Bekir Topaloğlu Yahut Türkiye'de İslami Tedrisatın Tarihi
Asım Öz, Merhum Bekir Topaloğlu hoca ile yapılan ve Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi ve Dini Hayat kitabının ikinci cildinde yer alan bir söyleşiden hareketle hocayı ve düşüncelerini değerlendirdi.
Asım Öz / Dünya Bülteni
Merhum Bekir Topaloğlu hoca ve kuşağı medreseden İmam Hatip Okullarına oradan da Yüksek İslâm Enstitülerine uzanan büyük kurumsal dönüşümün odağında yer alır. 1930’larda dünyaya gelen bu kuşak, ilk dini tahsillerine tek parti devrinin Kur’an ve Arapça öğretimini yasakladığı, ezanı Türkçe okuttuğu zor yıllarda başlar. Ardından 1940’ların sonundaki görece serbestleşme, iki partili siyasi sisteme geçiş sürecindeki birtakım düzenlemelerle bu yasaklardan bir kısmı kaldırılacaktır. Elbette bununla birlikte yeni kurumlar oluşturulacaktır. İşte bu esnada İmam Hatip Okulları, İlim Yayma Cemiyeti ve Yüksek İslâm Enstitüleri diğer kurumlara nazaran her daim bir adım öne çıkar. Çünkü bu kurumlar etrafında oluşan hareketlilik sadece belli görevlerin ifasına dönük insan yetiştirmenin ötesine uzanır. Bunun için Bekir Topaloğlu hocanın bir arkadaşıyla birlikte 1975 yılında Cumhuriyet Devrinde Yayımlanan Dini Eserler Bibliyografyası adıyla hazırladığı kitapta yer alan eserlerin epeyce bir kısmının İmam Hatip Okulları mezunlarına ait olduğunu hatırlanması yeterli olur. Ondan sonra bu okullardan mezun olanların hazırladığı telif ve tercüme eserlerin etkileri düşünüldüğünde yaşanan dönüşüm daha sarih bir şekilde ortaya konulabilir.
İşte bu noktada Bekir Topaloğlu hoca ile yapılan ve Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi ve Dini Hayat[ Editör: Mustafa Öcal, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2008] kitabının ikinci cildinde yer alan uzun söyleşi hem kendisini tanımak hem de Türkiye’de yaşanan gelişmeleri kavramak bakımından dopdoludur. Planlı, hazırlıklı, soluklu ve derinlemesine yol alan bu metin adeta “çıt var bellekte” diyerek, savaşlar sebebiyle sosyal ve eğitim-öğretim düzeni bozulan memleketin zor şartlarındaki mücadeleleri ve arayışları atlatılan badireleri muhtasar bir biçimde gözler önüne serer. İslâmî tedrisatın modern Türkiye’deki serencamıyla haşır neşir olanlar muhakkak bu oylumlu söyleşiyi sektirmeden okumalıdırlar. [Keza çoğu yüksek düzeyli söyleşilerden oluşan bu üç ciltlik çalışma da öyle.]
Trabzon’da 1932’de dünyaya gelen (nüfusa kaydı ise 1936) Topaloğlu, ilk dini tahsiline mahalle mescidinde başlar fakat o yıllarda okuyabilecekleri Elif-bâ cüzü bulmak mümkün değildir. Bu yüzden hocaları Elif-bâ’yı sabit kalemle hafifçe ıslatılmış gürgen bir tahta parçasının üzerine yazarak talebelerine verir. Bu tahtaya yazı yazmak için kullanılan kaleme aynı zamanda kopya kalemi de denildiğini öğreniyoruz söyleşiye düşülen dipnottan. Zira dışı ağaç olan bu kalemle yazılan yazı, silgiyle kolayca silinmediği gibi ucu ıslatılarak yazılırsa yahut ucu kuru olmakla birlikte ıslak bir zemine yazılırsa mürekkepli kalemle yazılmış gibi koyulaşıp silinmeyecek bir hale dönüşürmüş. Bekir hoca epey dallı budaklı olan söyleşide pek çok hususa temas ediyor fakat şimdilik sadece onun tahsil hayatının belli uğraklarını Türkiye’deki dönüşümü merkeze alacak şekilde sunmak en iyisi. Zira Türkiye’de yaşanan gelişmeleri süreklilikler ekseninde anlamlandırmak için bu tarz değerlendirmelerin detaylıca yapılması gerekmektedir.
Medrese Dönemi
Topaloğlu hafızlığını dedesinin imam hatiplik yaptığı ve o dönemde hepsi Of ilçesine bağlı bulunan üç ayrı köyde dokuz on yaşlarında ikmal eder. Kendisinin doğduğu köyün bir özelliği de ezanın hiçbir zaman aslî dilinin dışında okunmaması. Bunun sebebi farklı siyasi eğilimlerine karşın köyde yaşayanlardan hiç kimsenin, kaçak din öğretimi yapıldığı için ya da ezanın Türkçe değil aslına uygun okunduğu konusunda köy muhtarını veya başka birini jandarmaya ihbar etmek gibi irkiltici bir eylemi aklının ucundan dahi geçirmemesidir.
Hafızlığının ardından Karadeniz medreseleri geleneği çerçevesinde dini öğretime başlayan Bekir Topaloğlu, bunu söyleşisinde ayrıntılı bir şekilde anlatır. O yıllarda medrese tahsili yapabilmenin ön şartı mahalle mescitlerine devam ederek Kur’an okumasını öğrenmektir. Bu manada modern eğitim kurumlarındaki gibi yaş şartı yoktur. Öyle ki Topaloğlu askerlik, gurbet ve türlü sebeplerle medrese tahsiline ara vermek zorunda kalan babası yaşındakilerle birlikte tahsil görür Karadeniz medreselerinde. Onun aktarımlarını takip edersek şunlarla karşılaşırız: Medresede hoca gelen talebeyi basit bir imtihana tabi tutarak seviyesine uygun bir yerden tahsile başlatır. Bir süre sonra iradesiz ve yetersiz olduğu düşünülen talebeler olursa bunlara tatlı dille başka bir mesleğe geçmeleri tavsiye edilir. Cuma günlerinin tatil olduğu medresede eğitime sabah erken saatlerde başlanır, öğlene iki saat kala ara verilir, ardından akşama kadar tedris faaliyeti sürdürülür.
Bekir Topaloğlu, medresede ilk hangi kitapların hangi sıraya göre okutulduğu konusunda da açıklamalarda bulunur. Medreselerde Emsile, Binâ, Maksûd, Merah ile başlayan bu öğrenim, Avâmil, İzhar, Kâfiye, Molla Câmi, Maâni ile devam eder. Arap dilinin gramerini belleten bu eserlerin ardından fıkıhtan Halebî-i Sağîr, Merak’ıl-felâh, Mülteka ve şerhi, fıkıh usulünden Mir’at Şerhu’l Mirkât, tefsirden Celâleyn, Kâdi Beydâvî, hadisten Râmûzu’l ahâdîs, kelamdan Emâlî ve Şerh’ul-Akaid, mantıktan Îsâgûcî, ferâizden Metnü’s Sirâciyye okutulur. Elbette bu medreselerin çoğunda devrin şartları gereği örgün eğitim niteliğine sahip olmayıp elde edilebilen imkânlarla yürütülür. Genellikle yaz mevsimi ile Ramazan ayı tatil edilen medreselerde özellikle tek parti devrinin sindirme politikalarının devam ettiği yıllarda jandarma korkusundan dolayı icazetname için herhangi bir tören düzenlenmez.
Bekir Topaloğlu, medreselerin ders programları hakkında bilgi aktarmakla yetinmez aynı zamanda medreselerde uygulanan öğretim yöntemleri, hocaların ders anlatış tarzı, ders geçme usulü, cerre çıkması yani görevlisi olmayan camilerde özellikle Ramazanda vaaz vermesi, namaz kıldırması gibi konularda da bilgiler verir. Akabinde Arapça ve dini ilimler eğitimi devam ederken köyünün tek öğretmenli ilkokuluna kaydoluşunu, okulu bitirişini İslâmî ilimlerden icazet alışını da anlatıyor. Medreselerde uygulan müeyyideler konusunda alışılmış olanın dışında son derece önemli aktarımlarda bulunur. Kısacası her şey falakadan yahut asık surattan ibaret değil.
Buna göre, önce hoca Sarf’ta Arapça metni okuyarak ona mana verir ve gerekli izahları yapar. Öğrencilerin hepsi bu esnada hazır bulunur ve büyük bir dikkatle hocalarını dinlemekle yükümlüdürler. Ardından anlayamadıkları yerler hakkında açıklama isterler. Ertesi gün aynı ders öğrenciden tekrar istenir, öğrenciler belirlenen sıraya göre dersi verirler ve bu devridaim şeklinde sürer. Sonra aynı sistem dâhilinde Nahiv cümlesine başlanır. Fakat bu dönemden itibaren gramer ilmine fıkıh, hadis, tefsir gibi temel İslâmî ilimlerden biri eklenir. Alet yahut gramer ilminin bitirilmesiyle özel alanlı ilimlere devam edilerek tedrisat tamamlanır. Sarf ve Nahiv kitaplarının hem Arapça metni hem de manası talebeler tarafından ezberlenir. Bu usulde müzakere çok önemli olduğundan geç gelen yahut geri kalan öğrenciler için yetişkin talebelerden kalfalar belirlenerek eksiklerin giderilmesi sağlanır. Hocalar talebelerinin mürşidi sayıldıkları için talebelerine her türlü maddi ve manevi desteği de sunarlar.
Beki Topaloğlu, 1945’te üçüncü sınıftan başladığı ilkokul tahsilini 1948 sonunda bitirir. 1949’da ise köylerinin merkez camiinde düzenlenen ve perşembeden cumaya kadar iki gün süren merasimle her biri babasının yaşındaki dört arkadaşıyla birlikte dinî ilimlerden icazetname alır. Törende dedesinden hıfzını tamamlayanlar da bulunur, onlar hafız, Topaloğlu ile arkadaşları hoca olacaktır artık. Tabiî buradaki hocalık başkalarına ders verebilecek yetişkinliğe ve olgunluğa erişmeyi ifade eden müderrislik manasındadır. Topaloğlu’nun bu konuda aktardıkları çok değerli:
“Takdirle andığım seçkin bir özelliktir ki bu anlamdaki hocalar her halükarda birilerini bulup okutma ihtiyacını ve mecburiyetini duyuyordu. İcazetli bir hoca ders okutmadığı takdirde dinen değil ama ilmen irtidat hissetmiş ederdi kendini. Bu haslet sonraki dönemlerde çok zayıflamıştır, her etkinliğin maddi karşılığının hesap edildiği dönemlerde.”
Topaloğlu, hafızlık ve müderrislik olmak üzere iki ayrı şekilde düzenlenmen icazetname törenini başlangıcından sonuna kadar bütün boyutlarıyla anlatır. Talebeler tören öncesinde yeni kıyafetler giyerek camiye gelir. Hafız adayı bir kişi ise tek başına, birden fazlaysa bölüştürülerek Kur’an okurlar. Hatalı veya yanlış okunan kısımlarda hocanın farklı bir bakışı veya başını hafif hareket ettirmesi talebenin kendine çekidüzen vermesini sağlar. Şayet talebe buna rağmen hatasını ve yanlışını ortadan kaldıramazsa hoca doğrudan müdahale ederek düzeltme yapar. Hafızlık icazet töreni, sadece merasimin yapıldığı köy ve çevre köyleri belki en fazla o beldenin ilçesini ilgilendirir. Buna mukabil hocalık merasimi, Trabzon’un tümünü hatta Rize’yi yahut memleketin çok farklı yerlerinde mukim olan aynı müderristen ilim tahsil eden herkesin katıldığı daha büyük bir etkinliktir.
Ahali ise hafızlık ve hocalık icazeti merasimlerinden önce hazırlıkla başlar, evlerini ve avlularını temizleyerek dışarıdan gelen misafirler için heyecanlı bir koşuşturmacanın içerisindedir. Cami medresesinde kazanlar kurularak yemekler pişirilir, pilav ve tatlılar yapılır. Bütün bunlar ahalinin bu törenleri ne kadar değerli bulduğuna işaret eder. Ayrıca ahali perşembe akşamından itibaren yapılan sohbetlere büyük bir ilgi gösterir, dini vecd içinde camiyi ve avlularını doldurur. Müderris, matbu bir form olmadığı için hepsi teker teker kaleme alınan icazetnameyi okuyarak karşısında diz üstü oturmak suretiyle dizilmiş bulunan hoca adaylarına tek tek verir. Talebelere verilen hocalık icazetnamesi üç bölümden oluşur ve her biri besmele ile başlar. İlk bölümde aklî ve naklî İslâmî ilimler ile Nakşilik tarikatının icazetnamesi yer alır. İkinci bölümde icazetname alan kişiye yönelik öğüt ve tavsiyeler bulunur, üçüncü bölüm ise ferâiz ilmiyle alakalıdır. Müderris icazetname verdiği sırada her talebenin kulağına gizlice hayati bir tembihte bulunur. Dedesinin Topaloğlu’na Arapça olarak söylediği cümlenin anlamı şudur: “Nerede olursan ol Allah’tan kork ve O’na karşı saygılı davran.” Merasimin ardından dini mahiyetli konuşmalar yapılır, vaazlar verilir ve Cuma namazıyla hazırlığı günlerce süren bu tören biter.
İmam Hatip Okulu Dönemi
Topaloğlu hafızlığını ve yörenin medrese geleneğine göre İslâmî ilimler tahsilini tamamladıktan sonra 1950’de Trabzon’un merkez köylerinden Yeşilova’da yaz mevsiminde imamlığa başlar. Bundan bir müddet sonra küçük dayısı M. Yahya Kutluoğlu’nun dedesinin emriyle İstanbul İmam Hatip Okulu’na kayıt yaptırdığını haber alır. O zaman aldığı İslâmî ilimler eğitiminden dolayı böylesi bir okulda okumayı gereksiz bulan Topaloğlu, 1952 yazında kendi köyüne gider. Büyük dayısı ona, İmam Hatip Okuluna girdiği takdirde gelecekte profesör olabileceğini söyleyerek çeşitli telkinlerde bulunur. Ardından emirlerine itirazı mümkün olmayan dedesinin bu husustaki kesin emri gelir. Bunun üzerine Topaloğlu, 1952 yılının sonunda görev yaptığı köydeki cemaatle helalleşerek İstanbul’un yolunu tutar. Zaten o yıllarda İmam Hatip Okullarına kayıt yaptıran öğrencilerin epey bir kısmı daha evvel ya hafızlık yapmış ya da din eğitimi görmüştür. Sonraki yıllarda bu öğrencilerin çoğu Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirerek Türkiye’nin dönüşümünde önemli görevler üstlenecektir.
Topaloğlu, İstanbul’a ulaştıktan sonra İmam Hatip Okulu’na giriş için müracaatta bulunur. Zekai Konrapa’nın da aralarında bulunduğu hocaların nezaretinde giriş sınavı yerine geçen mülakata katılır. Fakat sınavın parlak geçmediğini hisseder, kurduğu birtakım cümlelerde hata yaptığını fark eder lakin iş işten geçmiştir. Ancak dayısı Yahya Kutluoğlu’nun Celaleddin Ökten hoca nezdindeki girişimi sayesinde okula kaydını yaptırır. Topaloğlu’nun bu esnadaki yaşı gerçekte 20 nüfus cüzdanına göreyse 16’dır. Okulda yaşça kendilerinden küçük olan öğrencilerle abi kardeş hukuku geliştirir. O yıllarda İmam Hatip’te okuyan talebelerin ihtiyaçlarını büyük ölçüde İlim Yayma Cemiyeti karşılar.
İlk açılan İmam Hatip Okullarında kültür ve meslek dersleri öğretmenleri arasında açık bir fark vardır. Yönetimse kültür dersleri öğretmenlerinden oluştuğu için okulun hâkimiyeti onların elindedir. Meslek dersleri bakımından okulun kadrosu ele alındığında, bu okuldan mezun olan ilk neslin iyi yetişmesinin sebebi bir miktar da olsa açığa çıkar. Celaleddin Ökten, Mahir İz, Hasan Basri Çantay, Bekir Hâki Yener, Abdullah Güzelyazıcı, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı ile Ankara İlahiyat Fakültesinden mezun olan Mehmet Sofuoğlu gibi genç hocalar ilk akla gelenlerdir. Kültür derslerine gelen öğretmenler arasındaysa Nurettin Topçu, Mustafa Sabri Sözeri, Tahir Alangu isimlerini zikretmek yeterli olur. Topaloğlu, daha evvel yaptığı dini tahsil sebebiyle meslek derslerinde hiç sıkıntı çekmez. Fakat medrese usulü tahsil döneminde İslâm Tarihi ve Siyer dersi görmediği için birtakım eksiklerini hocası Zekai Konrapa’dan tamamlar. Nurettin Topçu ise 6 ve 7. Sınıflarda Felsefe, Mantık, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi derslerine gelir. Oldukça başarılı bir eğitim dönemi geçiren Topaloğlu, 1959 yılında İmam Hatip Okulunu birincilikle bitirir ve dönemin valisi ve belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay’dan saat ödülü alır. Hocası Topçu ile münasebetleri okuldan sonra 1960’ların başlarında Divanyolu’ndaki Firuzağa Camiinde imam hatiplik görevine atandığı yıllarda da devam eder. Zira hocası Topçu, Cumaları genellikle Topaloğlu’nun üç buçuk yıl kadar görev yaptığı bu camiye gelir. Nurettim Topçu’yla bazı hatıralarını da anlatıyor Bekir Topaloğlu. Onlardan biri şöyle: “Zannediyorum son sınıfta idik, Nurettin Topçu hoca derste: ‘Mezun olduğumuz zaman ne olmak istediğimizi’ sordu. Büyük çoğunluk İmam Hatip Okullarında öğretmen olmak istediğini, diğerleri de Diyanet’e intisap etmeyi arzuladığını ifade etti. Hoca bu talepleri tabii bulmakla birlikte şöyle dedi: ‘Sizin gibi geçmişiyle iftihar eden, dinini milletini seven insanlar liselerde Tarih, Edebiyat ve Felsefe dersleri öğretmeni olmadan Türkiye kurtulmaz.”
Yüksek İslâm Enstitüsü Dönemi
İstanbul İmam Hatip Okuluna açılışının ikinci yılında kayıt yaptıran Bekir Topaloğlu, 1959’da açılan Yüksek İslâm Enstitüsünün de ilk öğrencilerindendir. O yıllarda İmam Hatip Okulu’nun ilk mezunları yükseköğrenim görmek için birtakım teşebbüslerde bulunmuş fakat olumlu bir netice hâsıl olmamıştır. Zira Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı İmam Hatip Okulu mezunlarını fakülteye öğrenci olarak kabul etmeyeceğini belirtir. Buna mukabil okulun meslek dersi hocalarıyla İlim Yayma Cemiyeti mensupları dayanışma içine girerek yoğun bir faaliyet yürütür. Ankara’da Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun çabalarıyla Milli Eğitim Bakanı Cemal Yardımcı’nın yurt dışında bulunduğu sırada ona vekâlet eden, Tevfik İleri’nin gayretleriyle 1959’da Fatih-Çarşamba’daki İmam Hatip Okulu binasında Yüksek İslâm Enstitüsü açılır. Bekir Topaloğlu, mülakat şeklinde bir sınavla bu okula kaydını yaptırır.
Gelgelelim bunlar böylece yaşanırken 1960 darbesinin ardından İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsünün kapatılması gündeme gelir. Öyle ki Cemal Gürsel Çarşamba’da bulunan İmam Hatip Okulu binasına kadar gelir. Çünkü İmam Hatip Okulu, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlim Yayma Cemiyetinin Demokrat Parti namına faaliyet gösterdiği şeklinde bir şayia yayılır. Bunun üzerine cemiyetin idare heyeti İstanbul garnizon komutanını ziyaret ederek derneğin hem kurucularının hem de idare heyetinin içinde CHP mensuplarının bulunduğunu ifade eder. Komutan bu haberin doğru olduğunu anlayınca herhangi bir icraata girmeye lüzum görmemiştir. İmam Hatip Okulu ile Yüksek İslâm Enstitüsü ise Gürsel’in yaveri Mehmet Özgüneş bu kurumların korunması gerektiğini belirttiği için kapatılmaz. Bildiğim, okuduğum kadarıyla tarihte bireyin rolüne dair yapılacak çalışmalar için henüz bilançosu çıkarılmamış tekillikler var burada.
Bekir Topaloğlu, enstitüde okurken Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Cemiyetini kurar ve birkaç yıl başkanlığını üstlenir. Bu cemiyetin başkanı olarak 1962 yılında Türkiye’de, ikinci olarak Konya’da açılan Yüksek İslâm Enstitüsünün açılış törenine katılır. Törende İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü talebelerini temsilen bir konuşma yapar. O yıllarda Konya’da çıkan İslâm’ın İlk Emri Oku dergisinin Aralık 1962 tarihli 21. sayısında yayımlanan konuşmanın şu satırları dikkat çekidir:
“ Konya’da İkinci Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılması memleketimiz ve bütün İslâm âlemi için pek mutlu bir hâdisedir. Bunu İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri olarak Türk milleti ile birlikte kutlar, bu irfan ocağından dinimiz, milletimiz ve bütün insanlık için faydalı elemanların yetişmesini dileriz.
(…)
Mademki ‘İnsan için sadece çalıştığının karşılığı vardır’ o halde çalışmalıyız Türkiye’nin iman hayatı için bütün ümitlerin bize bağlandığını bir an bile aklımızdan çıkarmayarak çalışmalıyız.”
Bekir Topaloğlu, İmam Hatip Okulunda olduğu gibi enstitüden de birincilikle mezun olur. İlk mezunlar adına yaptığı konuşması da İslâm’ın İlk Emri Oku dergisinin Ağustos 1963 tarihli 28. sayısında yayımlanır. Topaloğlu, Yüksek İslâm Enstitüsünün ilk mezunlarını verdiği günün memleket, İslâm âlemi ve insanlık için hayırlı olmasını temennisiyle konuşmasına başlar. Ayrıca bu neticenin elde edilişinde İmam Hatip Okullarının birinci sınıfından itibaren başta hükümetin, Milli Eğitim Bakanlığının büyük gayretlerini hatırlatır. Devamındaysa İmam Hatip Okullarının bulunduğu yurdun muhtelif beldelerinde ve bunlar arasında özellikle İstanbul’da kurulan ve bunların inkişafını gaye edinen ilim ve hayır cemiyetleri mensuplarının da hesapsız emeklerinin varlığı vurgulanır. Fakat en büyük teşekkür enstitüdeki müstesna şahsiyetler olan hocalara edilir. İslâm âleminin ve dünyanın büyük ve yepyeni bir hamleye muhtaç olduğu bunun da İslâm ruhundan doğacağı ifade edilirken “Bu hamleyi uzun seneler tarihin efendisi, cihan sulh ve saadetinin koruyucusu olan Türkler yapacaktır” denilmesi zihniyet analizi için yabana atılamayacak önemdedir. Farkındayım tehlikeli sular bunlar. Ne ki, oralardan geçmeden memlekette yaşananları bütünlüklü bir şekilde kavranabileceğini sanmak safdillik olur. Daha ilginç olan noktalardan biri İmam Hatip Okullarından mezun olanları kabul etmeyen Ankara İlahiyat Fakültesinin de bu hamle içerisinde mütalaa edilişidir. Bu konuşmanın şu satırları sonraki on yılların tartışmaları açısından da dikkate alınabilecek hususlar ihtiva etmektedir:
“Bir din adamı olarak kalbimizde kinin, nefretin, hasedin ve ümitsizliğin yeri yoktur. Din her şeyin üstündedir. Siyasî kanaati, içtimaî mevkiî, iktisadî durumu ne olursa olsun her ferd muhabbet ve hürmetle bizim muhatabımızdır. Bu mekteplerden mezun olmayıp eskiden yetişen veya hususi olarak tahsil gören mevcud din adamlarına ve hoca efendilerimize de hürmetlerimiz vardır. Bizim onlardan öğreneceğimiz, onların da bizden istifade edecekleri mevzular ve meseleler mevcuttur.”
Bekir Topaloğlu, 1963 yılında Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdikten sonra İstanbul İmam Hatip Okulu’nun talebi üzerine Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç ve Ahmet Kahraman ile birlikte bu kuruma öğretmen olarak atanır. 1966 yılında ise Ankara’daki İlahiyat fakültesinden İstanbul’a gelen Faslı Muhammed Tancî’nin görev yaptığı Yüksek İslâm Enstitüsü Kelam dalında asistanlığa başlar. İki yıl süren askerliğin ardından 1971’de asistanlık tezini bitirerek öğretim üyeliğine atanır. Topaloğlu, 1982 yılında Yüksek İslâm Enstitülerinin İlahiyat Fakültesi haline dönüştürülmesi üzerine üniversiteler arası kurulun aldığı bir karar üzerine sınavlara girer. 1983 yılında daha önce yaptığı asistanlık çalışması doktora tezine denk kabul edilerek ilk akademik unvanını alır. 1986 yılında kelam doçenti olan Topaloğlu, 1988 yılında kelam dalında boş kadro bulunmamasından ve hizmet süresinin fazlalığından dolayı İslâm felsefesi dalında profesör olur, 1993 yılındaysa kelam ana bilim dalına geçer ve 2003 yılında yaş haddinden emekli oluncaya kadar Marmara Üniversitesinde çalışır.
1960’lardan itibaren alanıyla alakalı pek çok eser kaleme aldı Topaloğlu, aynı zamanda çeşitli tercümeler yaptı. Sözlük ve gramer çalışmaları, sohbet ve makale türündeki kitapları, İslâm düşüncesi ve kelam ilmine dair çalışmaları onun bize bıraktığı mirastan sadece birkaçı. Nesillerin El Kitabı’ndan daha iyi anlaşılabileceği üzere hepsinin kesişme noktası Türkiye’nin dönüşüm yıllarıdır. Zaten bir başka söyleşisinde Türkiye’de Müslümanlara yönelik olarak değişik zamanlarda uygulanan baskıların arkasındaki sebeplerin hepsinin dinî olmadığını ortaya koyma sadedinde şu hususa dikkat çekiyordu: “Ülkemizde, memleketin ekonomik, siyasi, idari imkânlarını kendi aralarında paylaşan aristokrat bir grup var. 1950'lerden, 60'lardan sonra demokratik hayat gelişip Anadolu insanı ve köylüsü büyük şehirlere gelmişler, iş yapmaya, ticaretle meşgul olmaya, okumaya, çocuklarını okutmaya, siyasete girmeye başlamışlardır. Uzun zamandır kavuşamadığı bazı haklarına kavuşmuşlar ve kendisini hissettirmişlerdir. Bu noktada, bir azınlığın, eskiden beri karşısında görmediği, ama memleketin esas sahibi olan bir çoğunluğa tepkisi var. Bu, bir mücadeledir.” Ama bütün bunlardan siyasetçi diline yatkınlık çıkarılmamalı. Tam tersine, memlekette olup bitenleri bu minvalde de düşünmedikçe yapılan analizlerin içedönük kalacağını sezdirmek istemişti o. Belki bu yüzden kanuni baskıdan ziyade psikolojik baskının meydana getirdiği kaygıya odaklanır. Söz konusu bakış farkı ait olduğu toplumun sorunları, özellikle de dini tedrisatın çileli yılları onu ve kuşağını temkinli duyarlılıkla mücehhez kılar denilse abartılmış olmaz. Zira ömrü boyunca sessiz çığlıklarla örülü faaliyetler içinde olmuş fakat hiçbir zaman yüksek sesten umarlar beklememiştir. Öyle ki 1970’lerde İmam Hatip Okulu mezunlarının istedikleri fakültelere girmeleri konusunda ki tartışmaların devam ettiği dar vakitlerde bu okuldan mezun olanların sadece din eğitimi veren kurumlara başvurmalarını savunur. Bugünden bakıldığında onun bu tutumu yadırganabilir hatta yerilebilir fakat onun gerekçesi pek yabana atılamaz. Zira kendisi aksi olursa din adamının kalitesinin düşeceği kanaatindedir. Öteden beri biri indeks olmak üzere 18 cilt halinde tamamlamak istediği Ebû Mansûr el-Mâturidî’nin Te’vilâtü’l-Kur’ân adlı tefsirinin tercümesinin tamamının neşrini görmeye ise ömrü vefa etmedi. Fakat şu bir hakikat; Mâturidî onun için pek çok şeyin simgesi konumundadır.
Her dolu söyleşi, bizi başkalarına çağırır, gönderir. Şüphesiz bu söyleşide aktarılanlardan daha fazlasını okurlar Bekir Topaloğlu’nun hatıraları kisve-i taba büründüğü zaman bulacaktır. Geleceğin nitelikli araştırmacıları ise onun ve kuşağının Türkiye’deki İslâmlâşma sürecindeki katkılarının farklı boyutlarını göstereceklerdir. Çünkü o, hem yaşayış, düşünüş ve hissediş açısından hem de yazarlık edimi açısından kuşağının gerçek bir temsilcisidir. Bu kısa değiniyse benim okuyup anlamaya çalışma notlarımdan ibarettir sadece.
HABERE YORUM KAT