1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Bilimsellik Kılıfı Giydirilmiş Volontarizm/İradecilik ve Çağdaş Sonuçları
Bilimsellik Kılıfı Giydirilmiş Volontarizm/İradecilik ve Çağdaş Sonuçları

Bilimsellik Kılıfı Giydirilmiş Volontarizm/İradecilik ve Çağdaş Sonuçları

Halil Berktay, Serbestiyet.com’da sürdürdüğü “Ruhumuzdaki Şeytan” başlıklı yazı dizisinin 11. bölümünde sosyalizm adı altında inşa edilen şeyin ancak Asyatik bir despotizmden ibaret olduğunu söylüyor.

08 Temmuz 2019 Pazartesi 12:17A+A-

Halil Berktay, bu uzun yazı dizisinde cadı avı konusunun kadimden bu yana ne anlam ifade ettiği, bilinen ve yanlış bilinen hususlar üzerinden değerlendirmeye tabi tutuyor. Batı ve Hıristiyanlık tarihiyle başlattığı yolculuk, Afrika ve Asya toplumlarıyla devam ederken, töresel-dini boyutlar ön planda tutulmasına rağmen erkler savaşına dayalı siyasal arka plandan bağımsız olmadığını çağdaş tarihi örnekler üzerinden betimliyor. Leninizm, Stalinizm, Hitler, Mussolini rejimlerinde ideoloji tahkimati, muhaliflerin sindirilmesi, tarihin okunuşu bağlamlarında Volontarizm/İradecilik ve beka konuları üzerinden de konunun çok boyutlu ve bize dair kısımlarına da göndermelerde bulunuyor.

Halil Berktay’ın konuyla alakalı yazı dizisinin son bölümünü ilginize sunuyoruz:

Ruhumuzdaki Şeytan (11) Menşeviklerin Gördüğü, Bolşeviklerin Kabul Edemediği

Çok uzun sürdü bu yazıyı bitirmek. Her seferinde ancak bir paragrah, ya da üç cümleyi yeniden okuyup düzeltmek ve derken başka işler. Dur kalk, dur kalk… Bir hafta boyunca.

Haziran’ın son günü bir dizi soru sormuştum, 19. yüzyıl Marksizminin başına 20. yüzyılda neler geldiği hakkında (Ruhumuzdaki şeytan (10) gerilik sorunu). Tabii bu soruları ben icat etmedim; 1900’lü ve 1910’lu yıllarda İkinci Enternasyonal’in sol kanadında, özellikle Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) içinde çok tartışılan konulardı. Lenin ve takipçileri için, Doğu’da “yeni devrim odakları”nın belirmesinde korkulacak ya da klasik Marksizm açısından ters karşılanacak, problemli görülecek hiçbir şey yoktu. Her şey olması gerektiği gibi oluyor; teori de bu süreçte yanlışlanmıyor veya düzeltilmiyor, sadece derinlik ve olgunluk kazanıyordu. Kapitalizmin emperyalizm aşaması, sistemin iç çelişmelerinin sömürge ve yarı-sömürge ülkelere ihracı sonucunu vermişti. Dolayısıyla çöküş de oradan -- 1920’lerden itibaren giderek daha sık kullanılan bir ifadeyle, “Asya ve Afrika [daha sonra: Asya, Afrika ve Latin Amerika] halklarının devrimci fırtınası”nın yükselmesiyle başlayacaktı.

Bu rahatlık ve iyimserliğin ardında, en azından kısmen, Lenin’in Marx ve Engels’ten de çok daha sert ve sıkı bir devrimsever (revolutionist) olması yatıyordu. Geçmişte yazdıklarımda, Marksizmin kurucularını aynen böyle: öncelikle devrimsever birer genç aydın olarak tarif ve tasvir etmiştim. Bir önceki büyük devrimi -- 1789 Günlerini, 1792-94’ün Jakobenlerini, Napolyon’u, yeryüzünde devlerin yürüdüğü o büyük kahramanlık çağını kaçırdıklarına hayıflanıyor;  Restorasyon Avrupası’nda kendilerini boğuluyor gibi hissediyor ve bir sonraki devrimi özlüyorlardı. Ama formasyonlarının başlangıcındaki Hegelci felsefe, sadece “tez-antitez-sentez” veya “inkârın inkârı”  yoluyla bu devrimin (birdevrimin)  er geç çıkageleceğini iddia etmenin ötesinde, niçin olacağına, kimin yapacağına, nasıl gerçekleşeceğine vb en ufak bir ışık tutmuyordu.

Derken önce Engels, sonra Marx ekonomi öğrendiler; 19. yüzyılın “içtimaî mesele”sinin içine girdiler; işçi sınıfının o zamanki korkunç yaşama ve çalışma koşullarıyla tanıştılar ve aradıkları “devrim faili”ni (revolutionary agent) bulduklarına hükmettiler. Bu sınıfa hitap edecek bir parti kurma, bu sınıfı kazanacak bir program oluşturma, uygun bir fırsatta bu sınıfa yaslanarak devrim yapma fikri çorap söküğü gibi geldi. Buna bir de “bilimsellik” ve “tarihsel kaçınılmazlık” kılıfı giydirdiler, 19. yüzyılın aynı zamanda son derece bilimperest (scientistic),  zaten doğa bilimlerinin yanısıra artık sosyal bilimlerin de şekillendiği ortamında. Bir yandan, bu uğurda çok zengin bir tarih-kültür-sanat-edebiyat sentezi yarattılar, ki Marksizmden bugün de bir şeyler yaşıyorsa, işte bu sentezin bazı bileşenleri yaşıyor. Diğer yandan, belirli bir ekonomizm ve determinizm ısrarını da işte bu aşamada devreye soktular. Ne ki, çıkış noktalarında hep “tek yol devrim”cilik vardı. Esasen Marx’ın Batı Avrupa’dan devrim çıkmayacağını sezdiği (buna karşılık Rusya’ya ilgi duymaya başladığı) anda, gelişmiş kapitalizmin işçi sınıflarını (veya onları aydınlatacak aydınları) kapitalizmin krizinin ve dolayısıyla sosyalizmin kaçınılmazlığına ikna etmek için yazmaya koyulduğu Kapital’i dahi tavsatıp bir türlü bitirmemesi, tesadüf sayılamaz.

 Aynı “tek yol devrim” anlayışı, Lenin’in de motivasyonu, itici gücü, bütün hayatı ve kariyerinin ana ekseni oldu.  Çarlık rejiminin İngiltere’yle karşılaştırılamayacak derecede amansız koşullarında yetişti. Hayatının her ânında şiddeti -- Narodnik suikastçılığını, bu yüzden kardeşinin idamını, Okhrana’yı, Sibirya’yı, 1905 sonrasının Kara Yüzler terörünü, kaçaklığı ve sürgünde gurbeti tanıdı. Bu koşullardan, yerine göre devrim, yerine göre reform yolundan gidip, işçi sınıfının halini kâh öyle, kâh böyle iyileştirmeyi uman bir politikacı çıkmadı. Adına konuştuğu proletaryanın asıl ne istediği ve nasıl kurtulacağını daha baştan biliyordu: sadece ihtilâl yoluyla! Örgüt de buna uygun olmak zorundaydı. 19. yüzyılda kurulan sosyalist partilerin bir ayağı devrimde, diğer ayağı reformdaydı. Hem seçimlere katılıyor ve parlamentoya giriyor, işçi ve emekçilerin hayatında somut iyileşmeler sağlamak için çaba sarfediyorlardı. Hem de programlarının bir yerinde, uzun vâdede kapitalizmin yerine sosyalizmi geçirme amacı yazmaya devam ediyordu.

Gerçek olan, pratikte giderek reformculaştıklarıydı -- ve bu, doğruydu da. Aslında olması gerekendi. Ne ki, bir yandan da teori gereği yiğitliğe toz kondurmuyor;  İkinci Enternasyonal’in sol kanadındaki radikallerin suçlamalarına karşı, uygun fırsat zuhur ettiğinde pekâlâ reform mecrasından devrim mecrasına geçeceklerini iddia ediyorlardı. Tabii öyle olmadı ve olamazdı. İllâ devrim ısrarıyla makro planda yanlış ve haksız olan Lenin, mikro planda, yani madem devrim şart, öyleyse nasıl bir örgüt lâzım noktasında haklıydı: reform mücadelesi her zaman tâlî görülmeli; parti daha baştan devrimci ve sırf devrimci olmalı; sathın altındaki illegal çekirdeği vasıtasıyla daima devrime hazırlanmalı, devrim için hazırlanmalıydı. RSDİP’in 1903’te Brüksel’de başlayıp Londra’da biten ikinci kongresinde savunduğu, sonra Bir Adım İleri, İki Adım Geri’de yazıya döktüğü “yeni tip parti”nin anlamı işte buydu.

İyi de, bugünden yarına hemen gerçekleşebilecek bir şey miydi devrim? Değilse, neydi “proletarya partisi”nin bu “çelik çekirdeği”ni, yıllar, belki onyıllar sürebilecek bir alacakaranlıkta, etrafındaki bütün olağan siyaset akışları içinde, sadece devrim hedefine kenetlenmiş ve sürekli hazır vaziyette, “kürekler alesta”da tutabilecek olan? Âşikâr ki bunun cevabı ancak içsel, sübjektif bir irade olabilirdi. Bu da yeni bir fikir, yeni bir yaklaşımdı 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında -- ve ilginçtir, demokrasinin hem aşırı soldaki, hem aşırı sağdaki düşmanlarında görülüyor; Rusya’da Komünistler, İtalya’da Faşistler, Almanya’da Naziler, iktidara yürüyüşlerini (Leni Riefenstahl’ın ünlü 1935 filminin başlığıyla söylersek) Triumph des Willens, yani İradenin Zaferi olarak görüyor ve gösteriyorlardı.

Tabii bazı farklar vardı arada; Faşizm ve Nazizmde bu “devrimci irade” liderin (Il Duceveya Der Führer’in) şahsında düğümlenip onun etrafında bir yanılmazlık hâlesi örerken, Lenin’in yeni komünist partisinde, uygun teorik değişikliklerle temellendirilmek ve programa yansıtılmak (ayrıca, “demokratik merkeziyet” denen incir yaprağı ardında gizlenen koyu örgütsel merkeziyet uygulamalarıyla perçinlenmek) zorundaydı. İşte asıl volontarizm (iradecilik), Lenin’in 1905-1917 arasında gerçekleştirdiği bu teorik değişikliklerde somutlanmaktaydı. Özetle, benim geçen yazımın sonunda tekrar masaya yatırdığım bütün tarihsel soru ve sorunlara Lenin’in verdiği cevaplar, tepeden tırnağa volontaristti. Evet, Rusya gibi geri, azgelişmiş kapitalist denebilecek bir ülkede de sosyalist devrim olabilirdi. Evet, bunun için önce burjuvazinin burjuva-demokratik devrimini yapıp Çarlığı devirmesini ve kapitalizmi geliştirmesini beklemek de gerekmezdi. Evet, işçi sınıfı, yani işçi sınıfının öncü partisi, yani işte o çelik disiplinli yeni tip parti (kurulabilmişse, istendiği gibi inşa edilebilmişse ve bir tarihî fırsat penceresi açıldığı anda, o sert, katı ve çevik irade birliği haliyle henüz mevcutsa)… doğrudan doğruya “burjuva-demokratik devrimi” ânında da öne çıkıp önderliği ve dolayısıyla iktidarı ele geçirebilirdi. Komünistler korkmamalıydı bu yeni tarihsel misyondan. Partisi aracılığıyla proletarya, (a) klasik Marksizmde kapitalizme ait olması gereken, üretici güçleri sosyalizmin mümkün hale geldiği noktaya kadar geliştirme ve sonrasında (b) asıl sosyalist ekonomiyi (= sosyalizmin kendi içindeki birinci aşamasını) kurma görevlerini, pekâlâ hep kendi yönetiminde, kesintisiz olarak gerçekleştirebilirdi.    

Dikkat ediniz: bir kere bu söylendiğinde, artık sosyalizmin ancak belirli sosyo-ekonomik koşullarda gerçekleşebilirliği, yani tarihselliği, tarihin belirli, spesifik bir dönemine ait olması diye bir anlayış kalmamış demekti. Nitekim Komintern bunu bir adım daha ileri götürecek; Leninist emperyalizm teorisi doğrultusunda, “kapitalizmin son aşaması: emperyalizm” çerçevesinde, yeryüzünün her köşesinde (sosyalist) devrimin objektif koşullarının mevcut olduğunu, dolayısıyla tek tek her ülkenin kendi iç koşullarının (ekonomisinin, kültürünün, demokrasisinin) yeterince gelişip gelişmediğine bakılmaması gerektiğini ilân edecekti. Bu da bir bütün olarak 20. yüzyılın “sosyalizm, proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı” diye nitelenmesinde ifade bulacaktı.

Ne ironik! Ne kadar traji-komik! Şimdi kaç kişi hatırlıyor acaba bu tantanalı hamaset klişelerini? Ama o dönemde de itiraz edenler vardı, Lenin’in iradeci “tek yol devrim”ciliğine. Menşeviklerin liderleri, örneğin. Yukarıda solda Georgi Plehanov, yukarıda sağda Julius Martov gibi. Gerek 1903 kongresinde, gerekse 1905 devrimi sırasında ve sonrasında, Bolşeviklere girdikleri yolun bir şiddet ve daha fazla şiddet yolu olduğunu; illâ ihtilâl ve iktidar hevesi içinde, klasik Marksizmin sosyalizm için öngördüğü olabilirlik koşullarını toptan silip atmamak (ya da, ekonomik determinism ucundan siyasî idealizm ve volontarizm ucuna bu kadar savrulmamak) gerektiğini; geri bir ülkeyi iktidarı ele geçirdikten sonra hızla kalkındırmaya çalışmanın ancak zorla, yukarıdan aşağı büyük bir cebir uygulamasıyla mümkün olabileceğini; bunun da (kapitalizmden daha geniş ve ileri bir demokrasi olması gereken) sosyalizmle değil, sosyalizm adı altında ancak Asyatik bir despotizmle sonuçlanabileceğini… sürekli, döne döne anlatmaya çalışmışlardı.

 Ne oldu? Kısa ve orta vâdede Lenin kazandı (ya da kazanmış gibi göründü). O hırçın ve yaratıcı iradecilik, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı benzersiz koşullarda, Bolşevik Partisi’ni iktidara götürdü gerçekten. Üstüste iki darbe yaptılar; iki büyük şehri silâhlı bir ayaklanmayla ele geçirdiler ve yeni seçimlerle gelen meclise de pek az tahammül edebildiler; çözüm masasını tekmeleyip devirircesine, silâh zoruyla lağvettiler ve ardından İç Savaşı da kazanmayı başardılar. Zafer o ân için Bolşevikleri kutsadı. Menşevikler ise resmî SBKP (B) Tarihi’ne dönek, revizyonist, burjuvazinin ajanları vb ilân edildi.

 İyi de sonra? Ya tarihin daha uzun vâdeli hükmü? Lenin’in volontarizmiyle iktidarın ele geçirildiği o uçsuz bucaksız gerilik ve köylülük diyarında Stalin’in volontarizmiyle kurulan sosyalizm, Martov’un olanca öngörüsünü tamı tamına doğrulayan bir diktatörlüğe ve emir-kumanda ekonomisine dönüştü. Nitekim bütün “bin yıl” benzeri kehanetlere karşın yaşayamadı, çöktü. Çökerken de sadece Sovyetler Birliği’ni değil, 19. yüzyılda doğan bütün sosyalizm fikri, akımı ve alternatifini beraberinde götürdü. 

 (Son bir not. 3 Temmuz’da, Mehmet Uçum’un bir demecini okudum. Her cümlesinde bir kere, “demokrasi” ve “demokratik” sözcüklerini tekrarlamış. “Demokratik Başkanlık Sistemi… Demokrasi Hukuku… Demokratik Meşruiyet teorisi…” Nedense bana, bir, Hamlet’te Kraliçe Gertrude’un, “piyes içindeki piyes”te aslında kendisini temsil eden oyuncunun yapmacık, samimiyetsiz tavırlarına karşı sarfettiği “the lady doth protest too much, methinks” (mealen: bayan da çok abartıyor canım) cümlesini hatırlattı. İki, yukarıda sözünü ettiğim, Leninist söylemde komünist partilerinin katı merkeziyetçiliğine “demokratik merkeziyet,” bu partilerin egemenliğine de “sosyalist demokrasi” denmesini hatırlattı.)

HABERE YORUM KAT