Bir zamanlar 28 Şubat...
Geçen gün (28 Şubat 2012) bir okurumdan gelen mesaj sitemi bayağı aşan bir tonla kaleme alınmıştı. O gün yayımlanan yazıma konu olarak Milli Şef döneminin İstanbul valisi ve belediye başkanı Lütfi Kırdar'ın gerçekleştirdiği imar faaliyetlerini tanıttığı "Güzelleşen İstanbul" başlıklı kitap-albümün tanıtılmasınıı seçmiştim. Okurum "28 Şubat günü sizden '28 Şubat"a dair bir yazı beklerdik, hayal kırıklığını uğradık" mealinde mesajıyla rahatsızlığını belirtiyordu. Bu mesaja da iki satır cevap yazmayı ihmal etmedim. "Yazılarımın konularını takvime bakarak seçmiyorum" diyerek.
Aslına bakacak olursanız, "28 Şubat" olarak adlandırılan-anılan zihniyeti ve pratiği sadece "siyaset"e bir müdahale olarak anlamamak gerekir. "28 Şubat", pekâla, doğrudan siyaseti hedef almayan biçimde de karşımıza çıkabilir. Nitekim, "Güzelleşen İstanbul" operasyonu da bu anlamda "şehir"e yönelik bir "28 Şubat"tı! Ayrıca unutmayalım ki, sadece İstanbul için konuşacak olsak bile, bu şehir Lütfi Kırdar döneminin sonrasında da bayağı ciddi "28 Şubat"lar geçirmiştir. Umudumuzun bu özel şehrin başına yeni "28 Şubat"ların gelmemesi yönünde olduğunu belirterek bunu da hatırlatayım.
Ama madem ki bu yıl "28 Şubat"tan özel olarak söz etmeyerek hiç değilse bazı okurlarımı hayal kırıklığına uğrattım, o halde 15. yıldönümü dolayısıyla yaşanan yoğun hafıza çalışmaları çerçevesinde bu önemli döneme ilişkin ben de bir şeyler karalayayım.
Önce dönüp "eski defterlere" baktım kısaca. Son yıllarda yayınladığım üç kitap içinde derlenmiş yazıların hemen hepsi "28 Şubat" olarak anılan ama 1997'nin 28 Şubat'ında son bulmayan döneme ilişkindi. Bu yazıların önemli bir bölümünde -o zamanlar bu konuları özellikle seçerdim- "Türk medyası"nın o dönem gelişmeleri nasıl karşıladığı gözden geçiriliyordu.
Belirtmeye gerek yok herhalde; söz konusu yıllar "Türk medya tarihi"nin en yoldan çıkmış dönemlerinden ("Türk medyası üzerinden ne zaman bu niteliğini attı ki?" diye soruyorsanız çok da haksız sayılmazsınız) birisiydi. "Eski defterleri" karıştırırken sonradan tabii olarak aklımdan çıkmış haddinden fazla "eğlenceli" sayfaların bir bölümünü de hatırlamış oldum. Ama doğrusu bugün bu çizmeyi çok aşmış kalemlerden-yazılardan söz etmek istemiyorum. Bu isteksizliğimin asıl nedeni özellikle "büyük kalemler"in sadece "28 Şubat" döneminde değil, 12 Eylül ve (biraz daha geriye giderek) 27 Mayıs döneminde de ne taklalar attıklarının artık gazete okurları tarafından -eskiye kıyasla- bugün artık epeyce biliniyor olmasıdır.
Bu nedenle "28 Şubat"la ilgili bir yazı seçerken, "Hukuksuzluğun Günlüğü" başlığı altında topladığım ve özellikle yargı ve idarenin hukuk tanımazlığının örneklerini gözden geçirdiğim kitaptan döneme ilişkin bir "yargı" kararını -unutmuş olanları ya da o günleri yaşamamış olanları dikkate alarak- işlediğim bir yazının bir bölümünü aşağıya almayı uygun buldum.
Söz konusu mahkumiyet kararı Başbakan Erdoğan'ın şu ünlü "şiir okuma" olayı ile ilgili. Yani, dönemin Hürriyet'inin bir manşetiyle söyleyecek olursak, "Tayyip'in bitişi" (!) meselesiyle ilgili...
Biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan, 1997'de Aralık ayında Siirt'teki açık hava toplantısında okuduğu dört dizeden dolayı dönemin DGM'sinde (yani bugünün "özel yetkilisi") "Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu işlemekten hapis ve para cezasına çarptırılmıştı. Davanın Yarfgıtay aşamasının sonunda da Yargıtay 8. Ceza Dairesi Diyarbakır DGM'nin bu kararını onadı. Şimdi alıntılayacağım yazıyı Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin "gerekçeli kararı"nın değerlendirilmesi amacıyla yayamlamışım. Şöyle demişim:
"Gerekçeli kararda göze çarpan problemli ikinci husus, Erdoğan'ın iki kıtasını okuduğu şiir hakkında yapılan değerlendirmedir. Şöyle deniyor:
" 'Sanık minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker' şiirinin ilk kıtasını gizleyip, soyutlayarak ikinci kıtayı okumaya başlamıştır. Bu şiir Malazgirt Savaşı yıldönümünde bir öğrenci tarafından okunsa, ancak tamamının okunması kaydıyla kabul edilebilir.' Yine çok şaşırtıcı satırlar.... Bir yüksek mahkemeden çıkan hem de devlet başkanının 'hukuk devleti' olarak nitelediği bir devlette hangi şiirin kim tarafından, ne zaman, ne kadarının okunmasının caiz olduğu ilan eden bu karar sağduyu sahibi kimi şaşırtmaz? Devlet yargı yoluyla elini buralara kadar uzatabilir mi? Cevap olumluysa neye dayanarak?
Gerekçeli kararda hemen göze çarpan üçüncü husus, Hucurat Suresi'nin anılmasıdır. Yani aynen şöyle: "Allah nezdinde kimin daha Müslüman olduğu sanığın takdirinde değildir. Kur'an'ın El Hucurat suresinin 8. ayetinde (müminlerden iki taraf vuruşacak olursa aralarını bulup, barıştırın) denmektedir. Sanık bir kesimi diğeri aleyhine kapalı da olsa kışkırtmaktadır.' Gerçekten, (...) Bu ülkede birilerinin gerçekten dini istismar ettikleri ayan beyan ortada değil mi? Hemen söyleyebiliriz ki, kararda yer alan bu yorumun hukuksal açıdan hiçbir değeri yoktur. Bu yöntemin, yani Müslümanları, kendilerine Müslümanlığı anlatarak yola getirme yönteminin bir mahkeme kararında yeri olabilir mi?"
İşte böyle... Böyle bir DGM'miz ve böyle bir Yargıtay'ımız ceza dairemiz varmış....
Sanmayın ki bu yanlıştan öte gülünç karara ilişkin bu eski yorumu aktarırken "Ne mutlu bize ki bugün böyle bir DGM'miz ve böyle bir Yargıtay'ımız kalmadı çok şükür!" demek istiyorum. Böyle demek istemiyorum, çünkü biliyoruz ki hemen herşey yerli yerinde duruyor...
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT