Bir “oyalama-oyalanma” aracı olarak Karabulut cinayeti
Medyadaki “soysuzlaşma”nın yegâne sorumlusunun medya olmadığı uzun bir süredir kabul ediliyor... Nedense zihnimde iz bırakmış, Sabah gazetesinin yayın yönetmeni Ergun Babahan (2004), The New Yorker’ın yayın yönetmeni David Remnick’in Stanford Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı özetlemişti... Aradım buldum o yazıyı...
Remnick, o konuşmasında, “Medyanın bayağılığa yönelimi, aşırı ticarileşmesi ve karar alırken reytinglere bağlılığı” üzerinde uzun uzun durduktan sonra lafı “okur ve izleyici sorumluluğuna” getirerek şöyle diyordu:
“Ama buna paralel bir değerlendirme daha yapılması lazım ve bunu sindirmek o kadar kolay değil. Kamuoyu da, ne izlediği, ne okuduğu ve neyi ihmal ettiği konusunda bir sorumluluk taşır. Bazen sorun halkın bilgi alma hakkı veya bilgi kıtlığı değildir. Daha çok halkın bilme arzusundan, eğitilmekten çok eğlendirilmek arzusudur. Bu da medyadan çok kültürle (okul, aile) ilgili bir sorundur.”
Remnick, bu hakikati sindirmemizin zor olacağını söylüyor. Haklı. Fakat ben, sindirilmesi çok daha zor bir hakikatten söz edeceğim bugün: Medyadan “eğlendirilme” talebinde bulunan kitlelerin her yıl biraz daha fazla her türlü “eğlenme-oyalanma” aracına eyvallah demeye hazır bir ruh hali içine girdiği hakikatinden... Bu çerçevede şiddetin ayrıntılı sunumuna dahi bir itirazının olmadığı hakikatinden...
Bu, meselenin “talep” kısmı... Bir de “arz” kısmı var ki, burada da medyayı ön planda görüyoruz.
“Öldüren eğlence”den, “ölüm eğlencesi”ne...
Kitle iletişim kuramcısı Neil Postman, televizyonu konu edindiği Öldüren Eğlence adlı kitabında, bazı gelecek tasarımcılarının teorilerinin, “insanın eğlence açlığını hesaba katamadıkları için” zamanla hükümsüzleştiğini anlatır.
Postman mealen şöyle der kitabında: Orwell, gelecekte kitleleri denetlemek için iktidarların “enformasyon yasağı”na (bilgiyi-kitapları yasaklama) ve baskıya başvuracağını söylüyordu. Oysa bu, “kitlelerin doymak bilmez eğlence açlığı”nı hesaba katmadığı için geçersiz bir gelecek tasarımıydı. Huxley bunu anlamıştı ve bu nedenle gelecekte iktidarların kitleleri “enformasyona ve hazza boğarak” denetleyeceğini öne sürerken tamamen haklıydı.
Televizyonlu bir dünyadan bakıp da Postman’ın analizinin yanlış olduğunu söylemek mümkün mü?
“Doymak bilmez bir eğlence açlığı” içindeki kitlelerin, bir eğlence biçiminden hızla sıkılmaya başlayıp hep yeni, daha yeni eğlence arayışlarına girdiğini hesaba kattığımızda, mesele biraz daha karanlıklaşır: Artık, hakiki şiddetin de bir eğlenme-oyalanma aracına dönüştüğü, izahı zor bir tekinsizlik alanındayızdır...
Yine de biraz açıklamaya çalışayım bu tekinsizlik alanını: Her şeyden önce, şiddet çerçevesinde düşünmekten ve konuşmaktan keyif alan bir yaratık olduğumuzu unutmayalım. İnsanoğlu böyle. Öte yandan gazeteciler de insan ve onlar da şiddeti izlemekten, yorumlamaktan, aktarmaktan bir tür haz duyuyorlar; öbür insanlar gibi onların da tekinsiz, karanlık bir yanları var. Yani mesele sadece “tiraj artsın, para kazanalım” gibi basit yaklaşımlarla açıklanamayacak kadar karışık ve karanlık.
Peki, iktidarlar bu “şiddet-ölüm-cinayet” arzının neresinde? (“İktidarlar” derken basitçe hükümetleri değil, insanların kendi şimdileri ve gelecekleri üzerinde düşünmelerini istemeyen, onları bundan alıkoymaktan çıkarı olan bütün güç odaklarını, bütün mekanizmaları kastediyorum.) Hiç şüphesiz son derece memnunlar bu arzdan. Toplumları “eğlendiren-oyalayan” ve bireysel-kamusal sorumluluk duygusundan uzaklaştıran her araç onlar için iyidir!
Çaba, böyle mi gösterilir?
Gelelim Münevver Karabulut cinayeti haberciliğine... Aylardır, konuyu tek bir gün bile gündeminden indirmeyen medya, görünüşte “acıyı paylaşmak” ve kamuoyunun huzursuz vicdanını tatmin etmek için cinayetin çözülmesine yardımcı olmak istiyor...
“Acıyı paylaşmak” bir palavra! Kimse kimsenin acısını paylaşamaz, hele ki medya! Fakat başkalarının acısına hakiki bir saygı göstermek mümkündür; medya isterse bunu yapabilir. Karabulut cinayeti haberciliğinin “saygı” yanına ilişkin görüşlerimi sizlerle 2 haziran tarihli köşemde paylaşmış, medyanın bu çerçevede feci bir sınav verdiğini yazmıştım.
Gelelim meselenin öbür tarafına...
Medyanın, “kamuoyunun huzursuz vicdanını tatmin etmek için cinayetin çözülmesine yardımcı olmak” istediği de büyük bir palavra! O korkunç otopsi ayrıntılarının cinayetin çözülmesine nasıl bir yararı olabilirdi? Onlar zaten cinayeti çözecek kimselerin elinde değil miydi, gazeteciler o raporu onlardan almamışlar mıydı?
Daha taze bir habere, medyanın yarattığı bu oyalanma pratiğinden kendi payına düşeni almak isteyen o “meczup” ihbarcıyla ilgili haberlere bakalım... Münevver Karabulut’u kendisinin de içinde bulunduğu bir ekibin öldürdüğünü iddia eden ihbarcıyla ilgili haber, ihbardan tam iki ay sonra ve de “araştırıldı, fos çıktı” bilgisiyle birlikte medyaya nasıl “düşmüştü”, hangi başlıklarla sunulmuştu, hatırlıyor musunuz?
“Hatay’dan gelip, Münevver’i öldürdük!..”, “Emniyet’i ayağa kaldıran ihbar mektubu...”, “Cem bize ‘İbret olsun diye cesedini Etiler’e atın’ dedi...”, “Münevver Karabulut cinayeti, ihbar mektuplarıyla iyice kördüğüm oldu...”
İşte böyle şeyler... Ana gövdesinde “İki ay önce yapılan bir ihbar o günlerde araştırıldı, fakat fos çıktı” bilgisini taşıyan bir haberi bu türden başlıklarla sunan bir medya, cinayetin çözülmesi için çaba mı sarf etmektedir, yoksa cinayet üzerinden oyalamakta ve oyalanmakta mıdır?
Ben bütün bu haberlerde, çağdaş insanın doymak bilmez “eğlence-oyalanma” arzusunu tatmin etmeye çalışan medyanın şiddeti de bir araç olarak kullanmadaki cüretli kararlılığını ürpererek izledim.
Alan (okurlar, izleyiciler) razı, satan (medya) razı, yönetenler razı... Sindirmesi zor ama, durum maalesef böyle.
--------------
Doğan Grubu’na ceza...
Hep söylüyorum: Türkiye’de bazı toplumsal kesimleri ve onun siyasi temsilcilerini “düşman” olarak kodlayan ve muhalifliğini de bu doğrultuda “düşmanı imha”ya yönelik çizgide yürüten bir “siyaset” var. Doğan Grubu, ana gövdesiyle bu “siyaset”in medyadaki kolu gibi çalıştı bugüne kadar. Ben, “vahşi” de olsa, şiddete başvurulmadığı sürece her türlü muhalefetin meşru olduğuna inanan biriyim. Fakat bu örnekte, “muhalifliğin” yer yer “demokrasiye muhalefet” çizgisine kaydığını biliyoruz.
Grubun yayın organlarını 10 yıldır çok yakından izleyen biri olarak, “demokratik değerleri savunduğu için baskıcı bir iktidarın boy hedefi haline gelen ve bedelini çok ağır bir cezayla ödeyen yayın grubu” propagandasını çok “naiv” bulduğumu söylemeye gerek yok...
Öte yandan hükümetin, Doğan Grubu’na verilen astronomik cezanın, onun yayın çizgisinden bağımsız olarak kesildiği yönündeki iddiası da inandırıcılıktan çok uzak... Bu çizgi “demokrasi dışı arayışlara davetiye çıkartan” bir çizgi de olsa, böyle bir ceza haklı görülemez. Böyle bir yayın çizgisine cezayı hükümet değil, toplum kesmelidir.
Hiç kimse, meşruiyeti bulunmayan bu cezadan demokrasi hayrına sonuçlar beklemesin.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT