Bir cemaatin intiharına şahitlik etmek
Eğer telefonda, “ne yani yolsuzlukların üstüne gitmeyelim mi?” falan deseydi, aramızda sahici bir konuşma olmayacaktı. Çünkü bu sözün karşılığı, aynı siyaseten doğruculukla, “yaa, yolsuzluk çok kötü bişey, herkes yargı kararlarına saygı duymalı” olurdu.
Ama o zekâma hakaret etmediği için ben de açık konuştum:
“Tarihi bir hata içindesiniz ve bu ülkeye çok büyük bir kötülük ediyorsunuz” dedim.
“Hem ülkeye, hem de kendinize.”
Hakikate şahitlik
Ben şimdiye kadar Gülen Cemaati’ne karşı kötü gözle bakanlardan olmadım. Onlar ağzıyla kuş tutsa dahi güvenmeyen, faaliyetlerine katılırken bile onları aşağılayan laikçiler gibi de yapmadım; onları içten pazarlıklı, samimiyetsiz ve “nereye çalıştığı kuşkulu” gören bazı İslamcılar gibi de.
Tersine, onları İslami kesimin ve yeni yükselen sosyal güçlerin en dinamik unsuru oldukları gerçeğine işaret ettim, içindeki pek çok ismi de nezaketi ve tevazuuyla tanıyıp sevdim. Çoğu kez tek başıma kalma pahasına, onlarla ilgili küçümseyici niyetleri ve bağlantılarıyla ilgili mahkum edici yaklaşımları eleştirdim.
Somut pratik içindeki tutumlarına bakmak gerektiğini savundum hep. Örneğin dershaneler konuşulduğunda lafı eveleyip gevelemeden, ama demeden, bu konuda “Gülen Cemaati haklıdır” deyip yazdım.
Şimdi de somut pratik içindeki tutumlarına bakıyorum ve hakikate sadakat adına gördüğümü söylüyorum:
Çok ama çok yanlış bir yoldalar. Ve tuttukları yolun kendileriyle beraber hepimizi felakete götürdüğünü görmüyorlar.
Hükümeti “Eski Türkiye”ye itmek
17 Aralık Operasyonu’nun devamının geleceğini öngörmek güç değil.
Gülen Cemaati, 12 Eylül 2010 Referandumu sonrası oluşan yüksek yargıdaki olağan dışı ağırlığına dayanarak, hükümete yönelik kuşatmayı yargı üzerinden derinleştirecek görünüyor.
Gerçekten de hükümet açısından güç bir durum bu.
Vesayetle mücadele ederken kendisini güvence altına alma ihtiyacı hissetmediği güç tarafından sıkıştırılmak, hükümetin beklemediği bir yerden saldırıya uğraması anlamına geliyor.
Bu süreçte hükümetin yargıdan gelecek siyasi aktivizme ve siyasi manevralara karşı alacağı her önlem, atacağı her adım “yargıya müdahale” gibi algılanacak, bunu söyleyenler yargı eliyle yapılanın ne olduğunu pekala gördükleri halde.
Peki nereye gider bu savaşın sonu?
Açık ki hükümet sıkıştığı için Eski Türkiye’nin güçlerini yanına almak isteyecek. Ergenekon ve Balyoz Davalarında dile getirilen şikayetlerin haklı olduğuna ilişkin -öteden beri kendi içinden de gelen- eleştirilere daha fazla kulak verecek. Nitekim Genelkurmay açıklaması ve Ak Partililerin yargılamalara yönelik açıklamaları, bunun çok yakın bir ihtimal olduğunu gösteriyor.
Hüseyin Gülerce’nin “Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmamış sıkıntılar”a ilişkin “kehaneti” gerçekleştiğinde (düşünüyorum da, bu ülkede yaşamadığımız dert mi kaldı, onlardan daha fazlasından söz ettiğine göre gidişat kötü demek) ileriki günlerde başka “yargı kararları” geldiğinde, hükümet bunları uygulamadığında, kriz daha da derinleştiğinde ne olur? Hükümet eski rejimin yargısına yaslanmak zorunda kalır. Barolar Birliği ile yapılan “sıcak görüşme” bunun habercisi.
Peki Cemaat bunları nasıl öngöremez? “Hükümet ile Cemaat arasındaki savaşı cemaat kazanır” diyenlere sahiden inanma basiretsizliği göstermiş olabilir mi? Bugün Ak Parti düşmanlığıyla ona tahammül edenlerin, KOÇ’un, CHP’nin muhayyel Türkiye’sinde kendisine sahiden bir yaşama alanı açılacağını tahayyül ediyor olabilir mi? Ya da yeni dönemde kendisinin belirleyici olabileceği zehabına kapılmış olabilir mi?
Her halükarda tarihi bir yanılgı içindeler.
Bir an için “lanetleşme”yi hak eden bu hükümeti alaşağı etmeyi başardılar diyelim, yeni gelecek gücün ilk işi onları tasfiye etmek olacak. Bu siyasetin tabiatında vardır, kimse otonom bir güçle iktidarı paylaşmak istemez.
Dolayısıyla, hükümeti devirmeyi başarsınlar veya başaramasınlar, her iki durumda da, politik olarak hali hazırda kaybedilmiş bir savaş onlarınki.
Ama politik olanın ötesindeki kaybı daha büyük bu intihar saldırısının.
Siyaseti kuşatmanın gerçek maliyeti
İnsanlık tarihi, büyük felaketleri beraberinde getiren vahim hataların tarihidir. Gülen Cemaati de şu son dönemdeki tutumuyla, hiçbir askeri rejimin veya devletin vermeyeceği zararı verdi kendisine. Darbe olsaydı, dershaneler kapatılsaydı, “AKP’yi ve Cemaati bitirme planları” uygulansaydı bile, şu anki tutumuyla kendisine verdiği zararı veremezdi.
“İçerideyken göremezsiniz” derler. Şimdi ciddi bir saldırı altında olduklarına ve nefsi müdafaa yaptıklarına birbirlerini ikna ediyorlar. Kulakları o kadar kendi sesleriyle dolu ki, nasıl algılandıklarını görmüyorlar.
Kestirmeden söyleyeyim, artık yaygın biçimde “hain” olarak algılanıyorlar.
Çağdaş yaşamcılar ve laik cepheciler zaten “karanlık odak” gözüyle bakıyor onlara; bazıları da “ABD ajanı” olarak. Muhafazakar ve İslami duyarlılıkları olan ve şimdiye kadar onlara ihtiyatlı bir iyimserlikle bakanlar ise artık onları “hain” olarak görme yolunda.
“Birileri Amerika’da Erdoğan’ın kalemini kırmış, onlar da bunun işbirlikçiliğini yapıyor;” en yaygın algı bu. “Bizi yıkmaya çalışıyorsunuz, bari bunu başka bir merkez adına değil, hiç değilse kendi namınıza yapsaydınız” dediğini aktarıyordu bir Ak Partili.
Kimin kim adına ne yaptığını tartışabiliriz.
Ama meselenin en azından onlar açısından yolsuzluk olmadığını -olsaydı on senedir olurdu- ve seçilmiş meşru hükümeti yargıdaki ve emniyetteki güçlerine dayanarak yıkmaya çalıştıklarını ben de görüyorum.
Özellikle de bu toplumun yüz yıl sonra Kürt Sorununu sulh yoluyla çözmeye ve helalleşmeye ilk kez bu kadar yaklaştığı bir tarihsel anda bu sabotajı affedilemez buluyorum.
Ve geçmişte başka odaklara karşı savunduğum gibi, bugün de onlara karşı siyaseti savunuyorum.
Anlamamalarını aklım almıyor ama tekrarlayayım, şimdiden kaybettikleri bir savaş bu, hem de hükümeti yıkmayı başarsalar bile.
Çünkü toplum, vesayet rejimiyle mücadele ederek iktidara gelen ve bin bir badireyi atlatarak ayakta kalmayı başaran bir sivil hükümeti deviren darbecilere nasıl bakıyorsa onlara da öyle bakacak.
Evdeki hesap çarşıya uymaz
Acaba Cemaat 28 Şubatçılara göstermediği sertliği neden muhafazakar bir hükümete gösteriyor?
“28 Şubatçılara göstermedikleri direnişi Erdoğan’a yapıyorlar,” diyordu biri, “çünkü son tahlilde onun adaletine güveniyorlar, kaybettiklerinde bile onlara karşı insaflı olacağına inanıyorlar.”
Ama bu tespitlerinde haklı olsalar bile, eğer buradan hareket ediyorlarsa, ortada büyük bir yanılgı var demektir.
Evet, belki Kemalistlerden, Ergenekonculardan farklı olarak bugün mücadele ettikleri gücün kendilerine ve ailelerine kötülük etmeyeceğini düşünmekte haklı olabilirler. Ama hayat sandığımızdan çok daha karmaşıktır; ve tarih, özenle hazırlanmış siyasi hesapların öngörülemeyen sonuçlarıyla doludur.
Ve dolayısıyla, yarın kaybettiklerinde kendilerine merhamet etmesini bekledikleri güç, bugün mücadele ettikleri güç olmayabilir.
Onu yıkarak yolunu açtıkları kapıdan giren güç, bugünkü “diktatör Erdoğan”ı mumla aratacak ölçüde zulmeder onlara.
Ve bunu sağlayan da kendileri olur.
Bu yüzden önceki yazımda Marx’ın “devrim günü elde taşınan bayraklarla zafer günü göndere çekilenler aynı bayraklar olmayacaktır” sözünü nakletmiştim.
Kime kaybetmek en akılcı yol olur?
Yol yakınken dönmeleri bu ülkenin hayrına.
Eğer bu olmazsa, şimdiden sonra Gülen Cemaati için en az kötü olan, bu savaşı Erdoğan’a karşı kaybetmektir. Çünkü ona karşı kaybederlerse, en fazla bürokrasiden tasfiye edilirler. Ama ola ki Erdoğan’ı yıkmayı başarırlarsa, yeni gelenlerin döneminde evlerine gerçek anlamda ateş düşer. Tam da Fethullah Hoca’nın bedduasındaki gibi. Ve o saatten sonra yazılacak “Erdoğan’ın ruhundan istimdat” şiirleri, “keşke olmasaydı” belgeselleri için malzeme olmaktan öte bir işe yaramaz.
Biliyorum, hiçbir manevi unvanı olmayan benim sözümün onlar açısından fazlaca bir değeri yok.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir arkadaşla konuşurken, Fethullah Hoca’nın bedduasını eleştirdiğim ve “biri birine kızabilir, lanet içinde kalmasını da dileyebilir, ama İslam’da suç ve ceza bireysel değil mi, Kuran ‘Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez’ demiyor mu, birinin evine ateş düşmesini dilemek doğru mu?” dediğimde Fethullah Hoca’nın İslami bilgisini ve benim o ölçüde bilemeyeceğimi hatırlattı bana.
Dediği doğru, Fethullah Hoca kadar dini bilgi sahibi olduğumu hiçbir biçimde iddia edemem.
Sadece dünyanın en günahkar insanının yakını bile olsa, onun zarar görmesinin haksızlık olduğunu, bunun hiçbir kitapta yerinin olamayacağını iddia ediyorum.
Doğruyu yanlıştan ayırmak için ne yapmalı?
Nasıl bir basiret bağlanmasıdır yaşadıkları bilmiyorum, ama milyonlarca insanın seçtiği meşru siyasi aktörü yıkma girişiminde bulunmakla, bu toplumda ayaklarını basacakları zemini yok ettiler hali hazırda.
Şimdi Gülen Cemaati’nden pek çok insanın da “sahi biz ne yapıyoruz?” sorusunu sürekli zihinlerinde tuttuklarını biliyorum. “Hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu kadar kötü hissetmemiştim” diyordu o camiadan biri.
Onlara tek söyleyeceğim, vicdanlarının sesini dinlemeleri ve bu yanlışın bir parçası olmamaları.
Biliyorum kızan kızacak, ama ben yine hakikate şahitlik ödevimi yerine getirmeye çalışıyorum.
Kim ne derse desin.
Hürfikirler.com
YAZIYA YORUM KAT