Beka Kaygısı ‘Adalet’i İpotek Altına Alırsa
Türkiye’de siyaset ve toplumun psikolojisinde kimi zaman ölçülü, kimi zaman da tümden ölçüsüz gerilimler hep olmuştur. Askeri vesayetin gemi azıya aldığı dönemlerde bu gerilim tavan yaparken halkın iradesinin sandığa güçlü bir biçimde yansıdığı dönemlerdeyse bütün provokasyonlara karşın hayatın olağan akışı korunmuş, hukukun birey ve toplum için öngördüğü temel hak ve özgürlükler resmi ideoloji ve devlet sınıflarının tasallutundan kurtarılmıştır.
Gerilimi ve toplumu bölecek kutuplaşmayı engellemek üzere devreye sokulan ordu ve bürokrasi merkezli müdahalelerin sebebi, gerekçesi olarak genelde ‘zamansız’ tartışma, itiraz ve talepler işaretlenerek suçlanmıştır hep. “Zamanı değil şimdi” klişesi bürokratik oligarşi ve ‘sivil’ uzantıların en sevdiği, en çok kullandığı ve şehvetle sarıldığı modası hiç geçmeyen bir psikolojik harp silahıydı çünkü.
Dikkat edilirse zamansız, yersiz, lüzumsuz addedilen eleştiri ve talepler genellikle devlet geleneğiyle hassaten de Atatürk ve Kemalist teamüllerle doğrudan ilgilidir. Toplumun bu alandaki tartışmalara hiç ama hiçbir zaman hazır olmadığı, olamayacağı en bilimsel yöntemlerle ispat edilmiştir çünkü. Aman, neme lazım; bu tartışmalar vesilesiyle insanlarımız her an tahkir ve tezyif olmaya, ilk fırsatta kutuplaşma ve toplumsal çatışmaya hazır bir biçimde beklemektedir, kaygısı bitip tükenmek bilmeyen yutkunma seanslarını muhalif cenahta bile besleyip büyütmektedir.
Özeleştiri Erteleniyor, Fanatizm Hortluyor
Bir ideoloji ve teamülün (mesela Kemalizmin) tarih sahnesinden çekildiğini ilan etmek için de bir başka ideoloji ve teamülün (mesela muhafazakâr demokrasinin) muktedir oluşunu ilan etmek için çok aceleci olmanın yanlışlığını pratik olarak görüyoruz. Zayıfladığı, geri çekildiği, askeri darbe imkânlarını büyük ölçüde yitirdiğini teyid etsek de endoktrine ettiği kurum ve toplum kesimleriyle büyük ölçüde dinamizmini koruduğunu da teslim etmeliyiz. Benzer değerlendirmeyi muhafazakâr demokrasi geleneği için de ifade edebiliriz; teknik açıdan ve toplumsal meşruiyet açısından ileri düzeyde kazanımlar elde etti fakat bürokratik oligarşi karşısında halen derin bir özgüven sorunu yaşıyor, kendini Kemalist sembol, tören ve teamüllere yaslayarak ifade etmeye mecbur görüyor.
Evet, Avrupa ve Amerika başta olmak üzere bütün dünyada milliyetçi, aşırı sağcı akımlar tedirgin edici bir biçimde kuvvetleniyor. Ancak bu değerlendirmeyi yaparken Türkiye’de de özellikle 15 Temmuz sonrası Ata/Türkçü milliyetçiliğin toplumsal karşılığından çok daha fazlasıyla siyaset ve medyada kabardığını görmek durumundayız.
Ata/Türkçü milliyetçilik bağımlılık düzeyinde bir alışkanlık gibi seçim üstüne seçim kaybediyor fakat ne hikmetse Hükümet’in yürürlüğe soktuğu pek çok tasarrufun ruhunu ve çerçevesini oluşturuyor. Oysa oldukça kısa bir zaman önce en geniş haliyle kamusal alanı ipotek altında tutan Kemalist ruhu ve çerçeveyi sınırlandırmak, geriletmek ve tesirsiz hale getirmek üzere siyasi bir pozisyon almıştı. Ne değişti; Kemalizm hukuka uygun, topluma saygılı, ülkeye faydalı bir ideolojiye mi dönüştü? Yoksa 15 Temmuz’da zirveye çıkan Fetö travması ağır bir algı ve davranış bozukluğunu mu tetikledi?
Haklı bile olsak Avrupa Birliği sürecinden uzaklaş(tırıl)an Türkiye sadece iktisadi ve siyasi alanda değil kabul edelim ki esasen hukuk ve özgürlükler alanında gerilemekte ve kaybetmektedir. Hâlbuki 2003’ten itibaren hız verilen AB sürecini, AB kriterlerini Türkiye evvelemirde kendi ülkesi ve halkı için önemsemiş ve öncelemişti. Sürecin inkıtaa uğraması AB’ye olduğu kadar Türkiye’ye de zarar verdi.
Hukuk Yıpranırsa Kazanımların Anlamı Yok
AB’nin PKK saldırıları ve bu saldırıları tüm birimleriyle sahiplenip savunan HDP karşısında aldığı ahlaksız ve hukuksuz pozisyonu lanetlemek, teşhir ve rezil etmek hem hak hem de sorumluluktur. Benzer durum FETÖ’nün örgütlediği 15 Temmuz kanlı darbe girişimi için de geçerlidir. Fakat günün sonunda PKK ve FETÖ’yle mücadele sürecinde ortaya çıkan kimi söylem ve pratikler Türkiye’yi istemediği bir davranış modeline, eski Türkiye’den kalan bir takım bürokratik teamüllere doğru sürüklemektedir. Çünkü muhafazakâr demokrasi kendi devlet siyasetini, bürokrasi geleneğini güçlü bir biçimde inşa edemediği için Ata/Türkçü dalga ve iklimin anaforuna kapılmaktadır.
Ata/Türkçü dalgayı güçlendiren, yeniden popüler kılan hiç şüphesiz ki kendi cazibeleri ve sahip oldukları potansiyelleri değil. Ata/Türkçülük çok matah ve makbul bir siyaset olsaydı devlet imkânlarıyla, asker süngüsüyle topluma dayatılmazdı hiçbir zaman. Meydan meydan, şehir şehir milyonlarca insanın iradesiyle püskürtülen 15 Temmuz darbesi sonrasında Hükümetin neden ve nasıl olup da Ata/Türkçü ideoloji, sembol ve kadrolara muhtaç bir duruma sürüklendiğini etraflıca tartışmak durumundayız. Bu tartışmayı ertelemenin de bu ideoloji, sembol ve kadroları ‘dost unsur’ ya da ‘ortak değer’ olarak tanımlamanın da içine düştüğümüz sorunlardan kurtulma noktasında zerre kadar faydası olmayacaktır bize.
Tabii ki ilkesiz, hukuksuz bir af teklifine karşı çıkılmalı lakin gözaltı ve tutuklamaların çok basit hatta sudan sebeplerle yaygınlaştırılması toplumu zannedilenden daha fazla tedirgin ediyor. Atatürk’e hakaret etti, aziz hatırasına dil uzattı vs. tarzı klişe iddianamelerle gencecik kızların, erkeklerin tutuklanmasını mümkün kılan iklim üzerinde dikkatle durulmalı. Emniyet ve İstihbarat’ın arşivlerde saklanan raporları doğrultusunda halen inatla Hizb-ut Tahrir’i terör örgütü sayan mahkemelerin yüzlerce insanı terör örgütüne üyelikten tutuklayıp hapislerde çürütülmesi ne zaman durdurulacak. Hiçbir şiddet yok, silah yok, illegalite yok ama tek başına ‘Hilafet’ talebi terör olarak yaftalamıyor. Üstelik nihayet harekete geçen Anayasa Mahkemesi kararına rağmen ne Yargıtay’da ne de birinci derece mahkemelerde en ufak bir tutum değişikliği oluyor.
Bir de tutuklanmasının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen iddianamesi hazırlanmayan Osman Kavala’nın durumu var. İddianameden değil ama gazetelerde tutarlı tutarsız, suç sayılan sayılmayan bir takım haberlerle kamuoyu güya süreçten haberdar ediliyor. Savcılar hiç değilse gazetelere sızdırılan haberleri derleyip etraflıca bir iddianame hazırlasalar da kamuoyu net olarak haberdar olsa başımıza ne türden çoraplar örüldüğünü diyeceğiz ama enteresan gelişmeler oluyor. Savcılık 2013 Gezi olaylarını organize etme iddiasıyla Anadolu Kültür Vakfı’yla ilgili, ilintili 11 akademisyen ve sivil toplum çalışanını gözaltına alıyor. Basına sızan haberler çok tehlikeli bir örgütün, büyük yıkımlar oluşturacak gizli planlarının çökertildiği yönünde bir ferahlama getiriyor derken bir de bakıyoruz hemen hepsi serbest. Neden? Çünkü ne deliller delile benziyor ne de tehlikeli adamlar cidden tehlike arz ediyor. İş Pastör Brunson davasına, Büyükada davasına dönecek ama bu arada ne yargının, ne yargıya borazanlık yapan medyanın ne de siyasetin bu süreçten ağır hasarlar almadan çıkabilmesi mümkün olacak.
Temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan hukuk devleti bir ütopyaya dönüşmeden, Kemalist ideoloji ve teamüller güçlü bir dalga halinde geri dönmeden, umarız ‘üst akıl’a karşı verdiğimiz mücadeleden zaferle çıkarız.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT