“Batıyı Doğuya Anlatan Yazar: İbrahim Sediyani“
Dünyaca ünlü Alman filozof ve edebiyatçı Gerhard Zwerenz, yazarımız İbrahim Sediyani’yi Alman Yahudî kadın filozof ve aktivist Hannah Arendt’e benzetti.
Son yazdığı kitapta Batı felsefesi üzerine tezlerini kaleme alan Zwerenz, Alman felsefe ve edebiyatını ele aldığı bölümde Karl May, Martin Luther, Henry Hübchen, Gottfried Leibniz, Immanuel Kant, Roza Luxemburg, Hannah Arendt, Martin Heidegger, Papa XII. Benedict, Jacques Derrida, Georg Elser, Ernst Bloch, Friedrich Engels ve Friedrich Nietsche ile birlikte edebiyatçı – şair İbrahim Sediyani'nin gezilerini ve Almanca şiirlerini de ele aldı. Zwerenz kitabında Sediyani hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu.
Dünyaca ünlü Alman filozof ve edebiyatçı Gerhard Zwerenz, yazarımız İbrahim Sediyani'yi Alman Yahudî kadın filozof ve aktivist Hannah Arendt (1906-1975)'e benzetti. Son yazdığı "Die Verteidung Sachsens und Warum Karl May die Indianer Liebte?" (Saksonya Savunması ve Karl May'ın Kızılderililer'i Sevme Nedeni) adlı kitapta Batı felsefesi üzerine tezlerini kaleme alan Zwerenz, Alman felsefe ve edebiyatını ele aldığı bölümde Karl May, Martin Luther, Henry Hübchen, Gottfried Leibniz, Immanuel Kant, Roza Luxemburg, Hannah Arendt, Martin Heidegger, Papa XII. Benedict, Jacques Derrida, Georg Elser, Ernst Bloch, Friedrich Engels ve Friedrich Nietsche ile birlikte edebiyatçı – şair İbrahim Sediyani'nin gezilerini ve Almanca şiirlerini de ele aldı. Zwerenz kitabında Sediyani hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu.
Doğu felsefesi ve edebiyatını ele almadığı, sadece Batı felsefe ve edebiyatını işlediği kitabında Zwerenz'in Sediyani'nin gezi yazılarını ve Almanca şiirlerini de bu kategori içine alıp yorumlaması şaşkınlıkla karşılanırken, asıl ilginçlik, 86 yaşındaki dünyaca ünlü Alman filozofun İbrahim Sediyani hakkında yaptığı benzetme oldu. 20. yy'ın Marksist felsefe akımının yaşayan üç temsilcisinden biri olan, Almanya'nın şu andaki en büyük filozofu kabul edilen, birçok uluslararası edebiyat ödülü bulunan ve zamanında Alman Federal Parlamentosu'nda Demokratik Sosyalizm Partisi'nden milletvekilliği de yapmış olan, yazdığı kitaplar onlarca dile çevrilen dünyaca ünlü Gerhard Zwerenz, son yazdığı kitapta Sediyani'yi 20. yy. başlarındaki dünyaca ünlü Yahudî feminist filozof, edebiyatçı, aktivist ve direnişçi kadın Hannah Arendt'e benzetti. İbrahim Sediyani'nin Batı ülkelerini gezerek kaleme aldığı gezi yazılarını ve Almanca şiirlerini kitapta ele alıp değerlendiren Gerhard Zwerenz, kitabında Sediyani hakkında övgü dolu sözler sarfediyor.
Gerhard Zwerenz, "Saksonya Savunması ve Karl May'ın Kızılderililer'i Sevme Nedeni" (Die Verteidung Sachsens und Warum Karl May die Indianer Liebte?) adlı 99 bölümden oluşan kitabının "Katliâmlar Nişanı" (Ein Orden fürs Morden) adlı 54. bölümünde edebiyatçı – şair İbrahim Sediyani'nin gezi yazılarını ve Almanca şiirlerini ele alıyor. Sediyani'yi Rosa Luxemburg'la birlikte sosyalist – feminist hareketin öncü isimlerinden biri olan Yahudî kadın edebiyatçı ve aktivist Hannah Arendt'e benzeten Gerhard Zwerenz, gezi yazılarını ele aldığı satırlarda Sediyani'nin bu çalışmalarını "Batı felsefe ve edebiyatının kaybolan özgürlükçü ve devrimci rûhunun, göçmen kökenli bir yabancının şahsında yeniden dirilmesi" şeklinde yorumluyor. Sediyani'nin Almanca kaleme aldığı şiirler içinse övgü dolu sözler sarfeden Zwerenz, bu şiirler için "cesur kelimeler, müthiş bir romantizm" değerlendirmesinde bulunuyor ve Sediyani için "bu adam olağanüstü biri" ifadelerini kullanıyor.
Gerhard Zwerenz tarafından Almanca kaleme alınan kitaptaki sözkonusu bölümünü sizler için yaptığımız çevirisini ilginize sunuyoruz.
HAKSÖZ HABER
Saksonya Savunması ve Karl May'ın Kızılderililer'i Sevme Nedeni
GERHARD ZWERENZ
Saksonya Otobiyografisine Devam / 53. - 54. Sözler
Bu 99 bölümden oluşan bir Saksonya biyografisidir. Saksonyalılar tâ 1813 tarihinde Napolyon ile Avrupa'yı kurmak istiyorlardı. Bugün ise şaşkın bir halde Çin'e bakıyoruz. Filozoflar bu duruma "coincidentia oppositorum" diyorlar, yani "çelişkilerin birliği". Bu da gösteriyor ki gerçek kahramanlık, bütünlüğün içinde değil, parçaların içinde hayat buluyor.
53. Söz: DDR Yıkılmamalıydı (2)
54. Söz: Katliâmlar Nişanı
Ajansların bildirdiğine göre, yalçın dağların kutsal rûhu yine gümüş rengini alıyor. Bu yüzyıllardır böyle. Benim memleketimin ana caddesinin ismi Gümüş Cadde'dir. Karl May, Gümüşgöl'deki defineyi keşfetti. Güçlü August geçimini gümüş kaplamalardan kazanırdı, altın istiyordu, yanlışlıkla Saksonya porselenini icâd etti. Ruslar uranyum için biraraya geldiler ve durmadan kazdılar, "bombanın altını" uranyum için, onunla ABD'yi sollamadan geçmek için, çünkü Hiroşima ve Nagazaki o zaman ABD tarafından harebeye çevrilmiş durumdaydı. Lenin'in sorduğu gibi, "Ne yapmalıydı?". Fakat O'na hiç sorulmadan, Sovyetler Afganistan'a girdi ve tekrar çıkmak zorunda kaldı, böylece orası NATO'nun işgal meydanı oldu. O NATO ki, her yere bizim özgürlüğümüz için giriyor ne de olsa; olmayan özgürlüğümüz için! Gümüş definesi aramak yerine özgürlükler için yola çıkılıyordu artık. Böylece MDR (= Thüringen ve Saksonya Radyosu) bizim geçmiş bizmutumuza özgürce bakmamızı sağlayan bir kanal oldu. Filmin adı "Uranberg" (= Uranyum Dağı), 1947 yılında çevrildi ve 18.12.2010 tarihinde ARTE (= Alman – Fransız Kültür Kanalı) ekrânlarından gösterildi. Filmde harika masal görüntüleri var, Annaberg'de çekildi, Bohemya'da (= Çek Cumhuriyeti'nde bir bölge), Crimmitschau ve bol bol tuz ve biber. İçinde aşk olmadan hikâye olmaz tabiî. Fakat karakterli bir aşk, dağ adamını baltayla parçalar gibi öldürür. Güzel ise, kupkuru gözyaşlarıyla ağlar sadece. Sovyet albay, seviyeli ve karakterli rolü oynuyor. Stern – TV – Programm'ın kendisiyle yaptığı röportajda Henry Hübchen'in de dediği gibi, eğer Saksonya cesaretini kazanır ve masaya gelebilirse bir yerli film böyle sert ve gerçekçi olabilir.
Gümüş ve altın (porselen) arayıcılığı bizi güzel şehir Dresden'e götürür, ki bu 11.11.2007 tarihinde "Hannah Arendt ve Yarbay" dizisinin 11. bölümünde de ifade edildi. Genel olarak bu keşif hareketi, dış dünyada "totaliterizmin kâşifi" olarak bilinen ve kasıtlı olarak çok yanlış tanıtılan Hannah Arendt Enstitüsü'nü dolaşmadan sona erdi.
En son o zamanki Federal Cumhurbaşkanı Horst Köhler 9.10.2009'da Leipzig'de yaptığı konuşmada, bu durumun üzerine gitti. O diyordu ki, 9.10.1989 tarihinde Leipzig'deki ateş sipariş tankları, kan plazmaları ve ceset torbaları, şehirdeki gösteri nedeniyle hazır tutulmuşlardı (Daha fazla bilgi için tarihçi Horst Schneider'in "Junge Welt"teki 20.11.2010 tarihli yazısına bakılabilir). Dresden Enstitüsü'nün şüpheli üretimleri için bizler 11. bölümde, bir Leipzig Ernst Bloch Enstitüsü kurulmasını teklif ettik ancak beklediğimiz yanıtı hâlâ alabilmiş değiliz.
Görünüşte Dresden'e cehâlet hâkim, bizde "Anti – Komünizm" resmî bir "karşı ideoloji" bıraktı, çünkü Hannah Arendt açıkça Soğuk Savaş döneminin mirasına karşı uyarıyordu. Böylece o, resmî bir karşı ideoloji mirası bıraktı, ki bu Anti – Komünizm'di, Komünizm onun iddiâsına göre bir dünya hâkimiyeti kurma peşindeydi. ("Totale Herrschaft" kitabının önsözünden)
Anno 2010 / 11, suyu elitlerin boğazına kadar yükseltti. Onlar gazetelerinde en sevdikleri kültür sayfasını 2. Noel günü hazırladılar: "Dünya hâlâ kurtarılmaya muhtaç mı?" Politika sayfasındaki başlıklar: "Tasarımcı Muslukçular Karşısında Şaşkınlık... Lüks Sokaklarda Gezinti... SPD Yerinde Sayıyor... Ölüler Daha Uzun Yaşar... Bethlehem'in Yıldızı..."
Konuyu toparlamak için FAS mitlerinden biraz Nietzsche sunalım:
"Papa olarak Sezar Borgia... İnsan anlayamıyor mu?... Harika, bu bir zafer olurdu, eğer bugün sadece benim talep ettiklerim gerçekleşmiş olsaydı. O zaman Hristiyanlık kaldırıldı. Peki ne olurdu o zaman? Alman bir papaz, Luther, Roma'ya geliyor. Bu papaz, bütün intikamcı içgüdüleriyle ve baştan aşağı başarısız bir vücûttan oluşan bedeniyle, Roma'da Rönesans'a karşı ayaklanıyor. En derin şükran duygularıyla bu acımasız canavarı anlamak yerine, ki Hristiyanlık aynen öyle bir canavardı, onu tahtından indirmeye çalışıyor, çünkü onun besini sadece kin olmuş. Dîndar bir Hristiyan sadece kendini düşünür. Luther Papalık'ın sadece ahlaksızlığını gördü, oysa elleriyle tam tersini kavrıyordu o anda: Eski yolsuzluklar, orijinal günâhlar; Papalık makamında oturan şey gerçek Hristiyanlık değildi! Neydi peki? Dünya hayatının tâ kendisiydi! Dünya hayatının zaferiydi! Başka ne vardı? Dünya hayatının bütün güzel, yüce ve cesur şeylerine karşı bir EVET vardı Papalık makamında!... Ve Luther kiliseyi yeniden restore etmeye girişti, hemen işe başladı: Rönesans! Anlamı olmayan bir olay, büyük bir HİÇ! Ah bu Almanlar, bize neye neye mal oldular! Beyhude çaba; bu her zaman için Almanlar'ın yaptığı iş olmuştur: Bir HİÇ için çalışmak! Reform, Leibniz, Kant ve bildiğiniz sözde Alman felsefesi, "Özgürlük Savaşı", imparatorluk... Her zamanki gibi bir HİÇ için, zaten her zaman bizle olan, zaten sahip olduğumuz HİÇ için, biraz da hiçbir şekilde gelmeyecek olan şeyler için! Almanlar ah Almanlar, onlar bana düşman oldukları için çok iyi tanıyorum onları: Ben onların tüm kavram ve değer kirliliklerini reddediyorum, korkaklıklarından ötürü dürüstçe söyleyemedikleri bütün EVET ve HAYIR'lar adına yapıyorum bunu. Onlar binyıllar boyunca parmaklarıyla dokundukları herşeyi karıştırdılar ve bozdular. Avrupa'daki hastalıkların yarısında onların etkisi var; onlar Hristiyanlık'ın en kirlisi olan, en kutsallıktan uzak, en çürütülemez olanı olan Protestanlık mezhebini kurdular. Eğer Hristiyanlık ile işimiz bitmediyse, bunda suç Almanlar'ındır. Burada sözlerimi toparlamak ve kanaatimi söylemek istiyorum. Ben Hristiyanlık'ı mâhkum ediyorum, kiliseye karşı bugüne dek yapılmış bütün suçlamalara hak veriyor ve kiliseye aynı suçlamaları yöneltiyorum." (Den Antichrist – Umertung aller Werte)
Old Friedrich N. biraz haksız bir şekilde Pro – Katolik'tir. 2011 yılında Papa XVI. Benedict, Federal Meclis'te vaaz vermek için Berlin'e gelecek. Motto şu: Hristiyan federal meclis milletvekilleri ne zaman prezervatif kullanabilecekler? Protestan tarafında bu tartışma daha bir sesli yapılıyor. Papa XVI. Benedict zorunlu vaftizi dayatmadığı sürece ben de bu endişeleri paylaşacağım. Ben bir federal milletvekili olarak, ateist olduğum halde dedim ki, "Mecliste benim gibi 'putperestler' için hak olan nedir ki? Bazı müstesna durumlar için, birilerini memnun etmek için, siz papalar kendi kafanızdan özel fetvâlar verebiliyorsunuz, bu Kutsal Baba çok ucuz bir adam olmalı." Nietzsche'nin utanmaz Anti – Protestanları klasik bir yapısızlaştırma tarzında hizmet veriyorlar, bu arada Heidegger'den Derrida'ya bütün türevler de türedi. Haksız mıyım?
Heidelbergli Michael Buselmeier, Hamburg'da 2010 Ben Witter Ödülü'nü aldı. O'nun konuşması "Poetenladen"de mensur bir şiir şeklinde yayınlandı: "Genug der hehren Töne rief mich / im Licht der Straße liegt mein Lied"... Ben mide ağrısı çeken ve çürük dişleri olan bu yetmiş yaşındaki adamı yıllardır Heidelberg Şatosu gibi yakından tanırım, o şiirleri nasıl yazdığını, ilhâmını nereden aldığını da bilirim. 68 Kuşağı olarak kırılmaya uğradı, Becketts Krapp ile kırık bir şekilde geldi, Ren – Neckar bölgesinden Novalis, Brentano, Eichendorff, Kleist, Hölderlin ve Schlegel'e uzandı... Yeni bir mitolojinin rüyâ gibi romantik ve sonra aşama aşama ilerici bir evrensel şiir... Çünkü: "Ich bin ein autobiographischer Autor. Ein Abseitssteher. Am Rand." Eğer Heidelberg kalbini yitirirse, orada merkez neresi olabilir ki? Tebrikler, tebrikler...
Güneybatılı bu Alman'ın haberini aldığım gün, Poetenladen'de başka bir şiir yakaladım. "Herbstblätter" adlı şiir: "Dich frage ich: an den Bergen, an den Flüssen und Seen / So spurlos bist du verschwunden, hat keiner gesehen … Tränen fließend suche ich dich …" Aschaffenburg'dan Lindau'ya uzanan ve sonbahar esintisine kapılan ağaç yaprakları. Bu adam olağanüstü biri ve cesur bir romantizme sahip, ismi İbrahim Sediyani, Türkiye göçmeni ve burada Aschaffenburg şehrinden. Südkurier gazetesinde O'nun hakkında yazılmış "Konstanz Üzerinde Yabancı Gözler" adlı bir makale okudum. Bu gazeteci, Doğu'nun Karl May'ı. Nasıl ki Karl May Doğu ülkelerini geziyordu ve gezi izlenimlerini Batı toplumu için kaleme alıyordu, İbrahim Sediyani de Batı ülkelerini geziyor ve gezi izlenimlerini Doğu toplumu için kaleme alıyor. İnternet sitesi sayesinde Konstanz'ın Türkiye'de tanınmasına önemli katkıda bulunduğunu söylüyor. O'nun yazdıklarını okuyucuları yorumluyor da. Bir okuyucu şöyle diyor: "Almanya ve İsviçre'de çok güzel eserlerin ve doğal güzelliklerin olduğunu ve Avrupa'nın yalnızca ev ve arabalardan ibaret olmadığını öğrendim." Çok doğru söylüyor.
Bu bizim Türkiyeli Karl May'ımız İbrahim Sediyani, bizleri Batı eksenli Saksonya olarak yaşamış ama şimdi o rûhunu kaybetmiş olan orijinal Dresden'e geri götürüyor, bizlere Hannah Arendt'i anımsatıyor; Hannah Arendt Enstitüsü'ne ismini veren kişiye. O Alman – Yahudî filozof Hannah Arendt ki, bugün hâlâ söylendiği gibi, Rosa Luxemburg'dan çok şey kapmıştı: Çifte ölümün etrafında dolanmak. Noske sizleri selamlıyor. CDU rejimi altındaki Dresdner Enstitüsü ise, bu özgürlükçü sol düşünce sahibi kadının fikirlerine karşı ücretsiz tecavüz merkezidir. Bu üniversite öğrencisi genç kız da, o dönemde âşık olduğu Prof. Heidegger'e kızlığını sunmuştu, fakat sonra ne oldu? Bu adam, daha sonra başlayan Yahudî düşmanlığının ve zûlmünün entelellektüel formattaki öncülüğünü yaptı. İşte bu, Rosa Luxemburg'un isyanı ve adalet arayışıydı ki, bugün utanmadan Elbe Nehri üzerinde O'nun adını anmaktadırlar. Ayrıca Dresden'de başka isim ve iddiâlar ile sürülen siyasî avantajlara da dikkat çekmek gerekir; Georg Elser'in Hitler'e karşı cesur girişiminin gayr-i ahlakî olduğu iddiâsı gibi. Soruya geri dönelim: Ernst Bloch'un Leipzig'de 1957'de başvurduğu yer neden boş kalmalıdır? Bu pozisyon 1990'da güçlendirildi ve bu durum günümüze kadar devam etmektedir.
Bloch'un "Geist der Utopie" (1918) kitabında şöyle deniyor: "Bizim sosyalist düşüncelerimiz yok. Bilakis bizler hayvanlardan bile fâkir kaldık fikir konusunda: Kimin tanrısı mide değilse, onun tanrısı devlettir." Bu işte tıpkı Rosa Luxemburg'un Lenin diktatörlüğüne yönelttiği eleştirinin aynısıdır. Rosa Luxemburg öyle bir özgürlükçü düşünceyi savunuyordu ki, bu düşünce, önce farklı olana özgürlük isteyen bir düşünce metoduydu. Marksizm çerçevesinde gelişen Bloch feylesofluğunun antropolojik getirileri üzerinden yıllar geçti. Bu her zaman Marksizm'e bırakılacak bir düşünce değildi. İnsanı ampütasyonla ayağa kaldırma girişimiydi, ontoloji ve antropolojiyi marksist çizgiye çekme girişimiydi. Marksizm'i yeniden feylesofik yapma girişimiydi. Metafiziği Friedrich Engels'i yanlış anlamakla değil, feylesofik geleneğin algılama biçimiyle kavrama girişimiydi.
Bu bilgiyi Bonner'in "Ernst Bloch oder die Heimat und das Exil" kitabından alıntıladım. Bu bilgiyi ayrıca Kasım 1961'de Bonn'daki üniversite öğrencilerine verdiğim dersten de alıntıladım, ki bu derslerim, 1962'de Münih'te Paul List Yayınevi tarafından "Wider die deutschen Tabus" adıyla kitaplaştırıldı. Her ne kadar Rosa Luxemburg, farklı düşünenlerin özgürlüğünü de savunan bir zenginliğe sahiptiyse de, Bloch felsefesinin karakteri günümüze kadar olduğu gibi geldi ve "gereği yerine getirilmiş" bir felsefe söylemi olarak favori oldu. Leipzig'den Tübingen düşüncesini selamlayan Bonn Konferansı eski ve yeni tüm sancıları yansıtıyordu: Ütopya, Devlet, Tanrı, Rosa Luxemburg, Antropoloji, Ontoloji, Marksizm ve Marskizm'e dayalı düşünce sistematiği... Öbür tarafta ise Nietzsche'nin adı anılıyordu. Bloch Marxist olmadan önce Nietzscheci idi ve hem Nietzscheci hem de Marksist olarak Bloch, bugün bile olmaması gerekendi, neydiyse ve ne olduysa öyle kalması gerekiyordu. Gizli öğretici Bloch, böyle oluştu. Oğlu Jan Robert babasını bir marksist olarak görüyordu ve bu nedenle aralarında çatışma oldu. Onu revizyonist olmakla suçladı. Bloch ise bağımsızlık düşüncesinde ısrar etti, bu, onun siyasî çatışmasının daha derin sebepleri olmasından kaynaklanıyordu.
Metnin Almanca orijinaline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
http://www.poetenladen.de/zwerenz-gerhard-sachsen99-53-ddr-54-orden.htm
HABERE YORUM KAT