Bediüzzaman Said-i Nursî
18-24 Şubat 2007 tarihlerinde Radikal gazetesinde yayımlanan Mustafa Kemal ve Muhalifleri adlı yedi yazılık bir dizinin beşinci yazısı, Said-i Nursî’ye dairdi. O yazıdaki bazı iddialarım (Said-i Nursî’nin İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkileri gibi) ve neyse ki sayısı çok olmayan maddi hatalarım (“Ankara’dan Van’a gitti” diyeceğime “Erzurum’a gitti” demem gibi) Nur Cemaati”nden bazı yazarlarca sertçe eleştirilmişti. O günden beri de hep aklımda daha kapsamlı ve daha az hatalı bir yazı yazmak vardı. Çünkü müritleri tarafından “Bediüzzaman” (zamanında eşi benzeri bulunmaz kişi), “hakikat kahramanı”, “Türkiye’nin Gandhi’si” diye tanımlanan; bazı siyasetçiler ve bilim adamları tarafından “dinler arası diyaloğun başlatıcısı”, “ihya geleneğinin temsilcisi”, “tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti” olarak yüceltilen Said-i Nursî’yi tarihsel açıdan önemli bir figür olarak görüyorum. Geçtiğimiz ay Nur Cemaati’ne yakın olduğunu sandığım Yeni Asya gazetesi, ölümünün 50. yıldönümü vesilesiyle Said-i Nursî hakkındaki düşüncelerimi sormuştu. Tecrübelerimden kalkarak, birkaç cümlelik cevapların yanıltıcı olabileceğini, dolayısıyla görüşlerimi geniş şekilde Taraf’taki sayfamda anlatmayı tercih ettiğimi belirtmiştim. Sözümü tutuyor ve bu haftayı Said-i Nursî’ye ayırıyorum.
Böyle çok yönlü ve uzun bir tarihçeyi bir sayfada anlatmanın zorluğu yüzünden bu hafta yazıyı götürebildiğim yere kadar götüreceğim, sonunu haftaya getireceğim. Radikal’deki yazıyı esas olarak Şerif Mardin’in Bediüzzaman Saidi Nursî Olayı (İletişim, 1990) adlı eserine dayanarak yazmıştım. Bu sefer Şükran Vahide’nin Bediüzzaman Said Nursî, Entelektüel Biyografisi (Etkileşim, 2006) adlı kitabını esas aldım. Şerif Mardin’i hepimiz tanıyoruz. Şükran Vahide ise asıl adı Mary Weld olan bir İngiliz. Gençliğinde rahibe okulunda oryantalist çalışmalar yapmış, Farsça ve Türkçe öğrenmiş. 1980’li yılların başında Said-i Nursî’nin Risaleleri’ni okuyarak Müslüman olmuş ve Şükran Vahide adını almış. Daha sonra Said-i Nursî’nin şakirtlerinden Mehmet Fırıncı’yla evlenmiş. Risale-i Nur Külliyatı’nın önemli bir bölümünü İngilizceye Şükran Vahide çevirmiş. Kısacası Şükran Vahide, en az Şerif Mardin kadar konuya hâkim biri. Ancak kitap kronoloji takip ediliyor gibi görünmekle birlikte sık sık ileri-geri gidiyor. Bu yüzden tüm dikkatime rağmen yanlış anladığım şeyler olmuşsa affola...
Bitlis, Mardin, Van
1877’de Bitlis’in Hizan İlçesi’ne bağlı Nurs Köyü’nde doğan ve adını buradan alan Said-i Nursî, küçük bir toprak sahibinin yedi çocuğundan biriydi. (Muhalifleri, köyün asıl adının Nors olduğunu, “ışık” demek olan “nur”a benzemesi için, kasıtlı olarak Nurs olarak telaffuz edildiğini iddia ederler.) Said-i Nursî’nin memleketi Bitlis, 19. yüzyıldan itibaren Nakşibendî Tarikatı’nın Halidiye kolunun merkeziydi. Ancak Said-i Nursî, Nakşibendîlikten çok, Nakşibendîliğin rakibi olan Kadirilikten etkilenerek büyüdü. Kadiriliğin piri Şeyh Abdülkadir Geylânî ile manevi ilişkisi ömür boyu sürdü.
İlk öğrenimini Nurs yakınlarındaki Taği Medresesi’nde alan Said-i Nursî, sert ve kavgacı mizacı yüzünden pek çok okul gezmesine rağmen klasik medrese eğitimini tamamlayamadı ama gösterdiği iddia edilen başarılar ve kerametler sayesinde, 1892 yılında, yani henüz 15 yaşında iken “Bediüzzaman” diye anılmaya başladı.
Aynı yıl rüyasında, Abdülkadir Geylani’den, Hamidiye Alayı komutanlarından Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’yı, halka zulüm yapmaktan vazgeçmeye çağırma görevi alması üzerine Cizre’ye gitmiş, patavatsızlığa varan cesareti ve bilgisiyle Mustafa Paşa’yı etkilemeyi başarmıştı. Ancak bir süre sonra Paşa’yı kızdırmayı başardı ve Mardin’e sürüldü. Mardin’le Nusaybin arasındaki Beriyye Çölü’nde geçirdiği süre içinde, Namık Kemal’in fikirleriyle, özellikle de ilerde “bir peri kızı gibi güzel” diye tarif edeceği hürriyet fikriyle tanıştı, ancak bu aydınlanma evresi Mardin Mutasarrıfı’nın hoşuna gitmemiş olmalı ki, bu sefer de Bitlis’e sürüldü.
Yine kendi anlatımına göre, gösterdiği mucizeler sayesinde Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın konağında ağırlanan Said-i Nursî, bu dönemde girdiği düşünsel durgunluktan 1896’da Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine, Van’a giderek çıktı. Hasan Paşa’nın yerine atanan İşkodralı Tahir Paşa’nın konağındaki zengin kütüphanede tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya ve astronomi ile tanışan Said-i Nursî’nin Erzincan’da konuşlu 4. Ordu’nun Kumandanı Yahya Nüzhet Paşa’nın danışmanlar meclisine girdiği, bu vesileyle ilerde Teşkilat-ı Mahsusa’yı kuracak olan Kuşçubaşı Eşref Sencer’in babası Kuşçubaşı Mustafa Bey ile tanıştığı sanılır. Görüldüğü gibi Said-i Nursî’nin devlet ricaliyle ilişki kurma becerisi dikkat çekici.
Şark Üniversitesi hayali
Biyografisinde 1899-1907 dönemine ait tek satır bulunmayan Said-i Nursî’nin Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nden ilham alarak Medresetü’z-Zehra adını verdiği Şark (Kürdistan) Üniversitesi fikrini bu dönemde geliştirdiği iddia edilir. Gerçekten de 1907’de, yanında o sırada Bitlis Valisi olan Tahir Paşa’nın II. Abdülhamit’e yazdığı referans mektubuyla İstanbul’a gelen Said-i Nursî, Ferik Ahmet Paşa’nın yanında iki ay misafir kalmış, ikili Kürdistan’da yapılması gereken eğitim reformları konusunda saraya sunulacak dilekçeyi hazırlamışlardı. Dilekçede Kürdistan bölgesinde yeni okullar açılmasına rağmen yerel halkın bunlardan yararlanamadığı söyleniyor, buralara gönderilen öğretmenlerin Kürtçe bilmemesinden yakınılıyor ve devletin –bugünkü deyimiyle- “pozitif ayrımcılık” yapması öneriliyordu. Dilekçeyi hazırladıktan sonra Paşa’nın evinden ayrılarak Fatih’teki Şekerci Hanı’na yerleşen Said-i Nursî, projesini mayıs ya da haziran ayında Saray’a sundu, ancak bu cesur tavrının karşılığı, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi’ne gönderilmek oldu ama bu dönem kısa sürdü.
Said-i Nursî taraftarları bu olayı Saray’ın mabeyincilerinin tutumuna bağlasalar da, Yıldız Arşivi’nde bulunan iki belgede “Vanlı Said Efendi’ye bin kuruş maaş bağlanmasını” ve “Van’a dönüş masraflarını karşılamak üzere iki bin kuruş ödenmesini” emreden iki iradeye ve Abdülhamit’in Zaptiye Nazırı Şefik Paşa aracılığıyla Said-i Nursî’ye hediye altın göndermesine bakılırsa, Abdülhamit duruma vakıftı ve tipik yöntemi olan maaş bağlama ve unvan verme yoluyla Said-i Nursî’yi başından savmayı hedefliyordu. Said-i Nursî, “maaş dilencisi” olmadığını söyleyerek parayı reddedince soluğu nezarethanede alacaktı.
İstibdada karşı meşrutiyet
Said-i Nursî Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 23 Temmuz 1908’i takip eden günlerde bazılarına göre çıkarılan genel afla salıverildi, bazılarına göre ise İttihatçılar tarafından nezaretten kaçırıldı ve hemen ardından Selanik’teki kutlamalarda Meşrutiyet’ten yana ateşli bir nutuk atarken görüldü. Bu nutukta kullandığı “millet”, “hürriyet”, “terakki”, “medeniyet”, “insan emeği”, “müspet ilimler”, “meşveret”, “parlamento” gibi kavramlar, Said Nursî’nin Jöntürklerin ve halefleri İttihatçıların liberal-meşruiyetçi terminolojisini iyice benimsediğini gösteriyordu.
Said-i Nursî’nin resmî tarih tarafından “irticai ayaklanma” olarak etiketlenen ancak arka planında İTC’nin olduğu neredeyse kesinleşen 31 Mart Olayı ile ilişkisi konusu da çok tartışılmıştır. (Bu konuyu 6 Nisan 2008 tarihinde bu sayfada ayrıntılı olarak anlatmıştım, ilgilenenler bakabilir.) Said-i Nursî’nin, yine resmî tarihçiler tarafından 31 Mart Olayı’nın kışkırtıcısı olarak gösterilen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinin yazarlarından ve İttihad-ı Muhammedi adlı örgütün kurucularından olduğu biliniyor. Ancak, kendi ifadesine göre isyana katılmamış, aksine, isyan sırasında özellikle Kürt hamalları yatıştırıcı konuşmalar yapmış, nitekim yargılandığı askerî mahkemede de beraat etmişti.
Ahrarcı oldu mu
Kendi kendine sorduğu “Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin neden ayrıldın” sorusuna cevap olarak 11 Nisan 1909 tarihli Volkan gazetesinde yayımlanan yazısında yer alan “Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey ve Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar. Bataklık yoluna saptılar” ifadesine bakılırsa, İttihatçılarla arası bu tarihte birazcık bozulmuştu. Ancak Said-i Nursî, bugün bazılarının iddia ettiği gibi Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyetçi” Ahrar Fırkası’na yaklaşmamıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, Prens Sabahattin’i iyi eğitimli, kabiliyetli, hamiyetli ve asaletli bir insan olarak niteliyordu, ancak fikirlerini meşrutiyet uygulamasına zarar verecek bir sürü küçük devletin ortaya çıkmasına sebep olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirecek bir düşünce olarak görüyordu.
Kürtlere propaganda
Mahkemeden sonra dokuz ay daha İstanbul’da kalan Said-i Nursî’nin bu dönemine ilişkin elde yeterli bilgi yok. Ancak, 1910’da gemi ile Karadeniz’e açıldığı ve Tiflis üzerinden Van’a döndüğü biliniyor. Bu tarihten itibaren vaktinin çoğunu İTC adına Kürt aşiretleri arasında siyasi propaganda faaliyetlerine harcayan Said-i Nursî, bu çalışmaları “dağları ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyet dersi verdim” ifadesiyle özetler. Meşrutiyetin İslam davasını ileri götürmek, ittihat ve terakkiyi sağlayarak Osmanlı’yı ayağa kaldırmak için tek çare olduğuna inanan Said-i Nursî’nin bu tutumu önemlidir çünkü o dönemde, özellikle Kürdistan coğrafyasında, meşrutiyetin şeriata aykırı olduğu yolunda yoğun bir propaganda yaygındı.
Meşrutiyet üzerine verdiği vaazlarla Güneydoğu vilayetleri üzerinden (Diyarbakır’da Ziya Gökalp’le tanışmıştı.) Şam’a kadar giden Said-i Nursî, Emevî Camii’nde İslam’ın dünya çapında yükselişini müjdeleyen meşhur Şam Hutbesi’ni verdi. Hutbenin veriliş yeri ve tarihi anlamlıdır, çünkü bu yıllarda Araplar arasında İslamcı sos taşıyan Osmanlıcılık ideolojisinden yavaşça Türkçülüğe kayan İttihatçılara yönelik alerji belirgin hale gelmeye başlamıştı.
Kosova’da namaz
Bu hutbenin, İTC planlarından biri olması çok muhtemel. Nitekim Şam’dan Beyrut’a geçen, oradan vapurla İzmir üzerinden İstanbul’a dönen Said-i Nursî’yi İttihatçıların tahttan indirdiği II. Abdülhamit’in yerine geçen Mehmed V. Reşad’ın 5 Haziran 1911’de başlayan meşhur Kosova seyahatinde görürüz. Üsküp’te Padişah Mehmet Reşad balkondan halkı selamlarken tam yanında duran kişilerden biri olan Said-i Nursî, Kosova Ovası’nda Sultan Murad’ın mezarının yanında 100 bin kişinin katılımıyla kılınan namazda da vardır. Bu seyahati, bir süredir bağımsızlık talepleriyle İstanbul’u endişelendiren Arnavutları ikna etmek için İttihatçılar düzenlenmişti. Teşkilatın Osmanlıcılık siyasetinin en önemli örneklerinden biri olan bu seyahate imparatorlukta bulunan tüm etnik ve dini gruplardan temsilciler katılmıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, seyahate muhtemelen İTC’nin önerisi ile ve Doğu illerini temsilen oradaydı. Seyahat sırasında, Arnavutların Latin alfabesi yönündeki isteklerini yatıştırmak için kurulması düşünülen üniversite tartışmalarından yararlanarak, yıllardır kafasında olan “Şark’ta bir Darülfünun” projesini padişaha açmayı başaran Said-i Nursî, kendi ifadesine göre Padişahın ve İttihatçıların vaad ettiği 19 bin altının avansı olan bin altınla Van’a dönmüş ve Van Gölü kıyısındaki Edremit’te, Medresetü’z-Zehra’nın temellerini atmıştı.
Savaşçı Said-i Nursî
İnşaat devam ederken bir yandan da kendisine devletçe tahsis edilen Horhor Medresesi’nde eğitim vermeye başlar. Bir ara öğrenci sayısı 200’e kadar çıkar. Bu sırada Said-i Nursî’nin diğer büyük mesaisi, “meşrutiyeti kendileri için iyi, Rumlar ve Ermeniler için kötü bulan” Kürtleri ikna etmek üzerinedir. Balkan Savaşı yüzünden üniversite için söz verilen paranın geri kalanı gönderilmeyince inşaat yarım kalır.
1913 yılında kendisine şakirt olmak için gelen ancak duyduklarından sonra bundan vazgeçen üç öğrenci Said-i Nursî’yi şöyle betimler: “...Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (...) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz (şaşırdığımız) husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile belinde kaması ile ve birde sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkânı harp bir asker intibaı vermişti. Doğrusu çok genç olduğundan ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik.(...) Biz kendisinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize ‘Peki ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartıyla tamam’ dedi. Ve ilave etti: ‘Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır.’ Ayrıca şunu da söyledi: ‘Bugün söz verip, kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızdan bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi benim dostum ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyla tekrar sizi getiririm.”
Kostroma’daki esaret yılları
Birinci Dünya Savaşı başlayınca büyük ihtimalle Enver’in talebi üzerine savaştan önce silahlı eğitim verdiği öğrencileri ve yakın çevresinden kurduğu milis taburu ile savaşa katılan Said-i Nursî, Van, Bitlis ve Erzurum’da Ermeni çeteleri ve Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iyi ata binmesi, at üstünde iyi silah kullanması ve cesareti ile öne çıktı. Özellikle Erzurum Pasinler’de Ruslarla yapılan çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklara birçok hatıratta yer verildi. Said-i Nursî, Nur Risaleleri’nin ilk kitaplarından olan ve Kur’an tefsiri olarak nitelendirdiği İşaratü’l İ’caz isimli kitabını bu çarpışmalar sırasında cephede yazdı.
Şükran Vahide’ye göre, Nisan 1915’te patlak veren Van’daki Ermeni isyanını bastırma çalışmalarına katılmayan Said-i Nursî, buna karşılık kadınların ve çocukların hayatının kurtarılması için çabalamıştı. Bunlar arasında Ermeni kadınları ve çocukları da vardı.
Erzurum cephesinden Van-Bitlis cephesine dönen Said-i Nursî burada girdiği bir çatışmada yaralanarak 3 Mart 1916 tarihinde Ruslara esir düştü. Kendisiyle birlikte esir düşen Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunu Asteğmen Muhammed Feyyaz’ın tuttuğu günlüğe bakılırsa Ermeni kadınları ve çocuklarıyla ilgili tavırları işe yaramamış, Rus Koşakları ve Ermeni Taşnaklar, Said-i Nursî’yi öldürmek için epey gayret göstermişler, ancak Rus ordusunda savaşan Müslüman ve Rus askerler buna engel olmuştu.
Said-i Nursî, Volga Nehri yakınlarındaki Kostroma Esir Kampı’na götürüldü. İki yıl dört aylık esareti sırasında Enver Paşa ile mektuplaşmayı başardığına dair emareler var. 1917 Bolşevik Devrimi sırasında çıkan karışıklıktan yararlanarak Petersburg-Varşova-Berlin-Viyana-Sofya yoluyla İstanbul’a döndü. Bu kaçışın öyküsü, Said-i Nursî’nin talimatıyla resmî biyografisi olan Tarihçe-i Hayat adlı eserde iki cümle olarak geçti. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî’nin dolaylı ifadeleri firar ve dönüş seyahatinin oldukça kolay geçtiğini gösteriyordu. Vahide başka bir şey söylemiyor, ancak cebinde hiç parası olmayan, Avrupa’yı daha önce hiç görmemiş olan, geçtiği ülkelerin dilini bilmeyen birinin, hele de Said-i Nursî gibi görünüşü ve tavrıyla dikkat çekici ise, savaş yıllarında dört-beş Avrupa ülkesini aşarak İstanbul’a sağ salim dönmüş olması, “işin içinde bir iş” olduğunu düşündürüyor.
Teşkilat-ı Mahsusa üyesi miydi
Gerçekle uydurmayı harman etmesiyle meşhur tarihçi Cemal Kutay’a göre “işin içindeki iş” Teşkilat-ı Mahsusa idi. Kutay’a göre Said-i Nursî’nin yolculuk masrafları ordu hesabına fatura edilmiş ve İstanbul’a dönüşü İttihatçıların yayın organı Tanin tarafından kamuoyuna duyurulmuştu. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa hakkında bir doktora tezi hazırlayan Philippe Stoddart’ın kitabında Said-i Nursî’nin adının geçmediğini belirtmek gerek. Bu arada Kutay’ın bir diğer iddiası da Said-i Nursî’nin 1915 yılı başında Sunusilere cihat çağrısında bulunmak için denizaltıyla Kuzey Afrika’ya gittiğidir ki, Radikal’deki yazımda aktardığım için eleştiri aldığım bu iddiayı destekleyecek bilimsel bir kanıt hakikaten yok. Ancak bu ana kadar anlattığım pek çok olayın arka planında Teşkilat-ı Mahsusa ruhunun yattığı da ortada.
Yeri gelmişken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: İslamcı çevreler sadece Said-i Nursî’nin değil, Libyalı Şeyh Sunusi’nin, İslamcılık akımının önde gelenlerinden Sadrazam Sait Halim Paşa’nın, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif’in ve adlarını burada sayamayacağım İranlı, Dürzî, Arap İslamcıların İttihatçılığı konusunda da konuşmaktan hoşlanmıyorlar. Çünkü bu ilişkilerin kabulü, İttihatçılığı Masonluk-Farmasonluk ve Dönmelikle ilişkilendiren meşhur komplo teorisine halel getiriyor. Halbuki Said Nursî’nin meşhur “ben Antranik ile bir olup Enver’e, Venizelos ile bir olup Said Halim’e tokat atmam” ifadesinde, Said Halim’le Enver’in bir arada anılmasının nedeni bu bağdı.
Evet, yerimiz bitti. Hikâyenin gerisi haftaya...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT