1. YAZARLAR

  2. GÜNAY BULUT

  3. Bazen olur böyle
GÜNAY BULUT

GÜNAY BULUT

Haksöz-Haber
Yazarın Tüm Yazıları >

Bazen olur böyle

27 Şubat 2025 Perşembe 17:00A+A-

“Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur.” Albert Sorel  

(Değişen bir dünyayı, Tanpınar çağını konuşacağımız yerde ne diye on dört yaşıma döndüm. Aradan koca 27 yıl geçmiş, köprülerin altından ne sular akmış. Çocukluğun sırası mı şimdi? Geçmiş geçip gitmeyendir, kapını çaldıysa misafir gibi güler yüzle karşıla ve uğurla onu. Hem yazık değil mi susturduğun o çocuğa. Tanpınar’ın Huzur’unun bir yere kaçtığı yok. Haklısın… Güzel çocuk, neler oldu? anlatmak ister misin? Oluuur…)

Annem, sütümü bitirmemi söylerken portmantoda bir şey arıyordu. Evden çıkarken bana şalı uzattı. Mevsim kış ise de hava çok soğuk sayılmazdı. Üzerime fazladan yük almak istemiyordum. Annemin, rüzgâr çıkar, ayaz iner, otobüs bozulur,…sıralı cümleleri uzamadan şalı koltuk altıma sıkıştırıp otobüs durağına seğirttim.

Liseye başladığım günden beri çok heyecanlıydım. Akranlarımın doktor, avukat, mühendis olmak istediği zamanlarda ben edebiyat okumak istiyordum. Ortaokul arkadaşlarımın basit şakalarına kulak tıkayıp kararlılıkla, edebiyat okuyacağım diyordum. Babamın aldığı gazetelerden birinde okumuştum. İstediğimiz şeyleri yüksek sesle dillendirirsek akit gibi bir niyet bırakırmışız yeryüzüne. Olmazları olduran, dolmazları dolduran, solmazları solduran büyük sebep bizden çıkıp arşa asılan bu sözlermiş. Yazılana zaafımdan mı? her şeye kolay inandığımdan mıdır?  ben bu yazıya şeksiz şüphesiz inandım.

Edebiyat okumanın ilk adımı liseden geçiyordu. Bunun için semtimizdeki liseye değil, evimizden oldukça uzaktaki bir liseye gönüllü kaydoldum. Edebiyat fakültesi için hangi liseye gitsem daha iyi olur, bilmiyordum. Tövbekâr babam, beni İmam Hatip Lisesine yazdırdığında aklımdaki tek şey, okumak için, değil şehrin, dünyanın öteki ucuna gidebileceğimdi.

Eski yaşantısındaki tüm günahları silmek isteyen babam, son zamanlarda, içkiden, kahveden kopmuştu. Hep birlikte sohbet kasetleri dinlemeye, beş vakit namaz kılmaya başladık. Annemle birlikte ben de başörtü taktım. Babam sevindi. O mutluysa hepimiz mutluyduk. Babamın yuvaya dönüşüne, aile huzurumuza dair umutlarımız bizi yeni istikamete döndürdü. Hayatımızda bütün taşlar yerinden oynadı. Alışılandan farklı ve acemi halime çevreden gelen tepkilere inciniyordum. Bu yüzden çok sevdiğim insanlardan kaçıyordum. Türkçe öğretmenimi uzaktan görüp yolumu değiştirdiğim gün İmam Hatip Lisesinin benim için en iyi tercih olduğundan emin oldum. Dışlanmayacağım bir okul fikri bana iyi geldi. 

Yaşadığımız şehrin büyüklüğü yanında çok küçüktüm. Bir sahil şehrinde yaşayan babaanneme ailecek ziyaretlerimiz dışında semtimden hiç ayrılmamıştım. Her sabah, alaca karanlıkta otobüs durağında beklemek, bir insan selinin ortasında ezilmeden otobüse binebilmek, hareket halindeki araçta sağa sola savrulmak, yanlış durakta inmek yahut ineceğim durağı kaçırmak benim için ürkütücüydü.  Bir buçuk ay kadar babam beni arabayla okula bırakıp aldı. Bu özel yolculuklarda sert mizaçlı babamın aslında beni önemsediğini duyumsamaya başladım. Babamın çok meşgul olduğu günlerde annem, beni otobüsle okula götürüp getirdi. Birkaç hafta içinde annem olmadan otobüsle okula gidebileceğime karar verip annemi başımdan savmayı başardım.  Sabahları bin bir nasihat verip, bin bir felaket ihtimali sıralayan annemi çoğu kere duymuyor, bazen ısrarından kurtulmak için dediğine teslim oluyordum. Bu sabah da öyle yaptım.  Kolumun altındaki şalla onlarca insan arasından bir yay gibi gerile, kıvrıla otobüse attım kendimi. Buğulu camlardan, ineceğim durağı görmek imkansızdı. Her durakta açılan kapıdan dikkatle dışarıya bakıyor kaç durağımın kaldığını sayıyordum.  Virajlarda, cılız bedenimi bir yaprak gibi savuran körüklü otobüste, elime bu şalı tutuşturan anneme içimden söylenip durdum.  (Günah olur, insan annesine söylenir mi? Zor durumlarda belki mazur görülür. Akşam annene sarıl özür dile. Tamam tamam.) Ensemdeki insanların nefeslerinden tiksinip ballı sütü kusmak üzereyken, otobüs okulumun durağına yanaştı. İnecek yolcular arasından ilk ben attım dışarı kendimi. Yüzüme çarpan serin rüzgâr yatıştırdı beni.

Okula vardığımda kapının önünde birikmiş öğrencileri ve demir kapıyı etten bir duvarla kapatmış silahlı polisleri görüp ürperdim. Hayatım boyunca bu kadar polisi bir arada görmemiştim. Polislerin silahlarının bu kadar parlak, göz alıcı, tehditkâr olduğunu da bilmiyordum. Seher teyzemin kocası, Ali Eniştem de polistir. Ailecek sık sık bir araya geliriz. Teyzemlere gittiğimizde, babamın silahının olduğu odaya girmemiz yasak, derdi kuzenim. Çocukların girmesine izin verilmeyen odada bu ürkütücü şeylerden var mıydı? hiç bilmiyordum. Eniştemin her zaman gülümseyen bir yüzü vardır. Çocuklarıyla oyun oynar, bağlama çalar, türkü söyler. Bizi lunaparka, pikniğe, dondurma yemeye götürür.  Acaba o da burada mıdır? Teyzemin, ‘Ali’nin sinirleri alınmış, hiç kızmaz’ cümlesini eniştemin bir tür ameliyat geçirdiğine yorardım. Meğer insanlar kızgın ve neşeli insanlar olarak ikiye ayrılırmış. Uzaktan gördüğüm polislerin kaskla örtülü yüzleri asıktı. 

Peki bu cilalı silahların muhatabı kim? Bu kaosun sebebi nedir? Çevrede, yalnız öğrenciler değil büyük insanlar da toplanmış. Kimi veli, kimi yoldan geçen yolcu, kimi bilmem nedir? Neyse ne, benim bu okulun öğrencisi olmaktan başka vasfım yok, birazdan başlayacak dersime yetişmeliyim. Kapıya yaklaşabilsem, eniştemin polis olduğunu söylesem, belki onu tanıyan birisi Polis Ali’nin yeğeninden kimseye zarar gelmeyeceğini bilir, bana yol verir, okulun içinde, camdan bakan kızlardan biri olabilirim. Gerçekten işe yarar mıydı, bilemedim. Yığınları aşıp, polis yeğeni olduğumu söyleyemedim. 

Kalabalığa karıştım. Tanıdığım birini, sınıf arkadaşlarımı aradım. Güler’in tebessümünü gördüğümde dünyalar benim oldu. Oysa birkaç aylık tanışıktık. Daha birbirimize 30 cümle kurmamıştık. Megafondaki ses ‘Başörtüyle okula girmek yasak. Öğrenciler bu tarafa gelsin. Ve başörtüsünü çıkarıp okula girsin. Veliler, öğrencilerini bırakıp dağılsınlar. Aksi halde polis müdahale yapacaktır.’  diyordu. Daha dün yasak yoktu. Hepimiz bu okuldan başörtülü çıkmış, evlerimize dağılmıştık. Bazı veliler çocuklarını omuzlarından sarmışlar, ‘Allah’ın emrettiğini kulların yasaklama hakkı yoktur. Bu saçmalığa müsaade etmeyeceğiz. Başörtünüzle okulunuza girene kadar biz buradayız. Bu okulun kapısını açacaklar’ diyerek güven veriyorlardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kendi rızamla mekanik çağrının peşinden gidecek takati bulamadım ayaklarımda. Anneme, ben okula yalnız gidebilirim, dediğime pişman oldum. Güler de yalnızdı. Eve dönüp durumu ailemize haber verelim istiyordum. ‘Bir muhabir edasıyla, biraz bekleyelim, olaylara bakalım, eve gidip ne diyeceğiz ki? okula başörtülü girmek yasakmış, biz de geri döndük mü? mesai daha başlamadı, belki biraz sonra polisler işlerine giderler, biz de sınıflarımıza gireriz, dedi arkadaşım. Annemin bu sabaha dek yapmış olduğu bütün telkinleri unutup arkadaşıma uydum.

Ön taraftaki bazı öğrenciler polislerce gösterilen tarafa doğru gittiler. Hafifçe aralanmış kapıdan başörtüsünü çıkarmış birkaç cılız öğrenci içeri girdi. Megafondan son uyarılar yapıldı. Sürgülü kapı gıcırdadı. Demir kilit çıkırt diye yuvaya oturdu. Az sayıda öğrenci içeride, çok sayıda öğrenci dışardaydı. Art arda iki zil çaldı. ‘Sınıfta ders başladı. Tahta sırama oturmadım. Birkaç güne kadar babam okula çağrılır. Ona ne diyeceğim? Burada olduğumu fotoğraflayan bir makinem olsaydı. Etten duvarı aşıp içeri giremediğimi söylerdim. Babam, çocuğu neden yalnız yolladın diye anneme kızacak. Evde kavga sebebi olacağım. Ahhh! anneciğim, ben şimdi size ne diyeceğim…’

Güler’le birkaç arkadaşımızı daha bulduk. Velileri yanında olanlar vardı. Avukat tutanağından, tanıdıkları makam sahipleriyle görüşmekten bahsediyorlar, birbirlerinin telefon numaralarını kaydediyorlardı. Şaşkındık. Hiç kimsenin düşmanı değildik. Çocuktuk. Olanları, olayları anlamıyorduk. Okula gelmiştik.

 

‘Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında; 

Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında’

 

Öylece bakıyordum etrafa. Megafondaki dağılın, ikazına bazı insanlar kızgın cevaplar veriyordu. Anlaşılmayan sesler birbirine karışıyor. Bağırış çağırış, itiş kakış, kalabalıklarda bir telaş, ortamda bir kabarma, polis sirenleri, tazyikli su sıkan araçların homurtusu, kalabalığı çember içine alan polisler, genizleri yakan duman, havaya sıkılan mermiler, bir kaçış tufanı art arda sıralandı. Nasıl olduğunu gerçekten görmedim. Trafiğin içine Güler’le biz de akmışız. Oysa ben okulun önünde donakalmıştım. Beni bu yolun ortasına kim getirdi. Üstümüze doğru gelen kamyonun korna sesiyle ayıldım. Koş Güler, koş! diye bağırıyordum. Kaldırıma kapaklanmışım. Dilimdeki tuzlu kan tadına, dizlerimin, ellerimin sızısına aldırmadan ardımda Güler’i aradım. Bir ayağını altına alan koca araç onu yol kenarına savurmuştu. Bacağından kan fışkırıyordu. Ok gibi yerimden fırladım. Bir anda dev oldum. Koca gövdem yolu kapattı. Güler baygındı. Çantamı başının kenarına destek yaptım kendimce.  Şalımı yarasına bastırıp arkadaşım ölüyor, yardım edin! diye avazım çıktığınca bağırdım.  Sesim kısıldı. Trafik durdu. Ambulans yaralıyı götürdü. Akşam eve döndüğümde ben, sabah evden çıkan ben değildim. 

 

Bir daha okula gitmedim. Koridorlar içimde kaldı. Annemin kehaneti tuttu. Ayazlarda, kapılarda kaldım. Akan trafiğin içine kovalandım. Korna sesleriyle irkildim. Üstüme gelen her şeyden kuş gibi ürktüm. Uçurumlardan düştüm. Kan ter içinde kabuslardan uyandım. Yaşadıklarımızın müsebbiplerine kırıldım, kızdım. İntikam geçmedi aklımdan, Allah var. (Bazen yaşattıklarını yaşamadan ölmezler inşallah dedin ama. Dedim ama faaliyete geçirmedim.) Ne var bunda bu kadar büyütecek, geçti gitti işte, diyenlere inat dönüp dönüp mercek tuttum kırık kalbime. Bazen, küçük omuzlarıma ağırlık bırakan büyüklere öfkelendim. (En çok da babana değil mi? Merhum babamı bu işe karıştırmayalım.)  Kaba softalara küstüm.  Saçlarımdan nefret ettim.  Kimi zaman örtünmeyi emreden dini sorguladım. (Hemen tövbe et, günahkâr oldun. Etmez miyim?) Dipsiz kuyulara düşüşlerim oldu. Sonra yavaş yavaş her şeye makul bir yer buldum zihnimde. (Tek başına bulmadın, terapilerini gizleme. Söyleyecektim zaten.) İlkin büyüklerin o kadar büyümediğini gördüm. Yaratanı, yaratılanı, imtihanı, mülkün ve hükmün hakiki sahibini bildim. Bilmek her zaman yetmez lakin iyi bir başlangıçtır. Ve tıpkı Âdem babamın, Havva annemin yaptığı gibi kelimelere tutundum. Okumalara doyamadığım kitaplara, yazmalara susadığım cümlelere sığındım. Tek koşum atlı zorun yanında çift koşum atlı kolayı buldum. Yaşadığın olayların, hissettiğin duyguların üstünü örtme yaz, çiz demişti doktorum. Kilit vurulmuş bir devrin kapılarını okuduğum kitabın üstüne ürkek bir güvercin çizerek açmışım. Sonra yazmayı denedim. Atak biter bitmez önüme dizilen satırlar her seferinde kaza yerinden geçiriyordu beni. Olay yeri zamanla dehşetini azalttı. Derin uykunun, sakin rüyanın, şifa bulmuş kalbin ritmini duymaya başladım.  

 

Güler’le aramıza yollar, yıllar girdi. Benden uzaklarda işinde uzman oldu. Onunla son günümüzü kâh hatırladım ağladım, kâh unuttum güldüm. Sonra içten dualarıma sardım onu. İyi olduğunu gördüm. Ben de iyi oldum.

 

Ne kadar mustarip olursanız olun umut güneşi bu ıstırabın arasından er geç bir çatlak bulup oradan altın bir ejder olur kayar. Sizi mahzeninizden çıkaracak imkanlar sunar size. (Neden yazdığı huzuru yaşamamış Tanpınar gibi konuşuyorsun. Yaşamadığını nereden çıkarıyorsun. Ömrünün bazı anlarında yaşadığı huzur az şey midir?)  Ne yaşanırsa yaşansın zaman, yaraları yok etmeden de en zayıf yerden güçlenerek yaşamayı öğretir insana. (O kadar iddialı yazma. Herkese güçlenmeyi öğretmiyor, herkes her olaydan aynı güçle çıkacak diye bir kural yok. Tutunacak bir şey bulmazsa güçlenemez insan.)

 

Son nefese kadar sürecek imtihanın sırrı her zaman doğru yerde, doğru şekilde durma gayretiymiş meğer.  Evrende hiçbir şeyi kanunsuz bırakmamış yaratıcıyla dosdoğru tanışmakmış emrolunan. Kalbin yükünü, ol deyip oldurana teslim edip yolu yaratıcınla yürüyebilmekmiş marifet. Kendi acizliğini, zayıflığını, gücünün hudutlarını tanıyınca tanırmış insan Rabbini. Kızgınlıkların, kırgınlıkların yürüyüşünü durdurmasına izin vermemekmiş hayat dediğin.  Bir gün fırtına durur, sular durulur, çarşaf gibi bir denizin sükunetiyle kalpler Hak’tan gelen her şeye teslim olurmuş. (Bilge gibi konuşma. Çocuk kalbinde hala yara olduğunu pekâlâ hepimiz biliyoruz. Sözümü kesip durma, çocuk büyüyünce oldu bunlar.)

Korku, umut, dostluk ve sevgiye dair hakikate teslim oldum. (Bazen de isyan ediyorsun ama. Onlar sayılmaz, daima isyankâr mıyım sen ona bak) Geçen yıllarıma, nice sınır ihlalleri, öfkeler, mahzunluklar, affedişler, kaçışlar, iyilik arayışları, aç biilaç kalktığım sohbetler, büyüklere has ödevler, evlilik, oğullar, okullar, okumalar sığdırdım. Koşmayı, yürümeyi, yavaşlamayı, durmayı, derin soluk alıp krizler atlatmayı öğrendim. (‘O kadar da öğrenmedin. Bir huzur ver de sözü tamamlayayım.) Lakin olmadık yerde, olmadık zamanda ortaya dökülen kaza bohçasını toplayıp tümüyle kaldıramadım hayatımdan. (‘hah, işte böyle dürüst ol, hep kaya gibi güçlü görünmen hiç samimi değil, bir de babana sert mizaçlı dersin.’)

 

Yıllar sonra bir kış günü fakültede öğrencilerimle Huzur’u konuşurken ‘Bacaklarım Yeniden Çıkacak mı? Sorusuyla Filistinli çocuk düştü önüme. (‘Neden senin önüne yalnızca felaket haberleri düşüyor, hiç düşündün mü? yaşadığım coğrafyayı tarumar edenleri durdurmayan, memleketleri imar etmeyen büyüklere sor. Senin hiç kabahatin yok mu bu işte. Bu sorunun cevabını hala aramaktayım. İnşallah bulursun.’) Ekranı kaydırıp sayfa atlayamadım. Bildik titreme yaklaşıyordu. (Sen de bir dur, sırası mı şimdi?) Söz dinlemez sirenler çalıyordu. Camı açamadım. Serin rüzgârı duyamadım. Derin nefesle dolduramadım ciğerlerimi. Hava karardı. Sisler indi gözüme. Yerdeydim. Enkazlar etrafa saçılmış, askerler ardımdaydı. Dilimde tuzlu kan tadı. Çocukların hepsi yaralı, başı yanına çantamı, yarasına atkımı koyamadım hiçbirinin. Koşuyor, çırpınıyor, kalabalıkları yarıp, molozları aşıp hedefime varamıyordum. Bir garip rüya rengiyle her şey uyuşmuştu, zaman donmuştu. Üşüyordum. Güler nerede, burası neresi, ben neredeyim, Marmara nerede? Filistin nerede? ya kanadı kırık kuşlar?

Genzimi yakan alkol kokusu beni uyandırırken ‘hocam, tansiyon düşmüş, korkmayın, bazen olur böyle, geçti gitti’ diye teskin ediyorlar beni. (‘Evet, bazen oluyor böyle, geçip gidiyor.’) Yıllardır mahsur kaldığım bir madenden gün ışığına çıkar gibi gözlerimi kısarak gülümsedim.

 

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum