmeyin; kafese tıkılmak, tepenizden aşağı boca edilen pis kokulu sıvılar, hareketsiz, nefessiz bırakan ağ tuzakları, belli ölçüde fiziki şiddet ve daha nice “oyun”, içeride sizi bekliyor.
- Açık büfe korku hizmeti sunan perili evler, birbirinden farklı ve zengin bir yelpaze oluşturuyor. Bir araya gelip kurdukları dernekler, federasyonlar var. Kimi daha fazla korku, kimi daha fazla şiddet sunuyor. Bunun üzerine yazılmış binlerce makale, en iyi evi seçmek için düzenlenen yarışmalar, korku makyajı üzerine uzmanlaşmış makyözler, kostümcüler, daha aklınıza gelebilecek her ne varsa, tümünü içinde barındıran devasa bir sektörden bahsediyoruz.
Tahmin edebileceğiniz gibi, Valentin Günü’nde bütün restoranların kapalı gişe hizmet vermesine benzer şekilde, Cadılar Bayramı’nda da perili evlerin fiyatları yükseliyor, rezervasyonlar tıka basa doluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde, bilhassa ekim ayında, sektörde istihdam edilen eleman sayısının 100 bini bulduğu söyleniyor.
Ülkemiz müteşebbislerine gelince, onların da bu konuyu ihmal etmediğini görüyoruz. İstanbul, Ankara, İzmir’in yanı sıra, Karaman, Diyarbakır, Kütahya, Adıyaman, Samsun gibi toplamda 60’tan fazla vilayette, faal korku evleri (veya kaçış evi) hizmet veriyor. Henüz Batı’daki örnekleri kadar iddialı değiller fakat ciddi ciddi yol almaya başlamışlar.
İyi de, psikolojik hastalıklar müstesna, zihin sağlığı yerinde olan bir adam, ne diye korkmak, ürkmek, höyflenmek için para öder veya ödemelidir? Bu soruya, sektör temsilcilerinin verdikleri cevaplara bakacak olursanız, korkunun zihin açıcı tesirlerinden başlayıp, çığlık atmanın faziletlerine, dostlarla güzel hatıralar biriktireceğinize kadar bir dolu “hikmet”ten söz ediyorlar. Lakin buradaki kritik noktaya dair benim kanaatim şu: Ücret, korkutulmaktan ziyade, korku/höyf hissini güvenli bir seremoni içinde yaşamak için ödeniyor. Yani insanlar, her ne kadar korkutulurlarsa korkutulsunlar, nihayetinde, başlarına hayati bir şey gelmeyeceğini, belli bir müddet sonra bu kasvetli haneden çıkıp kendi gündelik hayatlarına geri döneceklerini biliyorlar. En ufak bir şüphede ise McKamey Manor örneğinde olduğu gibi, soluğu mahkemede alıyorlar.
Biri korkuysa diğeri ne?
Bu tip tesislerde sunulan hizmeti, bir nevi “yapay korku(tma)” olarak nitelemek mümkün. Yemeklerin Umami ile lezzetlendirilmesine benzer tarzda, laboratuvar ürünü detaylar kullanılarak uyandırılan, kanırtılan duygular. Her şeyin yalanla örüldüğü Ahir Zaman’a pek yakışan bir sahtekârlık esasında.
Şimdi, Allah korusun, gecenin bir vakti, ıssız bir sokakta yürürken, üstü başı kan içinde, elindeki koca kılıcı savurup duran birinin üstünüze yürüdüğünü hayal edin. Bir de, aynı adamla, lunaparktaki korku tünelinde veya perili ev hizmeti veren bir malikânede karşılaştığınızı düşünün. İki duygu arasındaki farkı anlatabilmek için lisanımız yetersiz maalesef. Hadi biraz daha sert bir örnek vereyim. Gazze veya Halep’teki çocukların yaşadığı ile bizim çocuklarımızın lunaparklardaki tünellerde hissettiği duygunun her ikisine de aynı ismi vermek haksızlık. Eğer birincisi korkuysa ikincisi başka bir şey olmalı.
Arapça gramerinde, yapmacık davranma, -mış gibi yapma hâllerini ifade için kullanılan ve adı “tefaaul bâbı” olan bir yapı var. “Felâ temaarrazuu fetemrizuu/(Hasta olmadığınız hâlde) hastaymış gibi yapmayın yoksa gerçekten hasta olursunuz” hadis-i şerifinde olduğu gibi. Aynı yapı, Osmanlı Türkçesinde de zaman zaman kullanılırdı. Mesela, yazdıklarında meymenet olmadığı hâlde şairlik taslayanlara “müteşâir” denirdi.
Türk Dil Kurumu’nun umurunda olmayacağına eminim ama gene de diyorum ki, yapay korkutucular üzerinden eğlence arayan kişiler için yepyeni bir kelime icad etmemiz lazım.
Benim teklifim: “mütehâyif”.
HABERE YORUM KAT