Bir modern çağ masalı
Her şeyin bir önceki güne çok benzediği zamanlardı… Hatta bir önceki ay veya bir önceki yıla da çok benziyordu her şey…
Uykuya dalarken zorla veda edilen o küçük aletler, gözlerini açar açmaz insanların bir anda ellerinde oluyor; yerken, içerken, giyinirken, konuşurken, dışarıda, içeride, yürürken, otobüs veya arabada büyük bir maharetle ellerden düşürülmüyordu.
Kafaları hep önlerindeydi bu şehrin insanlarının… Hayır hayır, çok hayâlı veya aşırı düşünceli olduklarından değil; hep bakmak zorunda oldukları ve hiç kaçırmamaları gereken bir başka dünyaları olduğu içindi bu başı önde gezmeler, başı önde yemeler ve başı önde yarım yamalak konuşmalar…
Herkes ya çok memnun, ya çok çaresizdi bu tuhaf yaşantıdan…
Yaşıyor gibi yaşamak çok da kolay olmamalıydı aslında. Herkesin her anını takip etmeye çalışmak, kendi her anının en güzel pozlarını paylaşmak için çabalamak oldukça yorucuydu belki de…
Sürekli değişen sayfalar, tıklanan linkler, oynatılan parmaklar… Yorgun gözler ve tutulmuş bir boyun ve sırt olsaydı sadece keşke arda kalan…
Böyle bir yaşama gözlerini açmış bir varlık, hangi yaşama ait olduğuyla alâkalı bir çıkmazın içinde buluyordu önce kendini; ekranın içi mi yoksa dışı mıydı daha çok hissettiği? Hangisi gerçek, hangisi sahte, hangisi doğru, hangisi yalandı?
Bu karmaşa sevinçleri ve hüzünleri çalmıştı insanın dünyasından…
Anlamı çalmıştı…
Koskoca bir boşluğun içine yuvarlanmıştı ekranın içinden insan…
Sonra çıldırmamak için daha da çıldırırcasına tutunmuştu elindeki âlete… Varlığını, kimliğini, amacını, insanlığını unutana dek tutunmuştu. Elinden kayıp gitmesin diye yapışmıştı âdeta, elinden kayıp gidenleri hiç bilemeden…
Büyük bir terslik olup şarj bitse, elektrik kesilse, ancak kalkabiliyordu öne eğik başlar, kıpkırmızı olmuş gözlerle. Biran önce onun çaresi de bulunuyor, yedek bataryalar ve mobil netlerle kalınan yerden devam ediliyordu her şeye.
Masal bu ya… Bir gün büyük bir dua etti küçük bir çocuk…
Süleyman peygamber gibi emrine verilmesini istedi rüzgarın. Yağmur getiren bulutları yürütsün diye değil, herkesin aklını ve kalbini karıştıran şu âletleri alıp götürsün diye şehirden…
Bir sabah, uyanır uyanmaz koskoca bir boşluğa düştü herkes…
Sımsıkı tutundukları dal kopmuş da uçuruma yuvarlanıyorlarmış gibi hissettiler ilkin…
Küçük bir bebeğin salıncakta ilk defa sallanırken içine çektiği bir ürperme gibi olsaydı keşke bu his. Ya da eskiden bir dostumuz, bir akrabamız günlerce süren beraberliğimizin ardından evine döndüğünde düştüğümüz bir boşluk gibi olsaydı keşke…
Çılgınca etraflarına saldırdı insanlar, anlamsızca koşturup durdular…
Bir şeyler aradılar bir yerlerde…
Şimdiye kadar onları sıkıca tutan, hiç çaba göstermeden yaşamalarını sağlayan şey neydi ise onu bulmaya çalıştılar kaybetmedikleri her yerde.
Durulmaları uzun sürdü insanların, çok uzun…
Sürekli bir şeylere bakmadan, başka dünyalarda yaşamadan, gerçek bir dünyada yaşamaya çalışmak çok ağır geldi önce.
Dingin bir sabaha uyanmak, evini, eşini, çocuğunu, anneni, babanı kardeşini, arkadaşını, komşunu, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü fark ederek yaşamak çok değişik bir duyguydu onlar için.
Bir sofra başında ne yediğini bilerek yemek yemeyi, sevdiklerinin gözlerinin içine bakarak konuşmayı, üzülmeyi, sevinmeyi, sevmeyi, yorulmayı ve hatta nefes alıp vermeyi bile tekrar yeniden öğrendi insanlar…
Uzunca bir zaman sonra, önceden olup bitenleri kötü bir rüya hissiyle hatırladılar sadece.
Çünkü büyük dualı küçük çocuk, rüzgarın eskiye dair ne varsa hepsini alıp gitmesini dilemişti sessizce…
YAZIYA YORUM KAT