Bin Yıl Çıkmadı, 60 Müebbet İdare Eder mi?
12 Nisan 2012’de başlayan 28 Şubat post-modern darbe süreci ve Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yoğunlaşan davanın finalini belirleyecek savcılığın esas hakkındaki mütalaası nihayet 92. celsede açıklandı. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir dâhil 31 general ve subayın gözaltına alındıktan sonra 18’inin çıkarıldıkları mahkemece tutuklanmasıyla başlayan yargılama süreci sanık sandalyesine oturan 103 kişiyle beş yılı aşkın bir zamandır kamuoyunun gündemindeydi. Dönem dönem ilgisizliğe terk edilen, kimi zaman ancak aktüel ve magazinel boyutlarıyla medyaya küçücük haberler şeklinde yansıyan yargılama süreci 60 sanık için ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle gündemin merkezine oturmuş durumda.
Olayın tazeliğinden olsa gerek henüz savcının esas hakkındaki mütalaasının doğuracağı ağır sonuçların mahiyeti, önemi ve tarihi değeri hakkında yapılmış ciddi bir değerlendirme göremedik. Ancak sanıklar için isnat edilen suç Batı Çalışma Grubu (BÇG) üyeliğidir. Genelkurmay başkanlığı bünyesinde kurulan BÇG “hükümeti yıkmak üzere oluşturulmuş bir cunta yapılanması” olarak değerlendirildi.
İtiraf Yok, İnkâr Gani
Hatırlayacak olursak Meclis’te BÇG tarafından yürütülen faaliyetler mahkemeye intikal ettirilmişse de “TSK’nın yasal görevleri çerçevesinde ve emir komuta zinciri içerisinde kurulmuş bir birim” olarak nitelenmiş ve takipsizlik kararı verilmişti. Gelinen aşamada ise BÇG’nin hiyerarşisini oluşturan bütün cuntacılar için ağırlaştırılmış müebbet talebi tahakkuk etti. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın yanı sıra aralarında kimisi kuvvet komutanlığı da yapmış toplamda 61 generalin yargılanırken hükümeti devirmeye teşebbüs suçuyla mahkûmiyetle yüz yüze gelmiş olması Türkiye açısından son derece önemli bir gelişmedir. Üstelik bu sanıklardan beş general (Çetin Doğan, Şükrü Sarıışık, Engin Alan, Metin Yavuz Yalçın ve Doğan Temel) Balyoz davasında da yargılanmışlar ve ceza almışlardı.
15 Temmuz darbe girişimi davalarında olduğu gibi 28 Şubat ve BÇG davasında da hemen tüm sanıklar işledikleri suçu kökten inkâra veya olmadık tevillere yönelmişlerdir. Mesela Çevik Bir ve beraberindeki askerlerin tutukluluğunun üzerinden ancak 9 ay geçtikten sonra üstelik bizzat Çevik Bir tarafından verilen bir dilekçeyle dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı adliyeye çağrılabilmişti.
Mahiyetinde çalışan tüm askerlerin tutukluluk gerekçesi olan BÇG için Karadayı “faaliyetlerinden haberdar değilim” şeklinde ifade vermiş ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı. Mesela Org. Bir “demokrasiye balans ayarı yaptık” tehdidini inkâr etmiş ve bu sözün dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a ait olduğunu ifade etmiştir. Buna benzer bir aşırı tevili Sincan’da tanklara yürüme talimatı veren dönemin KKK Org. Hikmet Köksal’da da görüyoruz. Org. Köksal, Sincan’da yürütülen tanklarla Kudüs Gecesi arasında kurulan bağı reddedip meseleyi medyanın sansasyonel haber merakına bağlamıştır. İlaveten tankların intikal güzergâhında bulunan bir menfezin zarar görmesi üzerine Sincan merkezinden geçmek zorunda kalındığını ifade ederek Hükümete yönelik herhangi bir kalkışma niyetinde olmadıklarını beyan etmişti.
28 Şubat’ın “post-modern darbe süreci” olarak nitelendirilmesini sağlayan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümg. Erol Özkasnak da suçu bazı gazetecilere atarak işin içinden sıyrılmaya girişmişti. Velhasıl cuntacılar, darbeciler hiçbir zaman gerçek niyet ve icraatlarını kabul etmezler ve hep inkâr ve tevil yoluna girip işin cezai müeyyidesinden kurtulmaya gayret ederler. Halkın hukukuna en ağır bir biçimde tecavüze kalkışanlardan ve halkın özgür iradesini gasp etmeye yönelik gizli örgütler kuranlardan hiçbir zaman delikanlılık, dürüstlük ve ahlaki tutarlılık beklenemez zaten.
Cuntalar Arasında Tercih Olmaz
28 Şubat davasına yönelik itibarsızlaştırma kampanyaları hiç hız kesmedi. Öyle ki muhtelif Kemalist örgütlenmeler tarafından 28 Şubat davası derhal bir FETÖ kumpası olarak yaftalandı. 28 Şubat sürecinde siyaset ve toplum üzerinde uygulanan zorbalık ve yasaklar hemen hiçbir özeleştiriye konu edinmeden yargılama süreci tamamlanmak üzere.
Sanıklardan hiçi birinde utangaç da olsa pişmanlık, özeleştiri veya özür beyanı görülemedi. Yapılıp edilen bütün gayrı meşru icraatlar Atatürk ilke ve inkılaplarını korumak adına, MGK kararlarının bağlayıcılığına atıflar yapılarak savunuldu. Aydınlık, Cumhuriyet ve Yeniçağ gibi yayın organlarında yargılama süreci bir taraftan “Amerika’nın TSK’ya kumpası” olarak diğer taraftan da Ergenekon ve Balyoz gibi davaların son halkası benzetmeleriyle gözden düşürülmek istendi.
Israrla askeri cuntalarla yargı önünde hesaplaşma çabaları bir ‘intikam alma operasyonu’ olarak nitelenirse işin işinden çıkılabileceği var sayıldı. Öyle ki yargılama sürecinin dönemin Başbakanı merhum Necmettin Erbakan’ın ölümünün ardından başlatılmasından dahi kimi çıkarımlar elde edilmeye girişildi. Meğer Erbakan hiçbir zaman askeri darbe ile düşürüldüğünü söylememiş, hayatı boyunca bir askeri darbeden şikâyetçi olmamış asla. Merhum Erbakan hayatta olsaydı böyle bir soruşturma ve dava açmaya kimse kalkışamazdı filan gibi saçma sapan bir takım hikâyeler üzerinden çıkacak kararı hafifletme taktikleri devreye sokuldu ama nafile.
Önümüzdeki tablo şu: 8, 9 ve 10 Ocak 2018’de Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde sanıklar ve avukatları esas hakkındaki savunmalarını yapacaklar. 39 sanık için beraat talebi ve 60 sanık için de ağırlaştırılmış müebbet talebi savcılık tarafından beyan edildi. Genelkurmay Karargâhı’nda görevli 60 general ve subay “TC Hükümetini cebren devirmek, Hükümet’in görevlerini kısmen veya tamamen engellemek, engellemeye teşebbüs etmek, darbeye teşebbüs etmek” suçlarıyla itham ediliyorlar. Bu kapsamda 60 sanık içinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor. Çıkacak karar olumlu olumsuz tüm boyutlarıyla bir emsal karar olacaktır elbette.
Unutulmaması gereken en asli konu ise bir bütün olarak askeri cuntalarla hesaplaşma ve mücadele stratejisinden hiçbir surette uzaklaşmamaktır. Fethullahçı Cunta bir türedi değil aksine Kemalist cuntaların bir ardılı, belki söylem ve örgütlenme biçimiyle biraz değişime uğramış son sürümüdür. Aslolan Türkiye’de siyaset ve topluma silah çekmeyi, halkı dipçikle terbiye etmeyi, üzerine tank sürerek hizaya geçirmeyi kendine vazife edinmiş askeri vesayetle köklü ve kuşatıcı bir biçimde hesaplaşmaktır. Kumpas, delilde sahtecilik vs. gibi süreçler maalesef ordu içerisindeki cuntalar arası rekabetin bir sonucu olarak zuhur etmiştir. İttihatçı, komitacı, vesayetçi fikir ve örgütlenmelerin önünü açılmayacak bir biçimde kesmedikçe bu ülkede hiç kimse güvene kavuşamayacağı gerçeğiyle hareket edilmelidir.
“Fethullah’ın Fedaileri” veya “Mustafa Kemal’in Askerleri” kisvesiyle siyaset ve toplumun hukukuna tecavüze kalkışan hiçbir örgütlenme biçimine en küçük bir taviz verilmemeli, biri diğerine kesinlikle tercih edilmemelidir. Aklın, ahlakın ve hukukun öngördüğü siyaset biçimi bu rotayı tavsiye ediyor bize.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT