‘Bayramlık’ Değiniler..
Mübarek Kurban Bayramı’nın 4 günlük resmî tatili, öncesi ve sonrasındaki hafta sonu tatilleriyle birleşip, 9 güne ulaşınca, niceleri dünyadan kopmuş gibi oldular. Bu kadar uzun tatiller hele de, hep çalışmak isteyen ve hele de dar gelirli kişi, aile ve sosyal kesimler için sıkıcı da olabilir. Ama, bazan faydaları da keşfedilebilir böyle tatillerin.. Bu ‘keşif’lerden birisi de meselâ, medya kuklası ya da maymunu olmaktan kurtulmak şeklindeki değerlendirmeler.. Nitekim,‘medyayı izlemeden ve dünyada olup bitenleri bu kadar yoğun şekilde öğrenmeden de yaşanabiliyormuş..’ diyenlere de nicelerimiz rastlamışızdır. Ama, bu tatil günlerinde dikkatlerden kaçan ve hayatımızı istemesek de etkileyen nice gelişmeler var ki, onları şöyle kısaca hatırlamakta yine de fayda olsa gerek, herhalde..
*
‘Bilge Kral’ değil, ‘Bilge Müslüman’..
19 Ekim 2013 tarihi, büyük bir müslüman mütefekkir ve çetin mücadelelerin adamı olan merhûm Ali (Bosna lehçesiyle, Aliya) İzzet Begoviç’in vefatının 10. yıldönümü idi.
Böylesi değerli şahsiyetleri, sadece doğum ve ölüm günlerinde anmak elbette ki kabul edilemez. Çünkü, tefekkür ve mücadeleleriyle örnek oluşturan tipler, sadece kendilerini anmamız için değil, karanlık bir gecede, yolumuzu aydınlatmaları için başvuracağmız meş’aleler mesabesindedir. Ama, modern denilen ve sanılan günümüz dünyasındaki karmaşık insan ilişkileri yumağı içinde, insanlar bu gibi günlerde bile hatırlanmayabiliyor.
Bazı müslüman kalemlerin bile, başkalarının yersiz yakıştırması olan ‘bilge kral’ lafını tekrarlayarak anmaktan kaçınmadıkları; ömrünü inandığı yüce değerlerin tahakkukuna adayan ve gerçekte bilge kral değil, bir bilge müslüman olan ve Bosna müslümanlarının qıyâmını, direnişini kahramanca bir dirayet ve basiretle yöneten ve bugün de, Saraybosna’da Başçarşı’nın yukarısındaki yamaçtan, binlerce mezar arasında son derece sâde ebedî istirahatgâhında, bu gazi şehrin ve Bosna’nın müslüman halkının bir manevî bekçisi ve gözcüsü gibi yatan bu aziz insanı rahmetle, dualarla anmak, herhalde dikkatli müslümanlar için bir vecibe ve sorumluluk olsa gerek.
Allah rahmet eyleye..
*
Böylesine bir şahsiyetli tavır, Suûdî rejimine bile yakıştı..
Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın nasıl bir örgüt olduğu, İkinci Dünya Savaşı’nın galiblerinin dayatmasıyla dünya devletlerinin nasıl zorla birleştirildikleri ve o galib devletlerin, 70 seneye yaklaşan bir süredir, dünyanın ensesinde boza pişirdiği bu sütunda, 28 Eylûl tarihli, ‘(Zorla) Birleş(tiril)miş Milletler Teşkilatı, ve...’ başlıklı yazıda anlatılmaya çalışılmıştı..
Tayyîb Erdoğan’ın son bir-iki yıldır, hemen bütün uluslararası mahfillerde, yeri geldikçe, devamlı, BM’in ve özellikle de onun en temel icra organı olan Güvenlik Konseyi’nin teşkilindeki dayatma durumun kabul edilemiyeceğini anlatmaya çalıştığı ve bu tavrın, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, o dayatma dünya düzeninin fincancı katırlarını ürküttüğü, rahatsızlıklarını diplomatik kalıpları zorlayan tarzda ifade ettikleri biliniyordu.. Nitekim, Haziran boyunca devam eden Taksim Hadiselerinin uluslararası plandaki en büyük alkışçısı ve Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılması hayalinin gerçekleşmesini umutla bekleyenler de yine o çevrelerdi. Ama, iştahları kursaklarında kaldı.
Şimdi, 18 Ekim sabahı New York’dan dünyaya ulaşan bir haber, Erdoğan’ın bu itirazlarının beklenmiyen bir semere verdiğini gösteriyordu. Çünkü, BM. Güvenlik Konseyi’ne iki yıllık bir süre için Geçici Üye seçilen 10 ülkeden birisi olan Suûdî rejiminin, bu vazifelendirmeyi reddettiği bildiriliyordu. Gerekçe ise, ‘Güvenlik Konseyi’nin savaşları bitirme ve mes’elelere çözüm bulma kabiliyetinin kalmaması...’
Suûdî rejiminin resmî haber ajansı olan SPA'nın bildirdiğine göre, sözkonusu rejimin Dışişleri Bakanlığı'ndan Birleşmiş Milletler'e gönderilen resmî yazıda, ’Güvenlik Konseyi'nin metod ve işleyiş mekanizması ve çifte standartların, dünya barışıyla ilgili sorumlulukları üstlenmeye engel olduğu’ belirtiliyor ve bunun için hiç bir esaslı rolü ve etkisi olmayan böyle bir üyeliğin üstlenilmeyeceği bildiriliyordu.
Aferin; şahsiyetli bir duruş, zorbalık üzerine kurulu karanlık bir rejime bile yakışıyor.
Ekleyelim ki, Hacc için Hicaz’da bulunan Abdullah Gül de, Suûdî rejiminin bu tavrını desteklediğini açıkladı.. Abdullah Bey, keşke, Eylûl sonunda BM. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada da, Başbakan Erdoğan’ın son zamanlarda ısrarla vurguladığı bu adâletsiz yapıya daha açık ve vurgulu şekilde değinseydi..
*
Onu, darbecilikte kuklaları yapamadıkları için bu suçlamalar..
20 Ekim tarihli medyaya yansıyan bir bildiri var, bazalırının akıllarına değil de duygularına hitab edip etkili olabilir.. Bu bildiri, Genelkurmay eski başkanlarından em. org. Hilmi Özkök’e hitaben yazılmış bir mektub havasında..
Balyoz Yargılaması’nda ağır cezalara çarptırılan ve bu cezalar Temyiz tarafından da tasdik olunan, onanan 237 emekli ve muvazzaf generallerce yayınlanan bu bildiriyi, bu ‘açık mektub’u yazanların uğradıkları cezalar onlar ve aileleri için elbette felaket çapında ağırdır. Ama, bu generaller de çok iyi biliyor olmalılardı ki, bu ülke, son yarım asır içinde neredeyse her 10 senede tekrarlanacak şekilde, ‘askerî darbe’ler yaşarken, darbeciler kendilerine karşı çıkan komutanlarını, hattâ Genelkurmay Başkanları’nı bile tecrid ve safdışı etmişlerdi.
Adnan Menderes Hükûmeti’nin Genelkurmay Başkanı Org. Rüşdî Erdelhun’a çektirilenler bu alandaki en çarpıcı örneklerdendir. Dahası, koskoca orgeneraller, hükûmet gücünü temsil ettikleri kabul edilen Muzaffer Özdağ, Numan Esin, Ahmed Er gibi yüzbaşı; Orhan Erkanlı, Fikret Koytak, Şefik Soyuyüce, Kamil Karavelioğlu gibi binbaşı rütbesindeki darbeci subaylar karşısında bile selam durmak zorunda kalıyorlardı.
12 Mart 1971 Askerî Darbesi üzerine, hattâ, -1966’da, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Çankaya’ya çıkarılan- Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bile, kendisinden yardım isteyen Başbakan Demirel’e, ‘Süleyman Bey, maalesef beni de devre dışı bıraktılar..’ diyerek acziyet bildiriminde bulunuyordu.
O darbelerde yer ve rol alan askerlerin hâtıratı okunduğunda, ‘yapmak istedikleri darbe başarıya ulaşmaması durumunda, sorumluluktan kurtulmak için’, eylemlerini, planlarını askerlik eğitiminin rutin / günlük tabiî bir parçası olarak bilinen ‘savaş oyunları’ gibi göstermek için her türlü mizanseni hazırladıkları görülür.
Şimdi ise, devran değişti.. Bir-kaç istisnası dışında, 100 yıla yakın zamandır kurum olarak sorguya ve hesaba çekilemiyen Ordu kurumunun mensubları da yaptıklarının hesabını vermeye başlayınca, oyun bozuldu..
Şimdi, iki-üç yıldır devam eden ve ülkenin temel gündemlerinden birini oluşturan Balyoz Yargılamaları’nda mahkûm olanların büyük bir kısmı hakkındaki karar, Yargıtay / Temyiz tarafından da tasdik olunup kesin hüküm haline dönüşünce..
Bu yüzlerce generalin kamuoyunu etkilemeye çalışmaları da yeni ilginç boyutlar kazanmaya başladı. Halbuki, şimdi mahkûm olan ve hemen tamamı general rütbeli bu askerler, darbelerinde başarılı olsalardı, -geçmişteki darbecilerin uygulamalarında olduğu üzere-, içeri tıktıkları binlerin en küçük bir haklı feryadını bile dışarıya yansıtmayacaklardı. (Mısır’da, 3 Temmuz günü gerçekleştirilen darbeden sonra tutuklanan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin aylardır nerede olduğu bile açıklanmamasına şaşıranlar, bizim toplumumuzdaki darbe uygulamalarının da çok farklı olmadığını hatırdan çıkarmamalılar.. Hâfızâ-i beşer nisyan (unutkanlık) ile malûldür..’ tuzağına düşmeyenler o acıları hatırlarlar.)
Şimdi, kendilerini, -tutuldukları askerî cezaevinin adıyla- ‘Hasdal Esirleri’ olarak niteleyen bu darbeci askerlerin eski başkomutanları olan em. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü de rahatsız etmek için yayınladıkları ve ‘Genelkurmay’ın, suçlu bile olsalar subayları temize çıkarmak için gereken müdahaleyi yapması gerekirdi..’ mânâsındaki geçmiş geleneğe uygun davranması gerektiğini hatırlatan bildiriye bir göz atalım.
Haklarındaki yargı kararı artık kesin hüküm haline geldiğine göre, ‘darbeci subaylar’ olarak nitelenmesinde hukukî bir yanlışlık bulunmayan bu eski askerlerin, Özkök’ü psikolojik baskı altına almaya çalıştıkları ve kendi şereflerini koruduklarını iddia ettikleri görülüyor.
Em. Org. Özkök’e hitaben, ’Köklü tarihi olan bir ordunun başkomutanı görevini icra etmenize rağmen, ne yazık ki siyah ve beyazı ifade etmek yerine daima gri bölgede kalma gayreti içinde oldunuz. Bu tutumunuz, mâsum insanların suçlu ilan edilmesine önemli bir katkı sağladı.’ denilen bu bildiride, şunlar söyleniyordu:
‘...TSK’nın birer üyesi olan bizler, Kurban Bayramınızı sağlık ve mutluluk dilekleriyle kutlar, özgür günlerinizin devamını dileriz. ‘Ben kasaptaki ete soğan doğramam’, ‘Var diyemem, yok da diyemem’, ‘Mahkeme çağırırsa giderim’, ‘Gençler için çok üzülüyorum’ söylemlerinizin gölgesi altında devam eden süreç Yargıtay’ın hukuksuzluğu onaylaması ile sonuçlandı. (...) Size, defalarca yazılı ve sözlü çağrı yapmamıza rağmen, tanık olarak ifade vermek üzere mahkemeye gelmediniz. Doğrunun ve haklının yanında olmaktan kaçındınız. Bu sadece silah arkadaşlığının bir gereği olmayıp, dürüst bir vatandaşın yapması gereken bir görevdi. Tarih önünde önemli bir sorumluluk üstlendiniz. Ülkemiz gerçek demokrasiye kavuştuğunda yani kurumlar daha özgür olduğunda, ifade etmekten kaçındığınız gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacağınız bir gerçektir. Tek dileğimiz ise o günleri en kısa sürede birlikte yaşamamızdır. Gerçekleri ifade edememenin getirdiği vicdani rahatsızlığın, bir ömür boyu yanınızdan ayrılmayacağına olan inancımızla, size Hasdal’dan ‘Hayırlı’ günler dileriz. Hasdal’daki Balyoz Esirleri.’
*
Evet, em. Org. Özkök’e üstü kapalı bir ihtilal/ darbe tehdidi yapan ve bunu ‘gerçek demokrasiye kavuşmak’ gibi yaldızlı kalıplar içinde sunan bu kişiler, acaba kendi astlarından böyle bir söz duysalardı, ne yaparlardı, onu da bir düşünseler.. ‘Tek dileklerinin o günleri Özkök’le birlikte yaşamak’ olduğunu da hatırlatan bu sözlerle anlatılmak istenenin, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1997 darbe ve zorbalıklarının, yeniçeri başkaldırılarının hatırlatılması olduğunu anlamamak için, geçmiş siyasî hayatımızdan hiç haberimizin olmaması gerekir.
Onların bu mantığı karşısında, sanırım, büyük kitleler, em. Org. Hilmi Özkök’ün o darbecilere yolu kapatmakta ne zorluklar çektiğini ve hangi fitne-fesad odaklarını etkisiz hale getirdiğini düşünerek, ona bir daha teşekkür ediyorlardır.
Bu bildiri veya açık mektub, o darbeci mantığının, o hastalıklı yeniçeri mantığının henüz de iflah olmadığını göstermekte ve geçmiş 100 yıl boyunca olduğu gibi toplumu bir sürü gibi gütmek hakları olduğuna kapılanların o vehimlerinin onların zihinlerinden kolayca sökülemiyeceği havasını yansıtıyor.
Kimsenin felaketine sevinilmez, ama, açıklamalarının sonunda kendilerinin ‘vazifelerini şerefle yerini getirdikleri’ iddiasını da belirtenler, kendilerini mahkûm olarak değil, ‘esir’ olarak nitelemektedirler. Bu darbeciler, ‘esir ve esaret’ kelimelerinin ancak, birbiriyle silahlı savaşlara girmiş olan taraflardan birine mensub olanların karşı tarafça ele geçirilmesi için kullanılan bir terim olduğunu elbette bilirler. Böyleyken, bu darbeciler, kimlerle silahlı bir mücadeleye girmişlerdi de, esir düşmüşlerdi; bunun cevabını dürüstçe verebilirler mi? Asıl esir durumunda olanlar, 100 yıla yakın zamandır kendilerinin zihniyetince, kanunlarınca zincire vurulmuş durumuna düşen millet idi.
*
Medya mensubları da, suç işleseler bile suçsuz mu sayılırlar?
Hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü olamaz ve hiç kimseye de ayrıcalık tanınamaz. Ama, bir takım meslek gruplarına bağlı kimselerin uğradıklarını iddia ettikleri haksızlıklar karşısındaki meslekî dayanışmaları, ortaya hele de medya mensubları arasındaki dayanışma, bu konuda daha bir çarpıcı tablolar oluşturuyor. Türkiye’de bir takım kimseler gazeteci kimliği alıp, ondan sonra da bir takım silahlı eylemlere veya karanlık işlere karışınca, tutuklandıklarında, filanca gazeteci içeri atıldı diye haber konusu oluyorlar ve bu haberler hemen dünya çapında ilgi uyandırıyor ve Türkiye’nin de bu yüzden suçlandığı görülüyor.
Ama, aynı şey, emperyalist dünyanın kendi ülkelerinde benzer bir durum olunca, benzeri bir tepki yükselmiyor.. Amerika’nın gizli bölgelerini dünya kamuoyuna açıklayan Julian Paul Asanje ve sonra da Edward Snowden isimli kişilerin, Amerikan gizli belgelerini açıkladıları iddiasıyla dünya çapında nasıl ağır bir baskı altında takib edildikleri ortada..
Buna son olarak, İngiltere’den de bir diğeri eklendi.. İngiltere Başbakanı David Cameron, ABD istihbarat belgelerini yayınlayarak Washington’ın dünyayı nasıl dinlediğini ifşa eden The Guardian gazetesi için ‘Ulusal güvenliğimiz zarar gördü.. Guardian’dan ellerindeki belgeleri yok etmelerini kibarca istediğimizde bu talebimizi kabul ederek belgelerin ulusal güvenliğe zarar verdiğini kabul etmiş oldu. Ama sonunda yine yayınladılar. Yayınladıkları belgelerin sonuçta ulusal güvenliğimiz için tehlikeli olduğunun bilincindeydiler’ diyerek, İngiliz Parlamentosu’nda bir soruşturma açtıracağını açıkladı, 18 Ekim günü. Ama, dünyada, B. Amerika veya İngiltere hakkında, Türkiye’ye gösterilen tepkileri hatırlatacak cinsten hiç bir tavır gözlenmiyor.
Buradan da çıkarılması gereken dersler var.
*
Amerikan yahudi lobisinin hedefindeki, sadece H. Fidan'ı değil!.
B. Amerika’da yayınlanan Jewish Press adlı gazete, 18 Ekim günü yayınladığı bir yazıda, hızını alamayıp, MİT Musteşarı Hakan Fidan'ı açıkça ölümle tehdit etti. Türkiye’de MİT Müsteşarlığı’na getirildiğinden bu yana hakkında, başta İsrail rejimi başta olmak üzere, bütün sionist çevrelerin rahatsızlıklarını dillendirmeleri ve sonunda, onu -akıllarınca- itibarsız hale getirmek için dünya kamuoyunda başlattıkları yıpratma kampanyaları, gerçekte, Hakan Fidan’ın tercih edilmesinin ne kadar isabetli olduğunun ve onun faaliyetlerinin kimler için ne kadar tehlike teşkil ettiğinin bir göstergesi..
Tayyîb Erdoğan’ın, 29 Ocak 2009’da, Davos’daki bir uluslararası toplantı sırasında, İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Peres’e son derece sert eleştirilerini dile getirdiği ve ’One minute’ deyişiyle meşhur olan çıkışından itibaren, iki tarafın münasebetleri zâten daha bir gerilmişti.
Bu arada, MİT Müsteşarlığı’na getirilen Hakan Fidan’la ilgili olarak İsrail rejimi, Ehud Barak’ın ağzından ve resmen, ‘İran’a yakın bir isim’, hattâ, ’İran istihbaratının Ankara büro şefi’ yakıştırması yapılarak açıkça, başka bir ülkenin iç tasarrufuyla ilgili bir rahatsızlığını beyan ettiği zaman, Türkiye de, İsrail rejimine, bir daha, bu gibi bir iç yönetim tasarrufu konusunda açıklama yapmamasını kesin dille ihtar etmişti.
Bu gelişmeleri, daha sonra, Mavi Marmara gemisine yapılan saldırılar takib etti ve ilişkiler daha bir gerildi.
İsrail rejimiyle münasebetlerin gerilmesi, gerçekte, Amerika’yla ilişkilerin gerilmesi demektir. Çünkü, İsrail rejimi, Ortadoğu’daki Amerika’dır.
Ve İsrail, NATO üyesi olmadığı halde, NATO’nun bütün en gizli bilgilerine Amerika eliyle ulaştığı, Amerika tarafından 30 yıl öncelerden beri açıkça beyan edilen bir acı gerçektir.
Böyle olunca, diplomatik şartlar elvermediği için, Amerikan Hükûmeti sustuğunda, Amerikan medyasının Türkiye’ye en ağır saldırıları İsrail’e vekaleten yapmasına da; kezâ, Amerika’daki yahudi gazetesi Jewish Press'te, ’Hakan Fidan bir sabah arabasında özel bir sürprizi hakediyor.’ cümlesinin yazılabilmiş olmasına da şaşmamak gerekir.
*
18 Ekim günü, Wasington Post’ gazetesinde de, Türkiye’nin, İsrail’le irtibatta olan bazı İranlıları, İran rejimine bildirdiği iddiası yazılıyordu.. İddiaya göre, İran’dan bazı İsrail ajanları Türkiye’de İsrail-MOSSAD temsilcileriyle gizlice bir toplantı yapmışlar ve bu toplantıyı belirleyen Türkiye de durumu, İran’a bildirmiş..
Böyle bir şey gerçekten olmuş mudur, henüz resmen teyid edilmiş değil.. Ama, eğer gerçek ise, bu da gösteriyor ki, son derece önemli bir gelişme.. Ortadoğu’da ve hele de NATO’nun jandarması olarak Türkiye’de, bir takım önemli gelişmelerin yaşandığı ve bunun İsrail ve Amerika aleyhinde geliştiği ihtimali giderek güçleniyor. Demek oluyor ki, Türkiye, artık, CIA ve MOSSAD’ın istediği gibi at oynatabildiği bir ülke olmaktan çıkıyor.
Halbuki, geçmişte, MİT, MOSSAD, CİA ve (Şah İranı’nın istihbarat teşkilatı olan) SAVAK’ın kendi aralarında aylık olarak devamlı bilgi alışverişinde bulunduklarını TC. Dışişleri eski bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil açık bir dille beyan etmişti.
Şimdi ise, o bilgi alışverişinin başka yönlü çalıştığı söyleyenebilir, belki de..
Daha da ilginç olan şu ki, Washington Post’daki bu yazıyı yazan kişinin, Tayyîb Erdoğan'ın Davos'ta verdiği "One minute" tepkisini dile getirdiği proğramın sunucusu olan David Ignatius olması..
Onun iddiasına göre İranlı ajanlar MOSSAD temsilcileriyle görüşmelerini Türkiye'de gerçekleştiriyordu. Ankara, geçen yılın başlarında bu İranlı ajanlardan 10 kadarının kimliklerini Tahran yönetimine bildirmişti.
Ignatius, kendisine konuşan bazı istihbarat kaynaklarının, Türkiye'nin bu hamlesini, ‘önemli bir istihbarat kaybı’ ve "İsrail’i tokatlama girişimi" olarak nitelendirdiğini de ekliyordu..
Ignatius'a göre, Amerikan yetkilileri de İsrail için çalışan İranlı ajanların kimliklerinin ortaya çıkmasını "talihsiz bir istihbarat kaybı" olarak nitelendirse de doğrudan Türkiye yetkililerine eleştiride bulunmamıştı. Ignatius yazısında, Türkiye ile İsrail arasındaki istihbarat ilişkisinin temellerinin Ağustos-1958'de dönemin başbakanları David Ben-Gurion ve Adnan Menderes tarafından atıldığını da hatırlatarak, "ABD'li yetkililer olayın kötü tüccarlıktan ziyade güvensizlikten kaynaklandığını tahmin ediyor. Bir kaynağın ifadeleriyle, MOSSAD’ın Türkiye'yle 50 yıllık işbirliğinin ardından, Türklerin İsrail ajanlarını düşman bir güce 'pazarlayacağını' hiç ummadıklarını belirtiyorlar." diyordu.
Bu yazının yayınlanmasından sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, "Türkiye ile yakın çalışıyoruz. Türkiye, yakın bir müttefik. Onlarla terörle mücadele dahil olmak üzere bir dizi konuda birlikte çalışıyoruz. Türk istihbarat şefi de (MİT Müsteşarı Hakan Fidan) dahil olmak üzere tüm düzeylerde bir dizi yetkiliyle yakın temas halindeyiz" diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor ve İgnatius’un yazısı üzerine bir yorum yapmayacağını ifade ediyordu.
*
Hatırlayalım ki, Washington Post’daki bu yazıdan önce de, etkili Wall Street Journal (WSJ) gazetesinde de 10 Ekim günü yine Hakan Fidan hedefe konulmuş ve Türkiye’nin yeni Ortadoğu siyasetinin mimarlarının Ahmed Davudoğlu ve Hakan Fidan’ın olduklarını yazmıştı. Yazıda, Fidan, Arab Baharı denilen gelişmeler öncesinde pek tanınan bir isim değilken, şimdi artık, ‘müttefik Türkiye'nin çıkarlarını zaman zaman ABD'nin çıkarlarının aksine yönelmesinde etken olan bir isim’ olarak niteleniyor; bazı Amerika’lı uzmanların ağzından, "Hakan Fidan yeni Ortadoğu'nun yeni yüzü.. Onunla işbirliği yapmalıyız, çünkü işleri halledebiliyor. Ancak ABD'nin gözü kapalı dostu olduğunu da düşünmemeliyiz çünkü değil.." görüşlerine yer veriliyordu.
Bu arada, geçen sene, bir ara, hangi güç odağının veya bir dinî topluluk/ cemaat olarak nitelenen grubun Hakan Fidan’ı tutuklatmak için vargücünü kullandığı ve o güç odağının liderinin Amerika’ya demir atmış veya bazılarına göre de esir (!) alınmış bir kimse olduğu ve Tayyîb Erdoğan’ın duruma derhal müdahale ederek, 48 içinde yeni bir kanun çıkarıp, Fidan’a sahib çıktığı ve Fidan’ı harcamak isteyen odağın da Amerika’nın etkisinde olup olmadığının bir daha düşünülmesi gerekmez mi? Ki, o dinî topluluğun liderinin Erdoğan’ı, ’Ortadoğu’daki bazı ülkeleri memnun etmek için, Amerika ve İsrail’le ilişkileri bozmaya ne gerek var?’ diye eleştirdiği de bu vesileyle bir daha hatırlanmalıdır. Tabiatiyle, bu da bazılarına göre, tamamen tesadüfî (!) bir durumdur.
Düşünülmesi gereken bir diğer nokta da, Hakan Fidan hakkında, böylesine ölüm fetvaları veren sionist yahudi odaklarının yazısının bir benzeri, mesela, MOSSAD şefi hakkında, Türkiye’de yazılmış olsaydı, dünyada ne büyük fırtınalar koparılacağı hususu olsa gerek..
Ve unutmamak gerekir ki, Hakan Fidan’ı hedef tahtasına oturtan zihniyetin söylemek istediği, hedef tahtasına oturtmak istediği asıl isim, Tayyîb Erdoğan’dır. Bazıları, sanki dışsiyaset, tek yönlü etkenlerle şekilleniyormuş gibi; kafalarındaki kurmaca şablona göre, Erdoğan’a hâlâ, emperyalizmin ve İsrail’in işbirlikçisi gibi bakmaya devam etseler de..
YAZIYA YORUM KAT