Bediüzzaman’ın Atatürk’e mektubu
Bediüzzaman’dan tek satır okumadıkları halde Bediüzzaman konusunda kesin kanaate (tabii ki olumsuz) sahip bulunan kimi aydınlar, Cumhurbaşkanlığı arşivinde saklanan mektubu baştâcı ettiler...
Tabii “Amerika’yı yeniden keşfetmek” gibi bir durum doğdu.
Hâlbuki mektubun içeriği, başta kendi tashihinden geçmiş “Tarihçe-i Hayatı” olmak üzere, çeşitli yazarların kaleme aldığı Bediüzzaman biyografilerinin hemen hemen tamamında yer almıştı (beyannamenin bir özeti, yıllar önce yayınladığım “Bediüzzaman Said Nursi” isimli kitabımda mevcuttur).
Bu yüzden “Amerika’yı yeniden keşfetmek” ifadesini kullandım.
“Malumu ilan” da diyebiliriz.
İçerik malum olduğuna göre, farklılık, Bediüzzaman’ın Mustafa Kemal’e hitabında odaklanıyor. Manşetlere çekilen de zaten budur...
Vay!.. Bediüzzaman Atatürk’ü övmüş...
Atatürk’e “İslam âlemi kahramanı Paşa Hazretleri” demiş...
Dahası var: “Ey şanlı gazi!” diye iltifatta bulunmuş...
Peki ne yapacaktı?..
Mustafa Kemal (o zamanki tanımlama) Meclis Başkanı... Said Nursi ise dönemin en etkin (özellikle de Doğu’da) âlimlerinden biri. Bu kimliğiyle defalarca Ankara’ya davet edilmiş. Sonunda Ankara’nın havasını koklamaya gelmiş. Samiin (dinleyici) locasından Meclis oturumunu izlerken, bazı milletvekilleri tarafından Meclis Başkanlığına sunulan bir teklifin kabulü üzerine, çok da teamül olmadığı halde, Millet Meclisi kürsüsüne çıkmış. Vekiller onu “hoşamedi” (yani “hoşgeldiniz” merasimi) ile karşılamışlar.
Ankara’da kokladığı hava onu endişelendirdiği, özellikle namaza karşı vekillerin ilgisizliğini gözlemlediği için on maddelik bir “beyanname” neşredip milletvekillerine dağıtmış. Bu beyanname, Mustafa Kemal’e yazdığı mektubun, başlık kısmı hariç, bire bir aynısı...
Belli ki, ya Mustafa Kemal’e önceden yazdığı mektubu “beyanname” haline getirmiş, ya da “beyanname”yi mektuba dönüştürmüş...
Bu çok da önemli değil. Neticede aynı görüşleri dile getiriyor. Öncelikle ve özellikle de namazın ehemmiyetini vurguluyor.
Hocaların yöneticileri ikaz etmesi, bir Devr-i Saâdet geleneğidir ki, en çarpıcı örneği Hz. Ömer’e “Yoldan çıkarsan seni kılıcımızla doğrulturuz” diyen sahabedir...
Bu gelenek aynen Osmanlı devletine de geçmiş, Osmanlı uleması, yöneticileri uyarmaya son derece ehemmiyet vermiştir...
O kadar ki, zaman zaman ulema sert üslup dahi kullanmış, meselâ Bursa Kadısı Molla Fenari, dönemin padişahı Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitlik yapmasını kabul etmemiştir...
Garip ama, onun da gerekçesi namazdır. Padişah’ın namazlarını cemaatle kılmadığını gerekçe göstererek, “Terk-i cemaat cerh idüğün şuyû’ bulmağılen şehadetur caiz değildir” (namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden, mahkemede şahitlik etmen mümkün değil) demiştir.
Bu “Belki de kılmıyorsun” anlamında bir dokundurmadır. İşte bu yüzden Padişah, sarayının avlusuna “Yıldırım Camii” olarak bildiğimiz mâbedi inşa etmiştir.
Namaz üzerine ulemanın tahşidat yapması son derece doğaldır, zira “namaz dinin direğidir”. Resul-i Âlişan Efendimiz’in son sözleri bile namaz üzerine olmuştur:
“Namaza dikkat edin!.. Namaza dikkat edin!.. Namaza dikkat edin!”
Halsizliğine rağmen üç kez tekrarlaması, namazın ehemmiyetini son kez vurgulama arzusundandır.
Osmanlı âlimleri bunu dikkate alarak namaz konusunda çok hassas davranmışlar, padişahları, sadrazamları ve diğer görevlileri en çok bu konuda ikaz etmişler, bir bakıma “Peygamber varisleri” olarak bu geleneği sürdürmüşlerdir.
Yani Bediüzzaman’ın namaz vurgusu, “veraset” mükellefiyetinin gereğidir.
Üstad aynı gelenekten gelen bir âlim olarak, yumuşak bir üslupla Meclis Başkanı’nı ikaz etmiş, yol göstermek istemiştir...
Hitap tarzına gelince: Bu da geleneksel Osmanlı nezaketinin mektuba yansımasından ibarettir.
Ondan çok önce Sultan II. Abdülhâmid’e, çok sonra tek parti döneminin parti (CHP) Genel Sekreteri Hilmi Uran’a, nihayet Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e mektuplar yazmış, bu mektuplarda da benzer hitaplar kullanmıştır...
Amaç, yöneticilerin dinden uzaklaşarak dine ve dindara zarar vermelerini önlemektir.
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT