Bir toplumsal afet: Güven yitimi
Yasin Aktay, afetin sebep olduğu yıkım bir yana toplumun ruh halinin de yeniden inşaya ihtiyacı olduğuna dikkat çekiyor.
Yasin Aktay / Yeni Şafak
Bir toplumsal afet: Güven yitimi
Millet olarak veya toplum olarak içinden geçmekte olduğumuz şu sürecin her aşamasında sınanıyoruz. Yangınlar, seller, depremler, ama daha önemlisi ve bunlardan daha da tehlikeli hale gelen, bunlarla birlikte veya bunların ardından gelen sosyal afetlerimiz. Birbirimize olan bakışımız, tavrımız, davranışımız, yaklaşımımız veya uzaklaşmalarımız.
Doğal afetlerin yol açtığı fiziksel yaralar sarılır, ölenler geri getirilmez elbet, ama dünyamız ölümlü zaten. Ama bu afetlerin ardından gelen güven yitimi, toplumun harcı, çözüldüğünde, yaşadığımız şey bir toplumsal korozyonun bütün işaretlerini verir.
Korozyona uğramış binaları yıkıp yeniden inşa etmek külfetli de olsa girişilebilen bir şey. Ama ya korozyona uğramış toplumsal yapıyı ne yapmak lazım?
Bu korozyonun en önemli sebebi insanların birbirine güvenlerinin yitmesi. Giderilmesi de tekrar güveni tesis edecek kaynakları tesis etmektir.
Güvenmek, samimiyet gibi, her türlü dostluk tanımının en vazgeçilmez içeriklerinden birisidir. Bir dost her şeyden önce tamamen güvendiğiniz, zor zamanda yanınızda bulunacağına inandığınız, her türlü sırrınızı pazara çıkarmayacağına güvenerek rahatlıkla paylaşabildiğiniz, canınızı, malınızı, sevdiklerinizi ihanet edeceğini asla aklınıza getirmeden emanet edebileceğiniz biridir.
Tabii ki güvenmek her zaman dostlarla veya dostlukla sınırlı bir konu değildir. Aslında asgari sosyal hayatımız bile her zaman güven gerektiren bir durumdur.
Bindiğimiz arabanın lastiğinin patlamayacağına, tanımadığımız şoförünün usta ve ehliyetli biri olduğuna, arabanın da tam gaz giderken yolun şartlarını karşılayacak bir donanıma sahip olduğuna, hatta karşıdan gelen arabaların şoförlerinin de trafik kurallarını bildiklerine ve aniden bindiğimiz arabanın önüne kırmayacağına güveniriz. Bindiğimiz asansörün halatının kopmayacağına, dolayısıyla bizi yere çakmayacağına da güveniriz.
Aslında bunların hiçbirini bilmiyoruz tam olarak ve pekâlâ bindiğimiz şoför ehliyetsiz olabilir, ehliyetli olduğu halde o gün uykusuz veya sersem olabilir veya arabanın frenleri patlamış olabilir. Bunların olmadığını bilmeden, aklımıza bile getirmeden, her şeyin yolunda olduğu zannıyla hareket eder ve gündelik hayatımızı önümüze sunulmuş seçeneklerin hiçbirini bu evhamla sorgulamaya gerek duymaksızın sürdürürüz. Bu sorgulamadığımız güven duygumuz olmasa aslında normal hayatımızı bile sürdüremeyiz.
Tabii ki sosyal hayatımızı sürdürürken karşılaştığımız ve tanımadığımız birçok insana bir şekilde güveniriz, ama bu güven tabii ki belli ilişki sınırlarına bir güvendir. Biraz daha paylaşım gerektiren hususlarda, mesafenin biraz daha kapandığı durumlarda, daha iç alanlarımıza aldığımız insanlardan biraz daha fazla güvenilirlik bekleriz, seçeriz insanları, aslında onda bir sorun yok. Ama özellikle insanlara güveni yıkacak nitelikte gelişmeler ve söylemler bir toplumda insanları sadece birbirlerine karşı teyakkuza geçirmez, hayatı çekilmez hale de getirir.
İnsanların birbirlerine güven katsayısı bir toplumun gücünün de göstergelerinden biri sayılmıştır hep. Son zamanlarda bilhassa ABD’li sosyal bilimciler arasında “güven” duygusunun yitimi üzerinde maruz kalınan bir sosyal felaketten bahsedilir. Birbirine güvenmeyen insanlardan oluşan bir toplum haline gelmek ABD’nin gücünü borçlu olduğu bir kaynağın kuruması anlamına geldiği de söylenmiştir.
Bu sosyal bilimciler güven kavramını bir “sosyal sermaye” girdisi olarak değerlendirmişlerdir ve bir toplumun en büyük güç kaynaklarından biri olarak da bu güven ilişkisini göstermişlerdir. Hatta yitip giden güven ilişkisini tamir edece, onu tekrar geliştirecek kaynak veya kanallar üzerinde durulmuştur.
Bu kanallar, güven oluşturucu kaynaklar insanların gönüllü birliktelikleri, aile, cemaat, dernek, vakıf gibi yakın tanışıklıklar ve sosyal ağlar oluşturan faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerin azalması toplumda güveni, dolayısıyla dostluğu kurutuyor ve toplum yalnız, yapayalnız, birbirine hiçbir güveni olmayan insanların oluşturduğu bir bireyler toplumu haline geliyor.
Böyle bir toplumdan insanlığa faydası olacak, umut oluşturacak herhangi bir girişim enerjisi çıkmaz. İlişkiye girilen herkesin her an sizi kandırabileceği, size söz söyleyenin büyük ihtimalle yalan söylüyor olduğu, herkesin işini kötü ve hileli yapıyor olduğu düşüncesi yaygınlaşınca bu düşünceyi taşıyan herkesin de aynı aldatma, yalan ve hileleri tekrarlamak için kendine bir mazereti oluşmuş oluyor.
Herkesin herkes hakkında tuttuğu dosyaların zamanı geldiğinde açıldığı, sonuçta “tencere dibin kara” seviyesinde bir yarıştan öteye gitmeyen bir mücadele tarzı bu.
Karşılıklı suçlamalar başladığında artık kimin haklı kimin haksız, kimin daha kirli kimin daha az kirli olduğuna karar vermenin hiçbir anlamı da kalmıyor. Yolsuzluk iddiaları gerçekten bir temizlik kaygısı yerine hoyratça bir siyaset enstrümanı olarak, aslı astarı sorgulanmaksızın kullanılmaya başlandığı andan itibaren herkesin vicdanı kirlenmeye başlıyor.
Bu söylentileri duyanın kulağı, görenin gözü, hissedenin kalbi, düşünenin aklı kirleniyor. Basit bir rakibini haklama yolu olarak görülen bir suçlama bir süre sonra bumerang gibi dönüp sadece atanı vurmuyor atanın yanında bütün toplumu vuruyor.
Kötülüğün ne yazık ki yayılmacı, bulaşıcı bir özelliği vardır. O yüzden bireyin kendi sınırlarında kalan kötülükle alenen yapılan (kamusal alanda yapılan) kötülük arasında bir fark vardır. Bireysel alanda tolere edilebilen bir kötülük alenen yapıldığında normalleşir, uyumakta olan fitneyi uyandırır, bir süre sonra önemli sayıda insanın normal gördüğü, utanmadan ve alenen yaptıkları bir iş haline geliverir.
Tamiri zor bir korozyona yol açar bu gidişat. Korozyona uğrayan yapıda sadece düşmanlarınız yaşamıyor, siz de ordasınızdır ve yıkılınca altında herkes kalıyor.
HABERE YORUM KAT