Batı’nın Yeniçerileri Bildiri Yazmış!
Şer ittifakı’nın 2004’te Haiti lideri Aristide’ye karşı düzenlediği kampanya ile aynı şer ittifakı’nın 2013 Mayıs’ından itibaren AK Parti’ye karşı yürüttüğü kampanya arasındaki yapısal benzerlik gereğinden fazla dikkat çekici olmaya başlamadı mı?
Batı’nın yeniçerileri bildiri yazmış!
Murat Güzel - Star
Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’ye yaptığı çalışma ziyareti öncesi 100 akademisyenin bu ziyareti “yadırgadıkları”nı belirten bir mektubu Merkel’e göndermelerinin hemen ardından bu kez de hazırlanmasında Merkel mektubuna da katkı sağlamış bazı isimlerin de aralarında olduğu bir grubun hazırladığı ve Türkiye’yi uluslararası planda köşeye sıkıştırmayı amaçlayan, bu yöndeki bir planın bir parçası olarak da okunabilecek bir bildiri ortaya çıktı.
Temelde, 10 Ekim’de Ankara’da vuku bulan “canlı bomba” saldırılarının hemen ardından devleti suçlayan HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve HDP’li yöneticiler ile ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemlerine yaslanan bir bildiriydi bu. Demirtaş, olayın etrafındaki sis perdesi aralanmaya başladıkça saldırının hemen ardından dile getirdiği iddialardan geri adım atmak zorunda kaldı. Saldırıları bir gün önceden twitter’da dile getiren hesapların HDP’li isimlere ait olduğunun açığa çıkması, PKK elebaşlarından Mustafa Karasu’nun “saldırıdan bir hafta önce haberdar oldukları”na dair açıklamaları sebebiyle Demirtaş’ın ilk andaki üst perdeden devleti suçlama tavrından vazgeçmek zorunda kaldığı düşünülebilir. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise Türkiye’yi uluslararası planda şikayet etmeyi alışkanlık haline getirdiği düşünülürse, bu bildiri metninin “görünmez” yazarlarının kimliği biraz olsun açıklık kazanır. Bu noktada bir başka görünmez yazarın da paralel örgüt olduğunu, bu örgütün uluslararası düzeyde Türkiye karşıtı propaganda aygıtının ana bileşeni olmayı sürdürdüğü görülebilir. Paralel örgütün Türkiye düşmanlığı defalarca ispatlandı, bu örgüt defalarca Türkiye karşıtı uluslararası kampanyalar düzenledi, düzenlenen kampanyalara destek verdi. Uluslararası düzeyde Türkiye aleyhtarı bir havanın oluşmasına uğraşan FETÖ’nün bu çabalarında tümden başarısız olduğunu varsaymak aymazlık olur.
Bildirinin noe-con dili
Ancak yine de sözünü ettiğimiz bildiriyi “görünürde” hazırlayanların, bildiri söyleminin iç tutarlılığını ve konu edilen olaylara uyumluluğu pek önemsemedikleri de bildiride benimsenen üstenci üsluptan anlaşılabilir. Bildiri metnini imzalayanlar her ne kadar radikal sol eğilimli imzalar olsalar da, bildirinin içeriği büyük ölçüde Amerikan neo-con’larının dilini andırıyor. Bildiri doğrudan 10 Ekim saldırısının “özne”sinin bulunmasını, itham edilmesini ve cezalandırılmasını değil, uluslararası arenada Türkiye’nin hacir altına alınmasını talep ediyor. Hatta bildiriyi kaleme alanlara göre 10 Ekim saldırısının “olağan şüphelisi” baskıcı Türk hükümeti (belki bu husus dünyanın hemen her yerinde sol eğilimlilerin, her türlü melaneti ‘devlet’ten bilmeleri gibi basit bir husustan kaynaklanıyor olabilir), saldırıya sözümona devlet unsurlarının karıştığı iddiaları ve bu iddiaların araştırılması gerektiği bildirinin ana savı. (Oysa biz bu gülünç savı Türkiye’de paralel yapı, HDP sözcüleri ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından defalarca dinlemiştik.) Türkiye’yi ve Türk hükümetini BM komisyonlarına havale etmeyi öneren, Türkiye’nin diğer devletlerle yaptığı ikili ve çoklu anlaşmaların askıya alınmasını isteyen bir metin bu.
Judith Butler, Etienne Balibar, Marianne Hirsch, Başak Ertür, Meltem Ahıska, Elena Loidizou, Ayça Çubukçu ve Zeynep Gambetti’nin birlikte hazırladığı metnin can alıcı noktası elbette dünya halklarının sözümona “Otoriter ve gayrımeşru bir rejime direnen Türkiye halklarıyla uluslararası dayanışma” çağrısı. Türkiye’deki rejimin nasıl ve ne zaman “gayrımeşru” ve “otoriter” olduğuna ilişkin herhangi bir açıklama içermeyen bir çağrı. Bu “gayrımeşruluk” ve “otoriterlik” suçlamasının nasıl yapıldığı kadar niye yapıldığı da metin içinde belirsiz. Bu sebebi ancak metnin ruhundan yola çıkarak bulabiliyorsunuz. Türkiye’ye yönelik IŞİD ve PKK terörünü hiç görmeyen ve hatta bunu “otoriter ve gayrımeşru bir rejime direnme”ye indirgeyen bir bakış açısı bu metnin ruhunu oluşturan şey. Belli ki PKK terörünü meşru göstermek için yapılmış “alışıldık” suçlamalar bunlar. (Bu suçlamalara niçin “alışıldık” dediğimiz konusuna birazdan geleceğiz.)
Bu çağrıyı yapan Judith Butler, Etienne Balibar, Elena Loidizou gibi ABD’li, Fransız, Yunan akademisyenlerin Türkiye’de süregelen siyasal çatışma ortamı hakkında yeterli bilgi sahibi olmadıklarını, olsalar bile bunu umursamamalarını bir yere kadar anlamak mümkün. Ancak Ayça Çubukçu, Meltem Ahıska, Başak Ertür, Zeynep Gambetti gibi “görünürde” Türkiyeli akademisyenlerin bu bildiri metninin oluşturulmasına verdikleri katkı yeterince düşündürücü. Bildiriye imza atan Türkiyeli akademisyenlerin PKK terörünü “direniş” olarak adlandırma çabasına da katkı verdiklerini savlamak bu açıdan aşırı bir yorum değildir. Ünlü tarihçi Halil Berktay’ın “Batı’nın Türkiye’deki implantları” olarak adlandırdığı bu isimleri çok ciddiye almanın şu aşamada Türkiye’deki demokratik mücadeleye fazlaca bir katkısı olmayacaktır. Hatta, terörü de alt etmeyi amaçlayan demokratik mücadele ufkunun bu tarz “mankurtlar”ın eleştirisine mazhar olması, doğru yolda olunduğunun başka bir işareti sayılsa gerektir.
Muktedir beyazlar’
Bu akademisyenler, Cemil Meriç’in yerinde deyimiyle “Batı’nın yeniçerileri” olmaktan öte, ülkenin kültürüne, bilimsel bilgi birikimine, düşünce ortamına herhangi bir katkı vermemişlerdir. Bundan böyle de vermeleri epey muhal görünmektedir. Angela Merkel’e “yadırgı mektupları” yazan, Türkiye aleyhtarı bildiriler hazırlayan, ABD gazetelerine Türkiye karşıtı ilanlar veren bu akademisyenler ile “Türkiye halklarının” arasındaki kültürel uçurum ve siyasal farklılaşma demokratikleşmenin bundan böyle izleyeceği rotayı da aşağı yukarı belirgin kılmaktadır. “Muktedir beyazlar”ın sözlerini tekrarlayan, onların dudu dili olan bu akademisyenler ile “Türkiye halkları”nın dili arasında ayrışma demokratik süreçlerde bu akademisyenlerin kaybetmeye başladıklarını gösterir.
Türkiye siyasetindeki hiçbir parti, özne ve oluşumun 1 Kasım seçimleriyle ilgili herhangi bir kuşkusu bulunmazken metinde yer alan “şiddetten ve baskıdan arınmış özgür ve açık seçimlerin sağlanması” talebindeki istifham da metnin niyetini daha vazıh bir çerçevede kavramamıza imkan tanıyor. 1 Kasım seçimleri hakkında oluşturulmaya çalışılan istifham ve açığa vurulan “niyet”, Türkiye’nin uluslararası düzeyde vesayet altına alınma girişimini izhar etmektedir.
Zizek’in ‘şer ittifakı’ tasviri
Aslında ABD ve Avrupa’daki bazı aşırı sağcı söylemlerin Türkiye karşıtlığının amaçları ile çoğu radikal sol ismin imza koyduğu bu metnin ruhunun paylaştığı çok şey var. Bu “ittifak”ın ne olduğuna, neyi ve hangi unsurları sarahaten içerdiğine ilişkin düşünürken aklımıza 2004’te Haiti’de ABD ile Fransa’nın ortaklaşa ayarladıkları bir askeri darbeyle alaşağı ettikleri Aristide ve Lavalas hükümeti hakkında söylenenlerin gelmemesi imkansız. 2004’te Haiti’de yaşananları, Türkiye karşıtı bildiride de imzası olan son dönemlerin ünlü pop filozofu, entelektüel sahnenin Elvis Presley’i Slavo Zizek şu sözlerle eleştiriyordu: “Lavalas hükümetini insan haklarrını ihlal eden bir ayaktakımı ve Başkan Aristide’i iktidar delisi fundemantalist bir diktatör diye gözden düşürmek için şer ittifakı... birtakım yasadışı ölüm timlerinden ve ABD’nin parayla desteklediği ‘demokratik cepheler’den tutun, bazı insani yardıma yönelik STK’lar, hatta Aristide’in IMF’ye ‘teslim oluşunu’ kınayan ABD’nin finanse ettiği kimi ‘radikal sol örgütlere kadar uzanan bir şer ittifakı...”
2004’te bileşenlerini Zizek’in son derece özlü bir şekilde tasvir ettiği ‘şer ittifakı’nın Haiti lideri Aristide’ye karşı düzenlediği kampanya ile aynı ‘şer ittifakı’nın 2013 Mayıs’ından itibaren Türkiye’ye (Türkiye’nin IMF’ye tüm borçlarını kapattığı tarih), AK Parti’ye, onun lideri Erdoğan’a karşı yürüttüğü kampanya arasındaki yapısal benzerlik gereğinden fazla dikkat çekici olmaya başlamadı mı? Elbette bir fark var: Radikal sol açısından ülkelerin IMF ile ilişkileri sadece retorik bir eleştiri nesnesidir. Aristide yönetimindeki Haiti IMF’ye teslim olduğu için eleştirilir, Türkiye ise IMF ile alacak-verecek meselesini kapadığı için...
Peki, Aristide’ye yöneltilen suçlamalar “insan hakları ihlali, fundemantalizm, otoriterlik” ile 2013’ten bu yana gerek uluslararası düzeyde gerekse bu “düzey”e yerelden katkı sunmaya çabalayan aktörlerce Türkiye ve Erdoğan’a yöneltilen suçlamalar arasında fazlaca bir fark var mı? Tarih tekerrür eder demişler. Elbette bu deyişi Marx’ın da bu konuda söylediğini göz önünde tutarak ele almalı: Tarihte ilkinde trajedi olan ikincisinde fars olarak vuku bulur... Aristide’nin trajedisini Türkiye’de tekrarlamak isteyen farsın sahne oyuncularının Judith Butler, Etienne Balibar, Slavoj Zizek, Toni Negri vb.’lerinin olması tam da Hegel’in bahsettiği türden tarihsel aklın yeni bir hilesi...
Haiti’nin devrik lideri Aristide’in sözlerini anmanın zamanı geldi: “Muktedir beyazların söylemenizi istediği şeyleri söylemekte bir yerlerde, bir şekilde, küçük ve gizli bir memnuniyet, belki bilinçdışı bir tatmin vardır.” Bu sözleri yorumlayan Zizek, “egemen ideoloji genelde solun Ego-İdeal’i olarak durur” da demişti. Bu noktada bizim söyleyebileceğimiz tek bir şey var: Evet, öyle azizim Zizek, aynen öyle!
HABERE YORUM KAT