“Benim başım-gözüm üstüne”
Mustafa İslamoğlu hocamız, infak eden insan için “cennet gibi bir insan” diyor; “içinde bulunduğu eve cennet kokusu verir, onunla beraberliğiniz adeta cennetten bir an yaşamak gibidir”.
Kürt, işte böyle bir insan. Onun misafiri olmak, cennetten bir an yaşamaya benzer. “Benim başım-gözüm üstüne” dedi mi, hiç şüpheniz olmasın, başının üstünde gerçekten yeriniz vardır. Kim olursanız olun, nereden geliyor olursanız olun, sizi baş tacı eder. Sizi izzet ve ikrama boğmak için varını-yoğunu ortaya koyar. Her istirhamınızı emir telakki eder. Her kıpırdayışınızda ayağa fırlayıp “Bir emrin mi var?” diye sorar. Gözünüz masadaki sürahiye değdiği anda bir bardak su veya ayran doldurup size uzatır, hafif bir yorgunluk belirtisi gösterdiğiniz anda “hemen yatağı hazırlatayım” der. Emrinize verilmiş, sınırsız rahatınızdan sorumlu bir melektir sanki. Yanından ayrılıp gittiğinizde de onun başı-gözü üstüne olmaya devam edersiniz. Diyelim ki Bingöl'den Diyarbakır'a geçtiniz; artık başka bir evin misafirisinizdir, ama Bingöl'deki dostlarınız sizi mütemadiyen arayıp sıhhat ve afiyetinizi kontrol eder, bir ihtiyacınızın olup olmadığını sorar, “başım gözüm üstüne” deyip dururlar. Diyarbakır'dan Mardin'e geçersiniz; bu sefer hem Bingöl'den hem de Diyarbakır'dan “başım-gözüm üstüne” telefonları gelir. Mardin'den Batman'a geçersiniz; bu sefer hem Bingöl'den hem Diyarbakır'dan hem de Mardin'den ararlar. Bu böyle çoğala çoğala devam eder. Sağ salim evinize dönünceye kadar bir melekler ordusu gibi takip ederler sizi. Halbuki çoğu zaman yeni tanışmışsınızdır. Bir daha görüşmeniz de çoğu zaman uzak bir ihtimaldir. Size bir borçları yoktur, sizden temin edecekleri bir menfaat yoktur, ortada hiçbir hesap-kitap yoktur; ama insan olmanın ve bilhassa din kardeşi olmanın hatırı ve hukuku vardır işte. Kürt, bu hatır ve hukuku itina ile gözetir.
Ortadoğu dediğimiz coğrafyanın bütün Müslüman halkları ehl-i muhabbettir, fakat Kürtlerin “başım-gözüm üstüne”si bambaşka bir güzellik. Bu güzellikten herkes gibi devlet de istifade edebilir. Kürtler devlete de “başım-gözüm üstüne” diyebilirler. Unutmayalım ki, Osmanlı devleti milliyetçilik hareketleriyle çalkalanırken ve Frenklerle işbirliği yapanların Osmanlı'dan toprak koparacağına kesin gözüyle bakılırken Kürtler “Millet-i İslam” prensibine ısrarla bağlı kalmış ve bölücülüğün “b”sine tevessül etmemişlerdir. “Millet-i İslam” prensibi terk edilip Ergenekon'lu-Bozkurt'lu “Türk” kimliği dayatılınca bir travma yaşadılar, ama, 1920'li-30'lu-40'lı yıllarda 16 kere isyan ettikleri halde, sırf Ezan-ı Muhammedi'ye saygı gösterdiği ve Şeyh Said'in torununu milletvekili yaparak 'geçmişe sünger çekelim' mesajını verdiği için Demokrat Parti'nin 10 yıllık iktidarında silahlarını toprağa gömüp umutlu bir bekleyiş içine girdiler. Ne oldu? Umutlu bekleyiş boşa çıktı. Devlete itiraz sesleri yeniden yükselmeye başladı. Bu seslerin gereği yapılacağı yerde, ağzını açanın ağzı-burnu dağıtıldı. Kürt'ün “K”sini telaffuz edenin canına okundu. Öyle bir devlet baskısı uygulandı ki, dünyanın en dindar Müslüman halklarından biri olan Kürtlerin önemli bir kısmı, İslam'a açıkça cephe alan PKK'dan medet umar hale geldi. Bunda bizim de sorumluluğumuz var. İslamcılar ve genelde sivil toplum olarak, devletin Kürt'e bakışını ve Doğu-Güneydoğu'daki yanlış uygulamalarını görmezden gelerek, kardeşlerimizi derin bir yalnızlık hissine sevkettik. Onları kırdık, incittik. Yine de, Batı'dan gelen her misafiri baş tacı ediyorlar. 'Değil mi ki geldi? Hoş geldi' diye düşünüyorlar, ille de “Başım-gözüm üstüne” diyorlar. Bu bize bir şeyler ilham etmeli!
Durumu düzeltmek için geç kalmış değiliz. Bu toprakların insanlarının ilginç bir özelliği var: Kendilerinden içtenlikle özür dileyen, suçunu kabul edip hatasını düzeltme iradesini gösteren kimseye müthiş bir şefkat duyarlar. Onun yüreğini daraltmamak için geçmişteki sorunu konuşmaktan imtina eder, o konuştuğu zaman da “geçti gitti” diyerek sıkıntılı havayı dağıtmaya çalışırlar. Sonrası: “Eee? Daha daha nasılsın? Bir isteğin-arzun var mı? Benim başım-gözüm üstüne.” Mesele hal yoluna girdiği anda (ama adaletli bir hal yoluna girdiği anda) bağırlara taş basılır, geçmişe sünger çekilir, yaşanan acılar unutulur ve dostluk, barış, esenlik ihya olur.
Kürt meselesini doğuran sebeplerden ötürü özür dilenmesi ve bu meselenin çözümü yolunda azim gösterilmesi gerektiğini söylediğimizde “teröre taviz verilmez” yahut “elimizi verirsek kolumuzu kaptırırız, ülke bölünür” gibi tepkiler gösterenler, terörü ve bölünme temayüllerini asıl kendilerinin beslediğini ne zaman fark edecekler? Kürtlerin arz-ı halini can kulağıyla dinleyip “başım-gözüm üstüne” diyenlerin –ve dediklerini de yapanların- Kürtlerden aynı şekilde mukabele görmemeleri ihtimali yüzde sıfırdır. Bu basit gerçeği idrak edemeyip Kürtleri binbir kanlı komployla 'yola getirmeye' çalışan derin devlet stratejistlerinin stratejilerine tüküreyim.
Konuya önümüzdeki günlerde devam edeceğiz inşaallah.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT