Beşerden “İnsan”a… -3
Kaldığımız yerden devam edelim…
Evrim Kuramı’nın Kilisenin dogmalarını tartışmaya açmasının ardında Hristiyan teolojisini ve insan algısını da tartışmaya açıyordu. Kilise’ye göre insan “Tanrı’nın sureti”nde yaratılmıştı ve Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Dolayısıyla Kilise “İnsan’ın doğaya hükmettiği Tanrı adına Doğaya egemen olduğu insanın merkezde olduğu” bir tabiat anlayışı geliştirdi. Bu sebeple Kainatta merkez dünya Dünyada da merkez insandı. Oysa Bilimsel keşiflerle kainatta merkezin dünya olmadığı aksine dünyanın güneşin etrafında döndüğü kanıtlandı. Bu yüzden Kopernik ve Galileo zor zamanlar geçirdiler…
Kilise’nin “Yaratılış”ı: Statik, Bilim’in Keşifleri: Dinamik
Kilise’ye göre dünya statik biçimde bir anda yaratılmış ve hiçbir değişme geçirmeden bugüne kadar var olagelmiştir. Dünyadan başka bir yerde olan Cennet’te yaratılan Adem (Adam) ve onun kaburga kemiğinden yaratılan Havva (Eva) ise bir anda yaratılmış ve daha sonra bu metafizik cennetten dünyaya indirilmişlerdir. Bu anlatıya aykırı bilimsel keşiflerin yapılması Din’in geçersiz olduğu fikrini ortaya çıkarttı. Özellikle insanın biyolojik olarak doğanın merkezinde değil doğanın bir parçası olduğu sonucunun ortaya çıkması Hristiyanlık-Bilim çatışmasını zirveye çıkarttı.
Evrim Kuramı’na göre “İnsanın Evrimi”
Şuan keşfedilen en eski sanat eserleri yaklaşık 32.000 yıl önce çizilmiş olan Chauvet Mağarası resimleridir. Bu resimlerde insan’ın bilinçli ve kültür sahibi olduğunu, Buzul çağında yaşayan insanların sanatkar olduklarını tespit ediyoruz. Mağaradaki resimlerde buzul çağı hayvanları, insanın mecazi dünyasının da çeşitli imgelerle resmedildiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu resimler ilerlemeci tarih anlayışının da geçersiz olduğunu göstermektedir. Çünkü resimler gerçekten de estetik açıdan çok ayrıntılı ve gelişmiştir.
1. Aşama: Bilinçsiz Hominidler
Bugünkü İnsan (Homo Sapiens) biyolojik sınıflandırmada Memeliler sınıfının Hominidler türünün bir alt türüdür. İlk iki bacaklı dik Hominid iskeleti 8-15 milyon öncesine dair bir bulgudur. Hominidler yani maymunların ve insanların ortak atalarının iskelet bulguları göstermektedir ki bu zaman aralığında ortak atalar Afrika, Asya ve Afrika ormanlarında yaşamışlardır.
2. Aşama: Ortak Ata
8-5 Milyon önce İnsanın ilk ataları ortaya çıktı. Bu ataların fosilleri özellikle Afrika’daki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. 2001’de Kenya’da bulunan Orrorin fosilleri ve Çad’da bulunan 6-7 Milyon yıllık Miocen dönemine ait fosiller ortak atanın Afrika’da yaşadığını göstermektedir. Ortak ata olarak adlandırılan Australopithecus’a ait bulgular 5-4 milyon yıl öncesine aittir.
3. Aşama: Homo Habilis
2.5 Milyon önceye ait bulgularda il alet yapımlarına rastlanmıştır. Etiyopya’da bulunan bu aletler ilk kez alet yapabilen bir hominidin ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıca adına Oldowa aletleri denen paleolitik dönemde kullanılan, taş yüzeyine sürtülerek yapılan, bir ya da iki yüzü kullanılabilen araçlar. Balta, çekiç, bıçak, kazıcı, orak vb. nesneler gibi et kesme, deri soyma, kemik kırma işleri için kullanırlardı. 200.000 yıllık bir süreç içerisinde Homo Habilis’in beyninin büyümesiyle değişim yaşamıştır. Arkeologlar Homo Habilis’e ait bulgularla bir çok kez karşılaşmaktadır.
4. Aşama: Homo Erectus
Homo Erectus, Buzul çağının başlamasıyla beraber değişen iklim değişikliklerine ve çetin koşullara uyum sağlayabilen ve karşılıklı yardımlaşma ile toplumsallaşan/medeniyet kuran yeni bir insan türüdür. Homo Erectus bugünkü bulgulara göre ilk bilinçli insan türüdür. Fosillerden yola çıkılarak Homo Erectus’un ilk kez Afrika’dan ayrılarak bugünkü Mekke üzerinden geçerek Asya’ya yayıldığı düşünülmektedir. İlk bulunan Homo Erectus fosili Kenya Turkana Gölü kıyısında bulunmuştur. Homo erectus’un yeryüzünde geniş bir alana dağıldığı fosil buluntularından anlaşılmaktadır. İlk fosil Cava Adasında ortaya çıkarılmıştı. Daha sonra Pekin yakınlarında, Cezayir’de, Orta Afrika’da, Avrupa’da pek çok fosil bulundu. Bu fosillerin bazılarında Homo erectus ile Homo sapiens arasındaki ayrımın belirsiz hale geldiği görülür.
Fosil kalıntıları Homo erectus’un kafatası boşluğunun alçak, kemiklerinin kalın olduğunu gösterir. Ama kaş kemikleri yüksektir. Alın çökük, burun, çeneler ve damak geniştir. Öte yandan Homo erectus’un dişleri, başka hiçbir insan türünde rastlanmayan ölçüde iridir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insan türüdür.
American Journal of Physical Anthropology dergisinde yayınlanan aşağıdaki makale Türkiyeden bir örneğe yer veriyor. Araştırmaya göre, Homo Erectus kafatası üzerinde tüberkülozun yol açtığı kemik deformasyonları açıkça görülüyor. Böyle kemik deformasyonlarının D vitamini eksikliğine bağlı iskelet ve bağışıklık sistemi zayıflığından kaynaklandığı tıp uzmanlarınca zaten biliniyor. Bilinenler ile fosil üzerindeki buluntular ortak değerlendirildiğinde Anadolu’daki ilk insanların ekvator bölgesinden geldikleri ve siyah derili oldukları sonucu çıkarılıyor. Ekvator bölgesinden kuzey enlemlere doğru göç eden siyah derili insanların, deri yapısından dolayı vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık sistemlerini zayıflattığı, böylece tüberküloz dahil hastalıklara kolay yakalandıkları tezinin jeolojik geçmiş için de doğru olduğu anlaşılıyor.
Bulunmasından sonra Pamukkale Üniversitesi’ndeki ön incelemenin ardından Homo Erectus’, ’Ankara’daki Jeolojik Mirası Koruma Derneği’ne gönderildi. Burada, yerli ve yabancı uzmanlar tarafından 6 yıl boyunca incelenen fosilin 500 bin yaşında olduğu, 20-40 yaşlarında, siyah tenli bir erkeğe ait olduğu saptandı. Fosille ilgili çalışmalar tamamlanarak, sergilenmek üzere Denizli Müze Müdürlüğü’ne teslim edildi. Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Cihat Alçiçek, "Fosil, dünyadaki bütün insanların Afrika kökenli olduğu tezini doğruluyor. Fosile ait kafatasının Afrikalı’ya ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişide D vitamini eksikliği olduğu tespiti var. Ekvator bölgesinden kuzeye doğru göç eden siyah derili insanların, vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık istemini zayıflattığı tespit edildi. ’Homo Erectus’ üzerinde tüberküloz bulunması, bu hastalığın insanlık tarihi kadar eski olduğunu da kanıtlıyor" dedi.
(Kappelman J. Alçiçek M.C. Kazancı N. Schultz M. Özkul M. Şen Ş. 2008. First Homo erectus from Turkey and implications for migrations into temperate Eurasia. American Journal of Physical Anthropology 135, 110-116.)
5. Aşama: Homo Sapiens ve Homo Neanderthalensis
Neandertal adamı ya da kısaca Neandertal, günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce yaşamış insan türü. Biominal adı Homo neanderthalensisdir. Fosilleri muhafaza etmeye müsait kireçtaşı mağaralarda yaşadıkları için haklarında en fazla bilgi sahibi olunan insan türüdür.
Neandertaller Homo Sapiens olarak isimlendirilen günümüz insanıyla aynı zaman sürecinde günümüzden yaklaşık 200 ila 100 bin yıl önce ortaya çıkmışlardır. Atlantik kıyılarından Orta Asya'ya, en kuzeyde Belçika'dan, güneyde Akdeniz ve güneybatı Asya'ya kadar olan bölgede yaşamışlardır. Neandertaller homo sapiens türleriyle kaynaşarak insan popülasyonu içinde yaşamlarını devam ettirmektedirler.
Evrim İlerlemeci Tarih Tezini mi doğruluyor? İlk İnsan İlkel miydi?
Evrimsel sürecin ilkelden gelişmişe bir “tekamül” olduğu yorumu ile evrim özdeş midir? Bu yorumun Avrupa-merkezli ve ideolojik olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal Darwinizm’in Evrim kuramı üzerinden yapılan bir yorum olduğunu daha önceki yazımızda işlemiştik. Gerçekten de evrim ilkelden gelişmişe bir dönüşüm müdür? Yine evrim beyaz adamın üstte olduğu insanlar arasında da ırkçı bir hiyerarşiyi mi kanıtlar? Elbette bu gibi yorumlar evrim gerekçe gösterilerek tarihte yapılmış ve bilim olmayan bu bilim-yorumları. Bu anlayışa sahip olan bilim adamları evrimsel dönüşümleri resmederken karanlık dönem olarak adlandırdıkları Homo Erectus ve Neanderthal insanlarını ilkel, kaba saba, hayvanımsı ve medeniyetten yoksun şekilde resmetmişlerdir. Oysa Evrim kuramı “ilkelden gelişmişe bir ilerleme”yi ifade etmez. Evrim koşullara göre yol alan ve bu yolda değişimi ortaya çıkartan bir yasadır. Bu yasa koşulların sonucu geliştiren, gerileten ya da nötr bırakan bir uyum sağlama düzeneğidir. Bu sebeple insan’ın bilinçli bir varlık olması onun bilincinin “ilerlediği” onun diğer akrabalarından üstünleştiği anlamına gelmez. Bilincin uyanması bu potansiyel öz’ün koşullar sayesinde açığa çıkması ve uyum sayesinde filizlenmesini ortaya çıkartıyor. Şayet bir varlıkta bilinç varsa bu bilinç doğal olarak kültür ve medeniyeti doğurur. Bu sebeple medeniyet ilkelden gelişmişe ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde aynı sonuçları ortaya çıkarır. Bu sebeple “ilkel mağara adamı kurgusu” gerçeği yansıtmamaktadır hele ki binlerce yıl boyunca insan türlerinin aynı şekilde ilkellikte yaşadıklarını düşünmek te yanlıştır. Bugünün bilinen 4.000 yıllık medeniyet tarihi ile 32.000 yıl önce Chauvet Mağarasındaki resimler arasında bağ kurarsak ilk bilinçli insanın hiç te “ilkel”olmadığını göstermektedir. Ayrıca atalarımız Homo Erectus’ların yaşadığı dönemin Buzul Çağı olduğunu söylemiştik. Arkeolojik bulgular göstermektedir ki Buzul döneminde bugün denizlerle kaplı pek çok yer kara parçasıydı ve insanların bu bölgelerde yaşamaları muhtemeldir. Buzul devrinin sona ermesiyle bu kara bölgeleri sularla kaplandı.
Tarihçilerin bir kısmı Buzul döneminde kurulan medeniyetlerin travmatik iklim değişiklikleri sırasında ortadan kaybolduklarını düşünmektedir. “Yaban” insanının doğayla uyumlu teknolojiler geliştirmeleri de karanlık döneme ait ilkel olmayan tarihsel bulgular geçmişin hiç te “geri” olmadığını göstermektedir.
Peki bu arada yani binlerce yıllık bilinçli insanın karanlık döneminde ne oldu? Tarihçiler, ve antropologlar için bakir bir araştırma sahası…
“İlkel”in icadı Batı medeniyetinin “son aşama” zamansal olarak geride kalanların da “gerici/ilkel” olduğu ideolojisini haklı çıkartmak için ortaya konmuştur. Oysa evrim şartlara uyumla alakalı olan ama ilerleme-gerileme ve gelişmeyle alakalı olmayan bir süreçtir. Yani döngüsel bir süreç…
Farklı şartlar var olduğunda farklı dönüşümlerin gerçekleşebileceği bir süreç, daima ilerlemeyen bir uyum yolculuğu… Bazen ileriyle bazen geriye bazen sağa bazen sola giden bir labirent yolculuğu…
Konuyla ilgili antropolojik çalışmalar için ipucu kitapları: “Yaban Aklın Evcilleştirilmesi” Jack Goody, Dost Yay. “İlkel Toplumun İcadı” Adam Kuper, İnsan Yay. “Gelecekteki İlkel”, John Zerzan, Kaos Yay.
İnsanın Evrimi ve Irk Kavramı:
Irk, alt tür anlamına gelir bir ırkı belirlemek için insan genlerinde bariz bir farklılığın olması gerekir. Oysa böylesi bir farklılığı belirlemek olanaksızdır. Irkın biyolojik tanımına göre bir ırkın belirli bir gen ya da gen grubuna sahip olması ya da olmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Popülasyonlar genetik açıdan “açıktır”, gen alışverişi yapılabilir. İnsan popülasyonları genetik açıdan açık oldukları için türümüz içinde sabit özelliklere sahip bir ırk grubu yoktur. (Sosyal Antropoloji, Kaknüs Yay. Sf. 197) Bu açıdan baktığımızda “ırk” kavramı kurgusaldır. Ayrıca Batı Merkezli sosyal Darwinistlerin “üstün beyaz ırk” düşüncesinin de yine evrimsel süreç açısından yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü bugünkü bulgular ve DNA araştırmaları ilk insan türlerinin Afrika Merkezli ve siyah derili olduğunu ortaya koymuştur. Deri rengi de doğal seçilimin ve uyarlanmanın örneğidir. İnsan derisinde melanin denen madde onu koyu ya da açık yapar. Melanin güneşin zararlı ışınlarına karşı insanı korur. Güneş ışınlarının yoğun olarak hissedildiği bölgelerde doğal seçilim sonucu insan derisindeki melanin yoğunluğu fazla olanlar baskın olmuştur. Kuzeye doğru yayılan insanlar ise D vitamini daha çok özümsemek için melanin yapıları zamanla azalmış ve beyazlamışlardır. Tüm insanlarda siyahıyla beyazıyla potansiyel olarak yoğun melanin bulunmaktadır. Bu sebeple beyazlar güneşlendiklerinde derileri kararmaktadır. Sonuç olarak evrimsel süreç göstermektedir ki deri farklılıkları hiçbir şekilde bir üstünlük ya da toplumsal bir farklılık belirtisi değildir. Deri rengi tamamen işlevseldir.
Evrimsel süreç içinde insan bilinçlenmiş ve bugünkü Kenya bölgesinden Arap Yarımadasını geçti ve tüm dünyaya yayıldı. Gary Stix, Scientific American dergisinde yazdığı makalede şu ifadelere yer veriyor: Elli veya altmış bin yıl önce, Afrikalı küçük bir topluluk – birkaç yüz, en fazla birkaç bin kişi – aynı boğazı küçük kayıklarla geçti, hem de hiç dönmemek üzere.
Doğu Afrika’daki vatanlarını terk etmelerinin sebebi tam olarak anlaşılamamıştır. Belki iklim değişti, veya bir zamanlar bol olan su kabukluları stokları tükendi. Fakat bazı şeyler gayet belirgin. Afrika’dan ilk çıkanlar, tam anlamıyla modern insanları tanımlayan fiziksel ve davranışsal özellikleri de – büyük beyinler ve dil yeteneği gibi – kendileriyle birlikte getirdiler. Asya kıtasında şimdi Yemen olan yerdeki çadırlarından, kıtalara yayılan ve köprüler kuran ve onca yolu aşıp Güney Amerika’nın en ucundaki Tierra del Fuego’ya kadar ulaşan on binlerce yıllık bir yolculuğa çıktılar. Bilim insanları, elbette, bu gezilere, fosilleşmiş kemikler veya koleksiyonlarda zahmetlice saklanan ve gizlenen mızrak uçları sayesinde bir hayli nüfus ettiler. Fakat antik-elden düşmeler, genelde bu uzak tarihin tam bir resmini veremeyecek kadar azdır. Geçen 20 yıl içinde, toplum genetikçiler, modern insanların ilk göçlerinden kalma bir genetik galeta unu izini şekillendirerek paleoantropolojik kayıtlardaki boşlukları doldurmaya başladılar. DNA’mızın neredeyse tamamı – insan genomunu oluşturan üç milyar kodun veya nükleotidin yüzde 99.9u – her insanda aynıdır. Yukarıda sıraladığımız bulgu ve gözlemler de göstermektedir ki ne evrimsel süreç bahanesiyle bir ırkçılık meşrulaştırılabilir ne de evrimsellik İlerlemeci Tarih anlayışını haklı çıkartır! İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru ilerlememekte aksine insan bilincinin ortaya çıkışı/üflenişi ile birlikte insan medeniyeti ortaya çıkmaktadır. Evrimi buna argüman kılmak isteyenlerle evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için evrim ırkçılıktır ilerlemeciliktir modernistliktir demek açık bir tutarsızlıktır.
Evet. Evrim konusunu araştırdıkça daha da ilgi çekici daha da ayrıntılı bir hal alıyor.
İnşallah sonraki yazımızı bu noktaya kadar edindiğimiz bilgilerle karşılaştırıp Kur’an’daki yaratılış ile ilgili kavramları ve Adem kıssasını konu edinelim. Ayrıca son dönem Müslüman düşünürlerin konuya yaklaşımlarını masaya yatıralım. “Her an Yaratan”’a emanet olunuz…
YAZIYA YORUM KAT