Beyaz Türkler’in Ordu üzerindeki “mahalle baskısı” başlıyor...
Serdar Turgut bir süredir “Beyaz Türkler” üzerine yazıyor. İyi bildiği bir çevreyi anlattığı için, yazdıklarını ilgiyle okuyorum. Bunlardan 2 mayıs tarihli olanında “Beyaz Türkler”i “televoleci” olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırıyordu:
“Ben ‘Beyaz Türkleri’ yıllardır hep aynı cümleyle tanımladım. Meslekli, kültürlü, bilgili, birikimli ve kendi kimliğini meslek yaşamı ile belirleyen insanlardır bunlar benim için. Gayet tabii ki popüler kullanımında ‘Beyaz Türk’ün ağırlıkla sadece yaşam biçimiyle tanımlanmakta olduğu bir başka tanım da var. Böyle tanımlanan ‘Beyaz Türkler’ sadece beş duyuları tarafından oluşturulan insanlar olarak görülüyor. Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma ‘Beyaz Türkleri’ bunlar. Sadece bu beş duyuları yaşam biçimlerini oluşturuyor. Şarap içiyorlar, aynı restoranlara gidiyorlar, modayı takip ediyorlar. Kadınıyla, erkeğiyle çapkınlar. Ve bu yaşam biçimlerini kaybedecekler diye sürekli kaygılılar gerçekten de... Bu yaşam biçimini kaybetmemek için her türlü otoriter, totaliter düzene de destek verebiliyorlar. Darbe şakşakçılıkları ağırlıklı olarak da bundandır.
“Bunlar var gayet tabii ki ama bunlar ‘Televoleci Beyaz Türkler.’ Ama bir de hayata bakarken sadece beş duyusuyla yetinmeyen, düşünmeyi kendi hayatının merkezine koyan ‘Beyaz Türkler’ de var. Benim için önemli olanlar bunlar. Bu daima böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak.”
Özkök antipatisinden sonra Başbuğ antipatisi mi?
Doğrusu, Serdar Turgut’un yaptığı bu ayrımın anlamlı, kullanışlı bir ayrım olduğu hususunda kuşkularım var. Özgür düşünceyi ve ifade özgürlüğünü “hayat tarzı özgürlüğü” kadar önemseyen, hatta belki ondan dahi üstün tutan bir “Öz Beyaz Türkler” kategorisinin varlığına ben de inanıyorum, fakat bunların çok küçük bir azınlık olduğu da bir vakıa... İlaveten: “İrtica” nefreti her iki “Beyaz Türk” kesiminin ortak nefretidir ve bu ortak nefret tıpkı “televoleci” olanlar gibi olmayanları da otoriter-totaliter tehditlere karşı “şakşakçı” derekesine indirgeyebilir. Bu iki kesim arasında bu açıdan bir nitelik farkı yok, eşik farkı var. Unutmayalım, “Televoleci” olmayan “Beyaz Türkler”in en sevdiği slogan da aynıdır: “Darbeyle 20 yıl geriye gideriz, irticayla ise 100 yıl...”
2003-2004 darbe girişimlerini önleyen genelkurmay başkanı olarak öne çıkan Hilmi Özkök’e karşı bu kesimlerde beslenen antipatinin benzerinin şimdiki genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’a karşı da oluşmaya başladığına emin olabilirsiniz... Ne zamandan beri mi? Başbuğ’un, “darbecileri ordu içinde barındırmayacaklarını” açıklamasından sonra tabii...
Bence, ister “televoleci” olsun ister “öz” olsun, bütün “Beyaz Türkler” ordunun siyasete müdahale etmese bile edecekmiş gibi yapmasını ve siyaset kurumunun üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmasını içten içe istemektedirler. Onların, genelkurmay başkanının konuşmasındaki bütün vesayetçi unsurlara rağmen sırf bu vurgu nedeniyle Başbuğ’dan soğumaya başladıklarını düşünmek hiç de yanlış olmaz.
Milliyet yazarı Can Dündar’ın 30 nisanda kaleme aldığı “Asker çekiliyor, kim geliyor” başlıklı yazı, bence bu kesimlerin duygularını pek güzel ifade ediyor.
Dündar, uçakta yan yana düştüğü ünlü bir işadamıyla giriştiği sohbeti anlatarak başlamış yazısına... İşadamı, son seçimlerden önce bir grup işadamıyla biraraya gelip, anketlerden çıkan “AK Parti yüzde 50 oy alacak” sonucunu değerlendirmişler. Dündar’ın, “İş çevrelerinde yönetici pozisyondaydı. Ergenekon’un son dalgasının dehşeti içindeydi. Cemaatçi yapılanmadan dertliydi” diye tanımladığı işadamı şöyle demiş:
“Seçimden önce işadamları aramızda toplandık. AKP’nin yüzde 50’ye çıkma ihtimalini değerlendirdik. Ben dahil toplantıdakilerin yüzde 90’ı ‘Bu sonuç doğacağına, asker müdahale etsin daha iyi’ dedi.”
Muhtemelen “Öz Beyaz Türk” olan bu işadamı ve arkadaşlarının siyasi pozisyon olarak “darbederlik”i seçmeleri Can Dündar’da bir rahatsızlığa yol açmış gibi görünmüyor. Yazısında onlara karşı eleştirel bir pozisyon almadığı gibi, dertlerini derdi sayan bir duyarlılık içinde görülüyor ve faturayı askere kesiyor. Yoksa ben mi yanlış anladım, gelin birlikte bakalım...
Can Dündar, işadamının sözlerini aktardıktan sonra bizi acele hüküm vermemeye çağırıyor ve “darbe şakşakçılığı” demeden önce “dünkü tabloya bakmamızı” istiyor. (Yazısının bu bölümünde Poyrazköy kazıları, Güneydoğu’da hayatını kaybeden 9 asker, Hikmet Sami Türk’e suikast girişimi ve 1 Mayıs öncesi gerilimi gibi olguları sıralıyor.)
Böyle bir ülkede halkın “güvenlik ihtiyacını her şeyin önüne almaması mümkün mü” sorusuyla devam eden yazının asıl derdi şu satırlarda:
“İşte bu ortamda Genelkurmay Başkanı, ‘Demokrasiye bağlıyız. Farklı düşüncedekileri TSK’da barındırmayız’ dedi. Bu, çok önemli bir tavır... Askerin darbe niyetine, siyasi vesayete son vereceğinin işareti... Demokrasi için gerekli adım; ama yeterli değil... Çünkü işadamından işçisine, işsizine kadar herkes tedirgin... Başı sıkıştığında ‘Asker gelsin çözsün’ refleksine alışmış bir toplumun paniğini kim yatıştıracak? Askeri vesayetin boşluğunu hangi otorite, nasıl dolduracak? Alternatifin ‘cemaat’ olması nasıl önlenecek?”
Benim anladığım kadarıyla bu bir yazıklanma... En azından “olabilir ama, şimdi zamanı değil” diyen örtük bir eleştiri... Mealen “Bu insanları nasıl yüzüstü bırakıp çekilirsiniz, buna hakkınız var mı ve Beyaz Türk hassasiyeti böyleyken çekilip gidebilir misiniz” diye soran bir yazı...
Benden söylemesi: Bu türden yazılara, hatta derdini daha açık, daha net söyleyen yazılara hazırlıklı olun...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT