Bilgi, inanç ve eyleme yönelik bir ömür çaba: Sezai Karakoç
Sezai Karakoç'un vefatının sene-i devriyesinde Mustafa Yılmaz'ın Temmuz Dergisinde yayınlanan bir yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
HAKSÖZ-HABER
2021 yılının 16 Kasımında hayatını kaybeden Sezai Karakoç'un vefatının yıldönümünde hayatı, düşüncesi ve şiirleri üzerine yazılmış bir yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
"Ne kadar başarılı olduğu elbette tartışılabilir. Fakat bilgi, inanç ve eylemi somutlaştırmaya yönelik bir çabayı ömrü boyunca sürdürdü."
***
Zülküfül Dağı Meseli - Mustafa Yılmaz
Bu hikayede ne hilaf vardır ne de yalan. Herkesin hikayesidir bu. Herkes bilir. Gölgesine sığındığımız, doruklarına sevdalandığımız dağların, bir uzun hava gibi yüzümüzü döndüğümüz ovaların, kalbimizi sarmalayıp sularına saldığımız ırmakların hikayesidir!
Memuriyetimiz vesilesiyle ömür geçirdiğimiz Elazığ şehri benim içim hep Harput’tur. Harput Hüseynik’ten yukarısıdır. Hüseynik’ten aşağısında bellek yoktur. Bellek Hüseynik’ten başlar Harput’a tırmanır. Harput aklıma gelince de tutar Rasih’in gazelini getirir. Harput Divanı kurulur: ‘Yârdan mehcûr iken düştük diyâr-ı gurbete / Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne’. Harput bir şenliktir. Cümbüşler bağrını yırtar. Kanunlar uzun ıslıklar çalar. Sazlar vurulur. Dem tutulur.
Elazığ ilinden Diyarbekir yoluna düştüğünüzde bir memleket türküsü uzar gider. Önce Hazar gölü! Benim için Bahr-i Hazer! Nâzım Hikmet’in ‘Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam’ dediği gibi Hazar. Gerçekten de ‘dalga bir dağdır / kayık bir geyik / dalga bir kuyu / kayık bir kova’ Hazar Gölünde.
Sonra Maden’e varırsınız. Maden dağı dumandır demişler. Ne doğru söylemişler. Çocukluğumun türküsüdür. İzzet Altınmeşe söyler: Maden Dağı Dumandır. Bir yılan gibi kıvrılarak süzülür dağların arasında yollar Maden’de. Maden dağı tunçtan bir heykel gibidir. Selam verirsiniz susar. Soğuktur yüzü. Sırtında ağaç taşımaz. Yükü kendinden bir dağdır.
Sonra inildikçe dağlar tükenir ve olanca büyüklüğüyle bir ovaya açılırsınız. Uçsuz bucaksız buğday tarlalarından örülü Diyarbekir ovasıdır! Bu ovanın kapısı Ergani’dir. Ergani Zülküfül Dağı’na sırtını yaslamıştır ve önünden akıp giden yolculara efsaneler söyler. İlk efsane Zülküfül’dür. Zülküf Peygamber’in yaz aylarında bu dağda ikamet ettiği, serinlediği, makamında dinlendiği anlatılır. Makam Dağı derler bu dağa. Diyarbakır Salnameleri ‘Zülküf Nebi makamının Ergani’de bulunduğunu ve bu makamın müzeyyen bir surette tamir ve tefriş edildiğini’ söyler bize. Ergani ve çevresi peygamberler diyarı diye bilinir. Birçok peygamberin makamı vardır. İşte bu Zülküfül dağının eteklerine tutunup büyümüştür Ergani. Ergani’yi selamlayıp da Diyarbekir’e doğru ovada süzüle süzüle giden yolların türküsü artık Ahmed Arif olur. Karacadağ’dan esip gelen çeltik havasıdır bu. Buğday ovalarının türküsü, Diyarbakır zindanlarında çalınan ağır sazlara eşlik eder. Artık Dicle ve Fırat başlar.
Bahr-i Hazer’de Nazım Hikmet, Maden Dağı’nda İzzet Altınmeşe, Erganiye varınca Zülküfül Dağının eteklerinde Sezai Karakoç olur memleket. Öyledir ki; memleket dediğin dağından, ovasından, gölünden şair doğurur.
Zülküfül dağının çocuğu Sezai Bey’in ruh köküne ilk ilhamlar Maden dağından akmıştır. İlk çocukluk yıllarında bilinç ışıkları Maden’de yanar. Sonra tekrar Ergani! Ergani Zülküfül Dağı. Zülküfül Dağı Muhammed Sezai. ‘İncir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken’ demiş. Sonra Zülküfül Dağı’nın hikayesi başlar büyük şair için. Sesler Kitabında Köpük şiirinde ‘Zülküfül Dağı’nın bahçeleri / Yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği’ diye yazmış. Sezai Bey şiir mi yazmış, şiir mi Sezai Bey’i yazmış bilinmez. Muhammed Sezai peygamber çiçeği gibi açmış Yasin Efendi’nin evinde.
Başlangıçlar
Diyarbekir Ergani’de 1933 yılının ‘gülan’ mevsiminde yani Mayıs ayında doğan bebeğe babası Yasin Efendi Muhammed Sezai adını vermiş. Dedeleri Osmanlı devrinde sipahi ağaları. Berat verilmiş kendilerine. Sezai Bey’in hatıralarından öğreniyoruz ki yeni rejim kurulduktan sonra ekonomik ve siyasi güçleri ellerinden alınmış. Çünkü amcası Şeyh Said kıyamından yargılanmıştır. Asırlardır nesilden nesile devredilen sipahi beratını amcası yakmıştır. Gelecek nesillerini korumak için amcası başkaca yol görememiştir. Aile Leventoğulları adıyla anılırmış. 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu ile kendilerine Karakoç soyadı uygun görülmüştür yeni rejim tarafından. Yıllar sonra Sezai Karakoç’un 1950 yılının Şubat ayında, lise son sınıftayken Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde ‘Sabır’ ismiyle ilk şiiri yayınlanır. Kitabına almadığı bu şiirde kullandığı mahlas Mehmet Leventoğlu’dur. Muhammed’den mülhem Mehmet ve dedeleri Leventoğullarından hatıra Leventoğlu. Bu şiirinde tarz olarak Necip Fazıl üslubu baskındır.
1950 yılında Mülkiye Mektebi’ne kayıt yaptırır. Bu yıllardan itibaren çeşitli dergilerde şiirleri yayınlanmaya başlanır. 1952 yılı Aralık ayında, okulun edebiyat ve düşünce dergisi olan Mülkiye dergisinde çok bilinen şiiri Monna Rosa’nın ilk bölümü yayınlanır. Sonra Kara Yılan şiiri İstanbul dergisinde yayınlanır. Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Hamdi Tanpınar, Asaf Halet Çelebi gibi şairlerle aynı dergilerde bu genç şairin şiirleri yayınlanmaktadır artık. Mülkiye dergisi Kemalist tandanslıdır, İstanbul dergisi ise sağ ve muhafazakar bir muhteva ile çıkmaktadır. Başında Mehmet Kaplan vardır.
Ellili yıllarda Sezai Bey Necip Fazıl’a bağlanmıştır. İdeolojik bir bağlılıktır bu. Müesses yeni nizama karşı bir ses yaratmak, bir ruh diriltmek isterler. Fakat bu ilişki Sezai Bey’in kendi tarzını yaratıp şiirini ayrı bir izleğe sürmesiyle ayrışır. İkinci Yeni’ye doğru yol alan Sezai Bey, ideolojik İslamcı söylemini de kendine has sütunlar üzerinde yükseltme yolunu seçecektir.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde şiiri bir ‘mesele’ olarak ele alıp, bir varlık mücadelesinin enstrümanına dönüştüren şairler vardır. Bunu yaparken form, biçim, estetik kaygıları da asla yok saymadan, modern olan içerisinde zamana söz söylemeyi seçen şairler bunlar. Bu şairler arasında en öne çıkarak kurucu bir keyfiyet kazanan Mehmed Akif, Necip Fazıl’dan sonra sacayağının üçüncü kişisi şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Elbetteki Cahit Zarifoğlu’nu, Nuri Pakdil’i, İsmet Özel’i ve diğerlerini de bunlara eklemek gerekir. Fakat ilk saydığım üç şair kendilerine has keyfiyetleri, çabaları, hikayeleri ile inşa ettikleri sütunlar açısından hem devr-i cumhuriyette nesillerin İslami bilinçlenmesi hem de sanat ve şiir yoluyla bir ufka ulaşmaları açısından başat kişiliklerdir.
Bir anlamda hikayeyi başlatan Mehmed Akif’tir. Necip Fazıl’a göre şair demenin bile mahzurlu olduğu Mehmed Akif. Bunu Necip Bey’in egosuna verelim. Lakin Mehmed Akif, bugün adına ‘toplumsal gerçekçi’ denen şiir tarzından çok önceleri şiirini toplumsal bir duyarlılık üzerine kurmuş kurucu şair atadır. Necip fazıl bütün bunalımları, egosu, hecedeki ustalığı ile kurucu şiirimizin bir ayağını oluşturur. Sezai Bey, Necip Fazıl’dan daha çok Mehmed Akif’in devamı gibidir. Kur’an’dan ve hadislerden seslenir. Peygamber kıssalarını dolanır. Sonra yaşadığı dünyanın ve günün meydanında durarak söylevler verir. Asım’ın Nesli Taha’nın kitabını okur. Bu ideal bir Müslüman gençliğe ses duyurma, ruh verme, bir taht inşa etme çabasıdır. Mazlumlara Allah’ın vaadi vardır. Yeryüzünün varisleri olmak onların hakkıdır. Mehmed Akif ne kadar Fatih Camii ise Sezai Bey de o kadar Şehzadebaşı’dır, Nuri Pakdil Kubbetü’s-Sahra’dır. Bahsi diğer bir başlık olarak incelenmesi gerekir. Cemal Süreya’ya göre “Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.” Mehmed Akif bütünüyle canlı bir Safahat’tır. Necip fazıl baştan aşağı bir Çile. Sezai Bey Gün Doğmadan ile bütüne kavuşur.
Sezai Karakoç kendine has bir fert ve duruş, dil ve söylem, kültür ve maya ile temayüz etmiş ve bunu medeniyet ve tarih bağlamında siyasal bir duruşa tebdil etmiştir. Kültürel olarak dini ve tarihsel tecrübeyi hem düz yazılarında hem de şiirlerinde ustalıkla sentezlemiş ve bugünün dili ve dünyası üzerinden yenilikçi bir ufuk ile sunmuştur. Cemal Süreya onun için “Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir Nietzsche de bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur. Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönülle katı yüksek uçuyor. Şemsiyesi yok.” demiştir.
Gündoğmadan
Gün Doğmadan yola koyulmaya koşullu bir hayattır Sezai Karakoç’unki! Hayat her gün dipdiridir. Kavga her gün yeniden kurulur. Güne tekbirle başlamak gerekir. Tekbir gün doğmadan getirilmelidir. Geceye sabredenler sabaha böyle girerler. Güneşe böyle selam verirler. Aydınlık yarınlar için besmele böyle çekilir.
İnsanlığın Dirilişi için ‘Bir bakıma, bu dünya hayatı, insan için, hakikat savaşını vermekten ibaret’tir. Bunun için Gün Doğmadan yola koyulmak ve yorulmamak gerekir. İnsanlığın Dirilişi için dıştan bakmaya yönelince, öncelikle asrımızda yaşanan Bunalımın Kaynağı nedir sorusunu sormak gerekir. Sonra tabloyu tamamlamaya gelir sıra. Önce Hakikat Savaşı. Peygamber İzi. Ölüm Dikkati. Tapınak. Şamdamar. Kent. Propaganda. Politika. Devrim. Put. Bilim. Edebiyat. Sanat. Felsefe. Tablo, Tohum ve İlham. Sonuç ise Diriliş İnsanı.
Dıştan bakış yetmez. Onunla yalnızca vaka tespit edilir. Somut gerçeklik anlaşılır. Gerçekliğe hakikat mayası katmak gerekir. Bu durumda içten bakış için Yitik Cennet aranmalıdır. Ruh ve mana köküne inmek ve sonra da muharrik bir tesanüd noktası bulmak gerekir. Bunun adresi risalet silsilesidir. Hz. Adem’den başlayıp son nebi Muhammed Aleyhisselama kadar durmadan koşmak.
İnsanlığın Dirilişi için de İslam’ın Dirilişi gerekir. Bunun için Düşüncede Diriliş, İnanışta Diriliş, Sanat ve Edebiyatta Diriliş ve Aksiyonda Diriliş olmak üzere dört ana sütunda dirilişi gerçekleştirmek gerekir. Ancak bu şekilde Müslüman olan ve olmayan tüm dünya halklarına bir diriliş nefesi ulaştırılabilir. Şiir bu diriliş için bir maya olarak sürekli karılmalıdır. Ruh, bu mayadan tüm insanlığa üflenecektir.
Diriliş için Sezai Bey, coğrafya bilincini, tarih felsefesini, tevhid tarihini, kimlik sorununu merkeze alarak modern sorunlarla yüzleşmeyi seçmiştir. Bu yüzleşmeden zaferle çıkacak misyon sahibi kişi ise Taha’dır, Doğunun Yedinci Oğludur. Bir dini tanımak için o dinin kitabını, peygamberini, tarihini ve yetiştirdiği ideal kişileri tanımalısınız der sosyolog Ali Şeriati. Sezai Bey’de de benzer sembolleştirmeler görüyoruz.
Şiirlerde uzanan bir coğrafya ve tarihsel gelgitler, geçmişle gün arasında sağlam köprüler kurarak bir benlik bilinci, varlık farkındalığı oluşturur. Estetik ve ses öğeleri ile de aşkın hakikate dair deruni bir donanım sağlanır. Bu şiirle misyon sahibi kişinin ruhunun heykeli yontulmaktadır. Tıpkı Akif’in Asım’ı, İkbal’in Cavid’i gibi o da Taha’yı bir ruh ve maneviyat heykeli gibi yontmak ister.
İkinci yeninin en usta şairi odur. Üzerinde tartışılacak bir yönü yoktur. İkinci yeni ana eksenini sola kırarken o şiiri bir kimlik davası gördüğü için o trene binmemiştir. Sağcı da olmamıştır. Sağcılığın sığ ve ucuz hamasetine pirim vermemiştir. Solculuğun eyyamcılığını da elinin tersiye itip atmıştır. Modern dönem İslamcılığı içerisinde sayabileceğimiz bir ufku vardır Sezai Karakoç’un. İslam’ın Dirilişi kitabında İnanışta Diriliş başlığı altında kendi durduğu yere ait sarih satırlar bulmak mümkündür. Fakat Monna Rosa ile magazinleştirilen şairin İslamcılığı pek konuşulmamaktadır. Diğer tüm yirminci yüzyıl davetçi, hatip, aydın, şair, gazeteci öncüler kervanına eklenmesi gereken bir isimdir.
Mehmed Akif’te benzerini gördüğümüz bir “millileştirme” ve “misak-ı milli”ye hapsedilme bahtsızlığına uğraması kuvvetle muhtemel büyük şair, asla herhangi bir ulusal sınıra hapsedilemeyecek kadar evrenseldir. O bir bakarsınız Hendek savaşındadır, bir bakarsınız Yemen’de, bir bakarsınız Diyarbekir’dedir, bir bakarsınız Paris’te, bir bakarsınız Macaristan’da, bir bakarsınız Kudüs’te, bir bakarsınız Hiroşima’da. Tunus bir adım ötesidir. Bir adım ötesi Kahire. Bir adım atar Konya’dadır. Musa’nın yol arkadaşıdır o. Mesih’i doğuran Meryem’i anne bilir. Kötülere iyilik saçan bir gül işçisidir.
Fakat Bir Gün Gelecek
“Belki de konuşan bir akşam ışığıydı / Güneşten gözüme gelen bir göç kırışığıydı / Güneşse Kapalıçarşı’da batmıştı Kapalıçarşı’da batmıştı / Sahaflar yanmıştı bütün kitaplar ıslanmıştı / Çınar ve mermer kuru şadırvan ve güvercin / Yanmıştı için için / Çökmüştü ufkumuza bir ateş keskin keskin / Ve bulmuştu yepyeni bir cebir yarasalar / Artık batı yok eden sayılar / Artık doğu tükenen rakamlar / Fakat bir gün gelecek / Çağırmasını bilirsen gelecektir / Doğu’yu Batı’yı bilen gelecek / Kendi cebirine çeviren gelecektir” derken gelecekten ümidi kesmemiş bir soluktur onun şiiri. Kavganın tam ortasında durmuştur. Sesi yüksek şahsiyeti öndedir.
Susturulmuş bir dilin, kitapları yakılmış bir medeniyetin, çarşıları kapatılmış bir halkın, çınarları kesilmiş, suları kurutulmuş bir memleketin kurtuluşunu bir cebir, bir hesap, bir muhasebe olarak görüp buna hazırlıklı olmaya çağıran, buna asker yetiştiren yani gül devşiren bir öğretmendir. Çünkü duvarlarımız yanmış yıkılmış fakat kitabımız Kur’an o duvarda asılı kalmıştır. O kitabı alıp gür sesiyle yeniden okuyacak bir nesil, bir ordu, bir sancaktar gerekir. Kanları şahdamarlarını patlatırcasına koşacak yağız atlı süvariler. Bir gün deniz yarılacak ve içinden Musa gibi bu süvariler çıkacaktır. Bir gün doğar bir gün batar. Kur’an’ın yankısı dinmez kulaklarda.
Geleceği inşa edecek fikir ve emek işçileri için bir modeli yaşamlaştırmaya çalıştı. Şiiri bir gayenin anahtarı saydı. İlletsiz bir şiirden kaçtı. Şiir yetmezdi. Bu gayeyi kitapları ve konferanslarıyla geniş kitlelere yayamaya çalıştı. Kültürel alt yapı siyasal bir üst yapı ile bütünleşmeliydi. Bunun için siyasal bir hareket kurmayı denedi. Güncel iğdiş siyasetin karşısında kimlik oluşturmayı denedi. Akim kalmış nostaljik bir çaba değil, bütünü kavramak adına önemli bir açılım ve modellemeyi önemsedi. Ne kadar başarılı olduğu elbette tartışılabilir. Fakat bilgi, inanç ve eylemi somutlaştırmaya yönelik bir çabayı ömrü boyunca sürdürdü.
Biz tekrar başa dönelim. Zülküfül dağından esen yelle ciğerleri soluklanmış bir çocuk dünya hayatını gerçek bir yolcunun saf ve berraklığı ile bir ağaç gölgesinde gölgelenme olarak duyumsayıp yaşamıştır. Zülküfül dağının eteklerinde oturmuş bir ermiş olarak, Ergani önünden akıp giden kervanlara söylenceler, meseller, tarih ve coğrafya dersleri, peygamber selamları, tevhid cümleleri söylemeye devam edecektir. Soluğu bir dağ serinliği, bağrı çöl yangını, ufku gök mavisi, yelkeni atlas, kaftanı kepenek, kılıcı Zülfikar, bir başka zamanlar savaşçısı olarak belleğimizde sustukça konuşacaktır.
Çok şey söylemek gerekti lakin biz sadece imalarla geçtik. Menzili mübarek olsun.
Temmuz Dergisi - 59. Sayı
HABERE YORUM KAT