Bilim özgür iradeye karşı mı?
Mehmet Ödemiş, bilimin özgür irade çerçevesinde yürüttüğü tartışmalara değiniyor.
Dr. Mehmet Ödemiş / Açık Görüş
Nöronlarının kıskacındaki insan
Determinist düşünce tarih boyunca çeşitli kültür, inanç ve felsefi doktrinlerde farklı veçheleriyle yer etmiş bir bakış açısı; hayatı, doğayı ve bir bütün olarak varlığı anlamlandırma biçimidir. Kültürel bir öğe olmaktan çıkıp sistematik bir kozmolojiye dönüşmesi ise Yunan düşüncesiyle birlikte olmuştur. Leucippus ve Democritos gibi filozofların yanı sıra Stoa okulu gibi ekoller, ontoloji ve kozmolojide determinist felsefeyi ispata girişmişlerdir. Bilimin ilerlemesi ve bilginin çeşitlenmesiyle birlikte fizik ve metafizik temelli belirlenimcilik yaklaşımları ortaya konmuş; zamanla genetikten davranışçılığa, kültürden psikolojiye, atomculuktan tanrıcılığa varıncaya kadar geniş bir yelpaze teşekkül etmiştir. İster fizik isterse metafizik kaynaklı olsun bütün türleriyle belirlenimcilik, irade özgürlüğünü yok sayma; insanın davranışları üzerindeki faillik yetkinliğini reddetme iddiası içermektedir. Bu özelliği itibariyle ahlaki doktrinler, hukuk felsefeleri ve dinler açısından sakıncalı kabul edilmekte ve karşı çıkılmaktadır. Savlar felsefi söylevlerden ve argümanlardan müteşekkil olduğunda rasyonaliteden neşet eden karşı söylevlerle çürütmek ya da en azından sarsmak imkân dahilinde iken bilimsel bulgulara dayandırıldığında sadece felsefi ve mantıkî delillerle itiraz kifayet etmemektedir.
Nesnellik sorunu
Bu nedenle nörobiyolojik, nöropsikolojik, nöroteolojik vb. herhangi bir varsayımı yanıtlarken bilimsel bilginin epistemolojik değerini sorgulamak gerektiği kadar uygulanan deneyler ve klinik incelemelerin verilerini yöntem bilimsel açıdan kritik etmek de önemlidir. Diğer yandan -varsa- aynı konuyla ilgili yapılmış alternatif deneylere ulaşmak ya da Libet deneyi örneğinde olduğu gibi, bunların farklı şekillerde de yorumlanabileceğini ortaya koymak gerekmektedir. Zira klinik ya da deneysel araştırmalar; amaç, yöntem, kapsam ve incelenen konu bakımından bir çerçeve çizerek sonuç elde etmektedir. Verilerin nasıl yorumlanacağı ise çoğu zaman araştırmacının hipotezine, ön kabullerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak telif edilmektedir. Araştırmacının kişisel görüşünden bağımsız bir sonuç raporu, mümkün değildir. Nesnellik sorunu, bilimsel araştırmaların temel handikaplarından birini teşkil etmektedir.
Materyalist felsefe
Haddizatında günümüzde bilim, tarihte hiç olmadığı kadar bilgi üzerinde egemenlik sağlamış ve meşrulaştırıcı tek otorite sayılır hâle gelmiştir. Bilimin hayata getirdiği yenilik ve kolaylıklar, kitleler nazarında değerini ve önemini kutsamış ve tartışmasız kılmıştır. O artık neredeyse her şeyi bilebilecek kudrettedir.
Biyolojik indirgemecilikten mantıksal dayanağını alan nörobiyolojik determinizm ise zihnin ontolojik farklılığa dayalı varlığını görmezden gelmenin, zihinle beyni eşitlemenin veya zihinselliği beynin en çok bir epifenomeni şeklinde tanımlamanın doğal sonucudur. Temel ayrışma materyalist felsefenin kabulünden kaynaklanmaktadır. Varlığı sadece maddeye indirgeyen paradigmalar, tabiatıyla fizik ötesi olasılıkları hesaba dahil etmemektedir. Bu durumda her ne kadar qualia ya da öznel deneyim adı verilen problemler, çözülememiş bir şekilde orada öylece dururken görmezden gelinerek iddia korunmaktadır. Entropi yasasının keşfi, big bang teorisi, kuantum fiziği gibi pek çok yeni gelişme materyalist felsefeyi sarsmış olmasına rağmen modern bilim, epistemolojik bir revizyona gitmeye direnmektedir. Oysa mevcut epistemoloji ile gerek evrenin gerekse varlığın bir bütün olarak kavranması mümkün görünmemektedir. Beyin üzerinde yapılan deneylerden yola çıkarak insanın mahiyetini ve manevi tarafını anlamaya yönelik her teşebbüsün akim kalmasının en önemli nedeni budur.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren artan beyin araştırmaları, genler, nöronlar ve genel olarak beyin kimyasının insan davranışı üzerinde beklenenden daha fazla rol oynadığını ortaya koydu. Bu sonuçlar, bazı araştırmacılar tarafından özgür iradenin yanılsama olduğuna yönelik radikal bir iddia için araçsallaştırılırken diğer bazıları tarafından, iradenin eylemler üzerinde sanılandan daha az önemli kabul edilmesine yol açtı. Her iki düşüncede de irade özgürlüğünün göz ardı edildiği bir biyolojik determinizm modeli benimsenmişti. Yapılan çeşitli deneylerin tartışmalı yorumlarına dayanan hipotezler; dinî, ahlaki ve hukuki sorumlulukla ilgili kaygıların artmasına yol açtı. Her ne kadar sağduyu açısından insan özgürlüğü yok sayılamasa da söz konusu bilimsel verilerin doğru yorumu bulunmadıkça gerçeğin üzerindeki sis perdesi kalkmayacaktı. İlk bakışta kuantum evreninde, evrensel determinizmi tartışmak makul görünmemekle birlikte bilinci de içerecek şekilde atom-üstü dünyada güçlü bir nedenselliğin hüküm sürdüğü iddiası hâlâ yerini korumaktadır. Bu nedenle öncelikle determinizmi kritize etmek ve ardından biyolojik determinizmi irdelemek kavramsal çerçeveyi belirlemeye yardımcı olacaktır. Genetik ve nörobiyolojinin, davranışın teşekkülündeki yeri önemli olmakla birlikte bu durumun ahlaki failliği bütünüyle ortadan kaldırdığını öne sürmek ileri bir iddiadır.
Lakin insan beyni sofistike ve sırrı kolay çözülemeyecek gibi görünen bir organdır. Hakkında elde edilen sınırlı bilgilerden yola çıkarak beynin dolayısıyla zihnin de deterministik evrenin bir parçası olduğunu iddia etmek için yeterli kanıt yoktur.
Bilinç ve özgür irade
Bilinç ve özgür irade gibi olguları; nöronların rastgele etkinliklerine, öznesiz evrim süreci sonunda ortaya çıktığına inanılan beynin fiziko-şimik yapısına ya da genetik bilgiden sağlanan avantajla girdileri otomatik bir şekilde çıktılara dönüştürme becerisine atfeden hipotezler, insan olmanın en yumuşak karnına; özgür iradeye saldırmaktadır. İşin ilginç ve paradoksal yanı; içinde bulunduğumuz çağda küresel medeniyet insana sonsuz özgürlük vaat ederken aynı çağın bilimi, özgür olmadığını ispata çalışmaktadır.
HABERE YORUM KAT