Beled’ül Emin
Eğer üzerinde iktidar olunan bir toprak parçasının bir anlamı varsa bu Beled’ül Emin (güvenlik yurdu) olmasıdır.
Musa’nın (as) Allah’ın ayetleri ile Firavun’un tasallutu altından kurtardığı İsrailoğullarına vaad ettiği Arz’ı Mevud da özde tam olarak bu Beled’ül Emin’dir. Musa’nın takip ettiği de zaten İbrahim’in (as) de Nemrut’a karşı Allah’tan aldığı işaretlerin ve Ademoğlu’nun yeryüzünün Halifesi olmasına kadar uzanan İnsanoğlu’nun kesintisiz tarihidir. Mukaddes Tuva Vaadisinden, Kuddüs şehrine kadar tüm kavramsallaştırmalar, isimlendirmeler özde bu minvaldedir.
İsrailoğullarının Selam Yurdu olan bu toprakları kendi tasallutları için kullanmaları, Hacer (as) ve oğlu İsmail’e(as) karşı ayrımcılık, ötekileştirme ve kendilerini üstün görmeleri, yeri sahiplenmeleri de İbrahim ve Musa’nın vaaz ettiği İslam’dan uzaklaşmalarıdır. İsmail ve ardıllarının yerleştiği Mekke’yi Beled’ül Emün yapan, Mescidi Haram olarak ilan edilip çatışma ve düşmanlıkların önlenmesi ve öznel olarak bazı aylarda savaşların haram kılınması da bunun yansımalarıdır.
İnancın hâkim olduğu topraklar kavramının daha da arkasında tasallut, küfür ve cahiliye’nin kaldırıldığı topraklar anlaşılmalıdır. Allah Elçi’sinin (as) Medine sakinleri ile ahitleşmesi Beled’ül Emin’in inşaasıdır. Ve burada sadece birbirlerini korumak için anlaşmış Müslüman, Ehli Kitab ve diğer topluluklar vardır. Bu toplulukların bazıları süreç içerisinde cahili bir asabiye ya da sadece korunmak için savaşırlarken Mü’minler ve Elçi çok daha geniş bir tahayyülde “Ey Allah’ın Elçisi sen nereye gidersen biz oraya geliriz” sözleri ile Beled’ül Emin’i bütün dünya’ya yayma iradesi gösterdiler. Yine de bu tahayyülden uzak, sadece kendi güvenliklerini düşünen, topluluklarla da bir sınıra kadar birlikte hareket edebildiler.
Günümüzde yaşadığımız topraklar kusurlu da olsa, cahili kalıntılar içerse de Beled’ül Emin özelliklerini gösterecek çabalara tanıklık ediyor.
Bir yer Yeryüzünde aciz bırakılmışların, yerlerinden yurtlarından sürülen kimselerin kendilerini güvende hissettikleri kadar Beled’ül Emindir.
Buna karşılık bazı kesimlerin modern(!) “Vatan” anlayışı ile tasallut altına aldıkları, Cahili asabiye ile sahiplenip, mazlum ve mustaz’aflara güvenlikten uzaklaştıracak faaliyetleri ile de Beled’ül Eminlikten uzaklaşır. Aslında kutsallaştırdıkları şey gerçekten Kutsal olan’a taban tabana zıt bir şey.
Modern Dünya’da bütün sömürü çarklarına rağmen “Çatışmasızlık Bölgeleri”, “Yeşil Hatlar”, “BM Gözetimli Bölgeleri” aslında Beledül Emin tanımına yaklaşan bölgeler. Bizzat Müstekbirlerin, BM denilen güdümlü yapıların kendilerinin çiğnediği kurallar bunlar. Elbette güvenmiyoruz, ama hukuk denilen bir şey var, bireysel, toplumsal ve toplumlar arası boyutları olan. Kusurlu da olsa noksan da olsa emareleri olan. Bunu hakkıyla yerine getiren ve anlaşmalara uyan olmakla bozan olmak arasında bir durum. Yok ben bunları tanımam demek, üzerine gelen Ebu Cehile rağmen Ebu Talip’e savaş açmak, Necaşi’ye, “ya İslam ol, ya da senle savaşırız” demek gibi bir şey.
Topluluk Yaşamı, Dayanışma:
İnsanoğlu bir yeri yurt tutar ve bunu topluluk dayanışması/asabiye ile değerlendirir.
İnsanlarda sosyal dayanışma biçimi olan “asabiye” sosyal korunma duygusundan kaynaklanır. Kavram zamanla sadece cahili asabiye olarak kullanılmış. Taassup sahibi demekte cahil bir eğilimi ifade eder. Bunun da kökeninde sahiplenilenlerin paylaşılmaması yatar. Sahiplenilen şey Allah’ın insanı halife atadığı arz’ı. Bizim inançlarımızda emanet olarak görülen ve muhtacın, yoksulun, yetimin de hakkı olan ve mülkü Allah’a ait olan arz.
İnsanların büyük çoğunluğu yeryüzü emanetini gasp eder. Muhacir/göçmen düşmanlığı bu gasp’ın ta kendisi. Gasp diğerlerine ötekileştirici, dışlayıcı hal kazandığında Batı’da şovenizm, bizde cahili asabiye dediğimiz form kazanıyor.
Ötekine karşı düşmanlığın en temel saiki aslında inançlardan kaynaklanır. Değer verdiğin şey ne ise, ona sahip olan topluluklarla bu değer etrafında dayanışma içerisinde olursun. Eğer Allah’ın yarattığı insan, Allah’ın yarattıkları üzerindeki tasarrufunu O’nun rızası için kullanıyorsa bu bizim ortak aidiyetimizdir. Ve bu topluluk kendisi ile aynı inanca sahip olmayan insan topluluklarını da davet, hamiyet, ademiyetçilik gibi duygularla bu aidiyete dahil tutar.
Doğu, Cemaatler Toplumu:
Tunus ziyaretimizde Abdurrahman Dilipak’tan duyduğum bir hikâye anlamlı. 1900’lü yılların başlarında İstanbul'a gelen bir gezgin Fatih civarında yaşlı bir kadınla konuşmaktadır. Kadın yabancı dil bilmediğini söyler. Konuşurlarken bir Rum kadın geçerken Rumca bir şeyler söyler, kadın Rumca cevap verir. Biraz sonra bir Ermeni ile Ermenice konuşur. Gezgin kadına yabancı dil bilmediğini hatırlattığında kadın, “Onlar yabancı değil ki, komşularımız” diye cevap verir.
Bu toprakların insanları yüzlerce yıl cemaat toplumu olarak yaşadılar. Kültürleri ile iç içe, iyisi kötüsü ile beraber yaşadılar. Başka dine mensup olanlar Bulgar Cemaati, Ermeni Cemaati gibi bazen etnik kökenlerle anılsalarda daha çok Dini, mezhebi aidiyetleri ile toplumsal yapılar oluşturdular. Dillerinde, örf, adetlerinde hatta iç hukuklarında serbestiyet içerisinde. Müslüman topluluklar ise dil ve örflerini korumakla birlikte daha çok tarikatler biçiminde sosyal topluluklar oluşturdular.
Örneğin mukim olduğum Üsküdar yüzyıllarca korsanların Sur içine giremediği bir çeşit serbest bölgedir. Gümrüksüz, vergisiz korsan mallarının piyasaya sürüldüğü yer. Korsanlık dersek bu aslında bir çeşit savaş hukuku ile şekillenmiş akıncı beyleri gibi bir şey. O dönemde her ülke savaş halinde olduğu devletlerin bölgelerindeki korsanları destekler,anlaşma yaptığı devletlerin sularında korsanlığı yasaklarlardı. Şehremini’nin zabıtası kolluk güçleri burada, Üsküdar’da yoktur. İnsanlar çarşı içinde anlaşmazlıklarını Korsan Reisleri nezaretinde hallederler. Çarşı kenarındaki mahallelerin her birinde bir şeyh, dergâh etrafında tarikatler, zaviye ve tekke’ler vardır. Ve buralardaki toplumsal yapı da şeyh’in emanı altında şekillenir, mahkemeler orada kurulurmuş.
Beyoğlu Levantenlerin (yabancıların), Suriçi ise Müslüman ve Ehli Kitabın bölgesidir. Samatya civarında Gregoryen Ermeniler, Fener civarında Ortodoks Rumlar bunların bariz örnekleri. Sur içinde alkollü yerler ve bunun gibi dinen yasaklanmış yerler yoktur. Ehli Kitab bölgelerinde bile şarap serbest olsa da meyhane tarzı yerlere rastlanmaz.
Asimilasyon, Entegrasyon:
Sosyal bilimlerde yeni gelen toplulukların yerli topluluklar içerisindeki durumu iki kavramla izah edilir; “Asimilasyon” ve “Entegrasyon”
Asimilasyon kendine benzetme, entegrasyon ise kendi dili, kültürü, inançları ile diğer topluluklarla uyumlu yaşamasını ifade eder. Bu bağlamda Osmanlı toplumu bütün zaaflarına rağmen entegrasyon özellikleri taşıyan bir toplumdur. Ve bu nedenle de, kısmen muadili toplumlara nazaran bir çok kavmin, mezhebin, dinin güvenliğini sağlayan bölge olmuştur. Oysa Cumhuriyet dönemi tam bir asimilasyon dönemidir. Yeni oluşturulacak Ulus modele uymayan gayrı Müslüm azınlıklar sürülür. “Türk Ulusu” modelini tam ırki anlamda yüklenemeyecek bir arka plan nedeni ile Türkleşenler ve Türkleştirilecek olanlar (kısaca asimile edilecek olanlar toplanır).Bu vasfı taşıyacak olan Balkan ve Kafkaslardaki çok farklı etnik unsurlar ve Ortadoğu’daki Türk kökenliler “Anasır’ı İslam” tanımlaması ile alınırken, işgal görmelerine rağmen Arap unsurlar muhacir kabul edilmez. Sınır ötesi Kürt unsurlarda çerçeveye sokulmazken, belirlenen sınır içindekiler ağır bir asimilasyon politikaları takip edilir.
Bir arkadaşım Osmanlı coğrafyasında Arap ve Kürt (ve kısmen Arnavut) etnisite’nin haricindeki Müslüman toplulukların kompleksif özellik gösterdiğini söylemişti. Türklerden sonra ve toplu olarak Müslüman olmadıklarından, peyderpey islama ihata edişlerinde Türkleşmelerinin sebebini de buna dayamıştı. Görünen o ki bu toplulukların asimilasyonu daha yıkıcı olmuş.
Şimdi aynı sorunla karşı karşıyayız. Kaçınılmaz olarak gelen muhacirlerin bir kısmı kalıcı olacak. Bu inanlar entegrasyona mı tabi tutulacak, asimilasyona mu?
Toplumsal Zihin ve Davranışlar:
Beled’ül Emin toprakların bu vasfını kaybetmesinde iktidarların olduğu kadar toplumsal zihnin de etkisi var. Yine de kurumsal iktidar tarafından, güç odakları tarafından kullanılmadıkça bu tip toplumsal zaaflar vaka’yı adiyeden asayiş sorunundan öte gitmez. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Tehcir ve mübadelelere sırasında Müslüman toplulukların diğer toplulukları nasıl korudukları, sakladıkları hakkında sayısız örnekler toplumsal hafızamızda mevcuttur. Diğer yandan yağma kültürünün nasıl depreştirildiğinin de, devlet eli ile yerinden etmelerin de sayısız örnekleri var.
Topluluklarda örf, adet ve yaşam çevrelerinden etkilenen mizah, davranış kalıpları, temiz-pis anlayışları, kelimelere, yükledikleri anlamlar, kinayeler, istihzalar, tahkir ya da övgüler var. Bunlar farklı topluluklarda farklı neşet eder. Örneğin sakarlık bütün kültürlerde mizah konusu iken düşen birisine gülmek bir toplulukta normal, başka bir toplulukta kavga sebebidir. Konuşurken gözlerin içine bakmak modern medeni(!) topluluklarda nezaket gereği iken özellikle dinsel hassasiyeti yüksek birçok toplumda karşı cinslerin yüzüne bakarak konuşmak edep dışı algılanır. Sadece farklı kültürler değil, aynı kültürün kırsal ile şehirli arasında da bariz farklar var. Genel olarak bir yere gelen topluluk davranışlarında dikkatli olmalı yerel özellikleri gözetmeli, aynı şekilde yerli topluluklar da yeni gelenlerin farklılıklarını gözetmeli ve daha hoşgörülü olmaları gerekir. Ama çözüm yemek değil bağcıyı dövmek ise hele topluluk diğer toplulukta kolaylıkla kusur bulur, bunları abartır. Hele de bu kurumsal, medyatik yollarla yapılırsa kitlesel histerinin oluşması kaçınılmaz. Bu bağlamda bir topluluk hakkında doğru ya da yanlış izlenimlerin genelleştirilmesi, ön plana çıkarılması, bunun yakınlaştırıcı ya da ötekileştirici bağlamda kullanılması dezenformasyondur.
Bir sempozyum için gittiğim Urfa’da akademisyen bir mihmandar Suriye’liler için “yan gelip yatıyorlar, tek bildikleri şey çocuk yapmak” dedi. Kendisine itiraz ettiğimde “Ben Suriyeliler düşmanlık yapmıyorum. Onların haklarını en çok savunan benim. Bu söylediklerim de gerçek” dedi. Dezenformasyon tam da budur, gerçek olanın, birçok durumda gerçek olmayanında karıştırılarak arka planını gözetmeden imaj oluşturacak şekilde kullanmak. Dahası zihin kodlarında hak ve adaletten ne anlaşıldığı önemli. Onların hakkını savunmak(!?) Nasıl? Sizde tepki gösterip izah etmediğiniz durumda bu yıkıcı sonuçları olan bir dezenformasyona dönüşür.
Ayrı bir kitle psikolojisi de görünürlükle ilgili. Yerliler daha kalıcı işlerde çalışırken yeni gelenler marjinal işlere yönelirler. Marjinal işler kalıcı olmayan, özel bir uzmanlık gerektirmeyen ayakkabı boyacılığı, işportacılık, gündelik işçilik, taşeron işler vs. Bunlar toplumsal hayatta daha ortadadırlar ve göze çarparlar. Muhacirler bir yerde %1 bile olsa marjinal işlerde ve şehir merkezlerinde sanki çoğunlukmuş gibi görünürler. Diğer yandan işsizliğin sebebi, ekonomik yük gibi algılanırlar. Oysa tam tersidir, bütün sosyo-ekonomik araştırmalar niteliksiz ve marjinal işlere yönelik yabancı iş gücününün, %10-15 lik işsizlik oranlarının ekonomik verilerde daha rantabl olduğunu gösteriyor. (Konunun sosyal adalet boyutu ayrı düşünülürse) Göçmenler geldikleri yerde hem bu özellikleri ile hemde sermaye ve piyasa etkinlikleri ile Ortodoks (kalıplaşmış, soyutlaşmış/kapalı) bölgelerden daha ekonomik canlılık ve verim getirmektedirler.
Yerli topluluklar formeldir, kayıtlıdır, yazılı olmayan kurallarla (teamüllerle) davranırlar. Göçmenler ise enformel ilişkiler içerisindedir. Marjinal işlere yönelmelerinde de ana saiklerden birisi budur. Bu görünüm ve hatta hukuksal konumları bunların daha az denetlenebilir, kural dışı davrandıkları yönünde gözlemlere sebep olur. Kaçak çalışma, asayişte suç oranlarının göze çarpması gibi yanlış. İstatistikler Türkiye’deki göçmenlerin suç, dilencilik gibi oranlarının ortalamanın altında olduğunu gösteriyor. Oysa daha yüksek olması gerek. Zira Batı ülkelerinde, özellikle Amerika’da böyledir. Hispaniklerde çeteleşme, Amerikan yerlilerinde alkol, Zencilerde uyuşturucu kullanımı daha yaygındır. Bunlar sosyal ve tarihsel arka plan gözetilmeden değerlendirilirlerse kaçınılmaz olarak insanlarda ırkçı, şoven söylemlere, argümanlara dönüşür.
Bizim İnsanımız(!) ne Kadar Masum?!
Adapazarı'nda yerlilere manav deniyor. İlk Balkan muhacirleri geldiğinde ufak tefek sürtüşmeler olmuş. Sonra Kafkas göçmenleri geldiğinde ikisi bir olup bunlara tepkiler gözlenmiş. Nihayetinde başka göçmenler böyle sürüp gider, sahiplenme zamanla kendiliğinden gerçekleşiyor. Ama travmatik anılar da bırakıyor. Bu nüfusun çoğunun göçmen olduğu topraklarda ki paradoks aynı zamanda. Almanya'ya giden gurbetçilerin kendi ülkelerine döndüklerinde kendilerine gösterilen şoven tavırları başka muhacirlere göstermeleri. Bir dönem Batı illerinde ayrımcılığa uğrayan Doğu insanının Kafkas ya da Ortadoğu kökenli muhacirlere karşı tavırları. Tabii ki genele teşmil etmeyelim ama ortada bir eğilim var.
İnsanlar güvenlik nedeni ile göçtükleri gibi ekonomik nedenlerle ya da daha müreffeh bir hayat için göçerler. “Karnı tok, işi var güvenliği sağlanmış niye geliyorlar ki?” sözleri işitiriz bazen. Ama aynı kişi daha iyi bir iş imkânı bulduğunda kendisi de başka yere gidecektir. Günümüz şehirlilerin neredeyse tamamı bir iki, kuşak önce köyden gelmiştir.
Adapazarı’nda gözlüyorum fındıklıkları var yerlinin, hatta bir kısmı orman içine, hazine arazisine yapılmış. İki çocuğu var; birisi şehirde okuyor, diğeri kahvede oturuyor. Önceleri Kürt mevsimlik işçiler, sonraları Gürcü işçiler gelip fındık topluyor. Adamın oturduğu yerde, para eline geliyor. Sonra söyleniyor “Bunlar da geldi buraları doldurdu” “Hadlerini bilsinler, bize saygı göstersinler” Saygı(!?) “Minnet etsinler, komleksif davransınlar, onlar köle” mi demek istiyor?
Post Modern toplumda Köylü travması yaşanıyor bence. Tarlaları artık taşeronlar işliyor; ekim zamanı, hasat zamanı. Adam tarlaya bile uğramıyor kira alır gibi, oturduğu yerden. Ama buralar onun toprağı. Aynı durum yazın gittiğim Doğu Karadeniz, Of’ta çay bahçelerinde gözledim. Gürcü işçiler işi götürür; biz ağayız, patronuz ya.
Konu üzerine Üsküdar Özgür-Der’den Karyağdı ağabey aktarmıştı “Aslında Türkiye’de alım satımlar, tapu işlemleri sorunlu. Buralar fethedilmiş toprak, Mir’i arazidir hepsi devletindir(!) İnsanlar ancak kullanım hakkına sahiptir.” Bir yer işlemek üzere birine tahsis edilir,ve islah ettiği yerde ya da babası üzerine işe devam edende bu kullanım hakkı devreder, istemezse başkasına verilir. Bu daha bir genel kavram bence her türlü mülkiyette mümkün.
İstanbul’da taşeronlar oluşmuş. Suriye’li, Irak’lı, doğu bloku işçileri çalıştıran boya, temizlik, yaşlı bakımı şirketleri(!) Kendisi özvatanında(!) diğerleri yabancı, sığıntı, hatta yerine geldiğinde işgalci.
Bunlar sadece bize mahsus da değil, insan türünün hepsinde var; Suud’da Libya’da, Batı ülkelerinde….
…
Halk arasında anlatılan bir menkıbe var. Bir gözü kür ve topal bir adamın bir tarlayı almaya niyeti vardır, yıllarca çalışır, para biriktirir. İlerleyen yaşlarında tarlayı satın alır. Karşısına geçip şöyle der. “Eeee! Tarla sonunda gerçek sahibini buldun!” Tarla dile gelir, “Dünya kurulalı beri bana sahip olduğunu zanneden 20 bin bilmem kaçıncı bir gözü kör ve topal insan sensin”
Türkiye'de tekrar tekrar depreştirilen toplumsal hezeyanlar var. İktidarın şoven eğilimleri olan siyasi kesimlere muhtaç haline gelmesi, toplumsal dinginliği sağlamak için hamasi ve cahili asabiye içeren, dahası Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturulan Ulusal (!) tabuları birleştirici unsur gibi görülmesi bunları kurumsallaştırıyor. Şoven eğilimler tasvip edilmesede hasır altı edilebiliyor. Bugünü kurtarmak ama tırmanan cahili asabiyenin önünün alamayacağı süreç midir zamanla göreceğiz. Ama kesin bildiğimiz bir şey varsa “İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarına duyarsız kaldıkça, onları engelleyecek önlemler almadıkça hep beraber helaka sürükleneceğiz.”
İbrahim (as), Musa (as) Muhammed(as) hepsi muhacirdi.
Ve aslında İnsanoğlu’nun hepsi yeryüzünde muhacir.
Yaşadığınız bölgeyi daha fazla Beled’ül Emin haline getirin.
YAZIYA YORUM KAT