1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. KİTAP

  4. Batı’nın suflörlüğüne soyunmak: Amin Maalouf’un Labirent’i
Batı’nın suflörlüğüne soyunmak: Amin Maalouf’un Labirent’i

Batı’nın suflörlüğüne soyunmak: Amin Maalouf’un Labirent’i

Tarihî süreci özetleyen aktarımları didaktik ve doyurucu olsa da nihayetinde modern,temkinli ve dünyanın geri kalanını Batı’nın terbiye ettiği bir hümanizm öneriyor Maalouf.

05 Haziran 2024 Çarşamba 19:27A+A-

Ali Emre, Fokus+ sitesinde yayınlanan yazısında Amin Maalouf'un son kitabı Labirent'i inceliyor. Japonya, Rusya, Çin ve ABD üzerinden Batı'nın hasımlarına fener tutan kitabın, Doğu'ya dair körlük ve perdelemeler de içerdiğini belirten Ali Emre; kurtuluş reçetelerinin bütünüyle Avrupa'ya zimmetlenmesindeki çarpıklıklara da işaret ediyor:


Maşallah! Amin Maalouf, “sahibinin sesi”ne dönüşecek denli bağlanmış artık Batılı perspektife. İçinden çıktığı, tarihini ve hikâyelerini anlatarak üne kavuştuğu coğrafyayı iyice öteleyerek sıvamış kollarını yine. Doğu’nun hasımlarını, Batı’nın düşmanlık ve eziyet ettiği mazlum ve mağdur ülkeleri değil de Avrupa’yı süblime ederek söz almış, alt başlığı “Batı ve Hasımları” olan Labirent’te.

Kitabın iskelesi, Ukrayna-Rusya savaşının patlak verdiği günlerde çatılıyor. Maalouf’a göre, geçmişin travmalarını tetikleyen yıkıcı bir gerilim bu, sonuçları kolayca öngörülemeyecek riskli bir çatışma. Hâlihazırda güçten ve gözden düşmüş görünmekle birlikte âleme asırlarca nizam ve ilham veren Batı’yı Rusya ve Çin ile kapıştırdığı gibi, nükleer felaket senaryolarını da gezegenin alnına yeniden mıhlayıveriyor.

Labirent, dünyayı aydınlatan bir fener ve düzeni tesis eden bir ombudsman vasfı yakıştırdığı Batı’ya, dört önemli hasmını hatırlatarak gövdeleşiyor. ABD’nin bile kaidesinden devrilme tehlikesi yaşadığı bir süreçte, Avrupa’nın küme düşmesini hızlandırabilecek fakat işler ters gittiğinde kendileri de iflas bayrağı çekebilecek adresler bunlar. Buradan hareketle, yeni çatışma ve meydan okumaların kadim kökenlerini bu dört toplumun tarihinden özet görüntüler, dikkat çekici olay ve biyografik yükseltiler seçerek irdeliyor. Fener, süreci ve gelinen noktayı üryan kılıyor; mühim sapaklarda ve dönemeçlerde ise cerbezeli anlatıma sirenler eşlik ediyor.

Mucizevî Japonya’dan Büyük Patron ABD’ye

Günümüzde Batı’ya düşmanlık şöyle dursun, sevimli bir mukallit cehdiyle kalkınma ve ilerleme ülküsüne can veren Japonya ile başlıyor hasımların geçit resmi. 19. yüzyılın sonlarında, sadece tıkıldıkları dehlizden çıkmak için çırpınan komşularını değil; Osmanlı ve Arap müellifleri başta olmak üzere, işgale yahut hakarete maruz kalan birçok ülkenin aydınını da heyecanlandıran İmparator Meji dönemine (1867-1912) çıpa atıyoruz evvela. Batı’ya gönderdiği öğrencilere adanmışlık ruhu aşılayan, yöneticilerle halkı bütünleştiren asabiyeyi bir enerji kaynağına çeviren, sentez gücü yüksek bürokrat ve tüccarları hırslı subaylara kenetleyen bu takımada ülkesi, askerî teknolojiyi devşirip ürettikten sonra, özgünlük iddiasını da boşlamayan göz kamaştırıcı bir ivme yakalıyor. Sahnenin taşrasına itilen Asya’nın yükselen gücü olarak hem alkışlanıyor hem de sürprizlerle dolu ürkütücü bir güce dönüşüyor. Denizin dibinden fırlayıp gürleyen bir uzakdoğu ejderhasının celadetiyle tüm dünyayı ürperten Japonya’nın, bölgedeki onlarca gelişmeyi tetikleyen bu atılımı fazlasıyla manidar şüphesiz. Zira, bir toplumun, asırlarca yakasına yapışan geri kalmışlığını, bir insan ömrü kadar kısa sürede kapatıp başarıya yürüyebildiğinin göstergesi olarak görülüyor bu hamle. Yeri gelmişken, 20. yüzyılın başlarında ışıltısı herkesçe fark edilen bu uyanışın, Abdürreşid İbrahim ve Mehmed Âkif gibi müellifler tarafından da büyük bir heyecanla karşılandığını hatırlamak lazım. Geleneksel kültürünü marjinallikten çıkarıp parlatabilen, cehalet ve yoksulluğun pençesinden kurtardığı çocuklarına haysiyetlerini yeniden kazandıran, Osmanlı gibi “hasta adam” olarak nitelendirilen devletini uluslararası arenada saygı duyulan bir aktör yapan Japonya, tarihin tekerini farklı bir istikamette döndürmeyi başarmış, icraatlarının yeryüzünü titreştirdiğini görmüştü o yıllarda. Birçok alanda büyük bir irtifa kazanan ülkenin, II. Abdülhamid’in de dikkatini çektiğini biliyoruz. Sultan’ın emri ve yakın dostu Goltz Paşa’nın referansıyla Uzakdoğu’ya giden Miralay Pertev Bey, bu konuda üzerinde durulması gereken bir isimdir mesela. Osmanlının son yıllarında sahneyi dolduran bıyıklı Prometheus adaylarından olan bu subay, Japonya’da iki ay, Mançurya’da ise bir yıldan fazla kalmıştı. Samurayların torunlarının, nüfus ve toprak bakımından kendilerinden onlarca kat büyük Çin’i ezdikleri savaşla ilgili tespitlerini detaylıca kaleme almış, Japonya ile henüz diplomatik ilişkileri bulunmayan Osmanlı İmparatorluğu adına elçilik vazifesi üstlenmiş, iki ülkenin yakınlaşmasına katkıda bulunmuştu. Bizzat Japon imparatoru Meiji’den madalya alan Miralay Pertev, payitahta, Sultan II. Abdülhamid için hazırlanan hediyelerle dönmüş ve saraya detaylı bir rapor sunmuştu. Diğer taraftan, Jön Türkler hareketinin başını çekenler de Japon modelini hararetle sahiplenmiş ve Osmanlı topraklarında bir benzerini gerçekleştirmeye çalışacaklarını deklare etmişlerdi.

Askerî ve ekonomik alanda epeyce bir süre göz kamaştıran Japonya; ölçüsüz bir milliyetçilik ve gözünü karartan bir küstahlık eşliğinde kendisi de işgale, zorbalığa, sömürgeciliğe yeltenince iş değişiverdi elbette. Uzakdoğu hünerbazını hayranlıkla izleyen komşuları, şehirlerinin bir bir işgal edilmesi üzerine, önünde eğildikleri ejdere diş bilemeye başladılar. Büyü zamanla bozuldu ve adalardan ana kıtaya abanan Japonya, bir nefret objesine dönüştü. 7 Aralık 1941’de, Pearl Harbor’daki Amerikan donanmasına yönelik saldırı, plansız ve haddini aşan bir güç testi olarak kaldı. Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombalarının inmesinin ardından muhteris ejderin ocağı söndü ve ABD birlikleri o zamana dek hiç işgal görmemiş toprakları istila etti. Ordusuz kalan ve rüyası kâbusa evrilen sarı dev, Maalouf’a göre, dersini zamanında almayı ve başını kaldırmayı başardı. Bu kez ekonomiyi ve Batı modernizmine eklemlenmeyi önceleyerek daha yapıcı ve kalıcı bir başarı yakaladı. Yaratıcı bozgun olarak nitelendirilen savaşın ardından ikinci bir mucizeye imza attığı kabul edilen, bir ara dünyanın üçüncü büyük ekonomisi hâline gelen, rakibi ve katliamcısı ABD’ye sadakatte hiç kusur etmeyen ülke, zamanında çok acılar çektirdiği Çin’e atom bombası atması için küresel efendisine yalvarmakla meşgul şimdi.

Komşuları gibi beyaz olmasına ve ara sıra onlarla hısımlık da kurmasına rağmen, uzun yıllar Batılı milletlerin elindeki tehdit listesinin başında yer alan Rusya; son yüzyıldaki serencamı ve özellikle SSCB deneyimi üzerinden ele alınıyor, Maalouf’un son kitabında. Emekçiler Cenneti başlığıyla röntgeni çekilen kuzeyin heyulası, Japonya’nın Çin’den sonra yendiği ikinci önemli ülke. “Her şeyiyle Avrasyalı olan Hıristiyan Rusya, kendini hiçbir zaman Batılı olarak algılamamıştı.” diyor yazar. Rusya’da gerçekleşen devrimin, Japonya’nın köpürttüğü ırk merkezli bakışı aştığını, çatışmayı daha çok ekonomi, emek, sömürü, yoksulluk gibi kavramlar üzerinden geliştirdiğini belirtiyor. Gerçekten de tarihte ilk kez laik ve enternasyonalist bir öğreti dünyanın her tarafında yayılmış hatta zaman zaman zafer kazanacak bir noktaya gelmişti. Lenin’le bütünleşen başlangıç dönemi coşku ve vaat doluydu, lakin Stalin’in başa geçmesiyle kendi içinde bile büyük hayal kırıklıkları yaşayacak, yer yer kan gölünün içinde sırıtan çehrelerle hatırlanacaktı. Haklı olarak, SSCB’nin hem anti-emperyalist hem de bizatihi emperyalist bir güce dönüşmesinin çok zaman almadığını belirtiyor Maalouf. Nitekim komünizmi destekleyenler de Stalin, Beria, Vişinski, Lissenko, Pol Pot veya Mengistu’yu değil; uzunca bir süre Antonio Gramsci, Oscar Niemeyer, Pablo Neruda, Pablo Picasso, Paul Eluard, Louis Aragon veya Nâzım Hikmet isimlerini anmayı tercih ettiler. Maalouf, diyagonal hamlelerle zenginleştirdiği birçok kitabında yaptığı gibi, olumlu ve övgüye layık kişilerden, gelişmelerden, örneklerden söz ettikten sonra üzücü ve lanetli tarafları, tüyler ürpertici sahneleri de sırasıyla serpiştiriyor kitabına. Dikkat çekici yükseltiler eşliğinde, gerçekten çok canlı ve çarpıcı bir özetin ardından, Rusya’nın soğuk savaşı ve dolayısıyla kendini kaybetmesinin ilk büyük eşiği olarak -komünizmin Vietnam’ı sayılan- Afganistan işgalini işaret ediyor. Afganistan’daki direnişi övmüyor elbette; bilakis, bazı yanlış ve gevşek tutumlar yüzünden siyasal İslamcılığın burada ve periferide yükselişe geçtiğini, bunun da feci sonuçlara yol açtığını vurguluyor.

Uyanışı da cüssesi gibi büyük gürültü koparan, 21. yüzyılda ekonomik üstünlüğünü artık herkesin gözüne sokan, cürümleri de cirminden aşağı kalmayan Çin, her düğünün kamberi olmaya aday şüphesiz. Maalouf, “Çok Uzun Bir Yürüyüş” başlığı altında inceliyor, uzunca bir süre kendini “Orta İmparatorluk” olarak nitelendiren Çin’i. Tarihî süreçteki kırılma ve hamleleri gösteren ayrıntıların anlatımı yine baş döndürücü. Hıristiyan misyonerlerin, Almanya’dan gelen tüccar kılıklı vampirlerin ve özellikle de sömürgeci İngilizlerin doğurduğu bölünme, ayaklanma ve katliamlara değindikten sonra, otuz milyondan fazla insanın ölümüne yol açan kıtlıklara da değiniyor. Mao’nun başını çektiği komünist mücadeleyi ve Uzun Yürüyüş’ü de çarpıcı yönleriyle aktarıyor yeri geldiğinde. 1978’den itibaren Deng Xiaoping ile yaşadığı yeni başlangıcın ardından 2012’de sahneyi ele geçiren Xi Jimping iktidarında ülkenin tekrar Maocu bir karaktere büründüğünü vurguluyor Maalouf. Rusya’nın nispeten gerilemesiyle, Çin’in, dünya sistemindeki iki finalistten biri hâline geldiğini belirtiyor.

Maalouf’un, Batı karşısındaki yerini saptamakta zaman zaman zorlandığı fakat gezegenin hâlâ kültür, teknoloji ve ekonomi alanında süper gücü saydığı Amerika Birleşik Devletleri ise patronluğu başkasına bırakacak gibi görünmüyor tabiî ki. ABD’yi “Batı’nın Kalesi” başlığıyla mercek altına alıyor yazar. Yer yer yanlışlarını, iç çatışmalarını, zulümlerini ve savrulmalarını da göstererek damıtılmış bir ABD tarihi sunuyor okuyucuya. Yeni dünyanın küstah fakat enerjik kovboyunun günah ve sevaplarını kısa tespit ve uyarıcı yorumlarla bezeyerek muhtasar bir ABD panoraması çiziyor. Birleşik Devletler ordusunun 2021’de Afganistan’dan çekilmesini de “felaket” olarak niteliyor bu arada: “ABD felaketten kolay çıktı ama Afganistan çıkamayacak. En ileri ülkenin akıl hocalığı yaptığı Afganistan, bugün gezegenin en gerici yönetiminin postalları altında bulunuyor. İçler acısı bir başarısızlık! Bir trajedi! Bir utanç!”

Reçeteyi Batı’ya Zimmetlemek

Paris’te yaşayan Beyrutlunun, harikulade tespit ve ufuk açıcı yorumlarının yanında, insanlığın geçmişiyle ilgili nihai gözlemi ve geleceğe dair mesajı şu: Batı’ya sistematik bir hasımlık güdenler; zamanla barbarlığa, gericiliğe savrulurlar ve sonunda acziyete düşüp kendi kendilerini cezalandırmak zorunda kalırlar.

En sonda birkaç paragraf ayırdığı “dinle ilişki” meselesinde daha da pervasızlaşan yazar, “Özellikle de ilahi bir referansa dayananlar, insan toplumlarının çoğunu zehirlemekte ve durmadan da kötüye gitmektedir.” diyerek asıl niyetini kitabın tematik evleğinden taşırıveriyor. Sicilini, suç dosyasını sorguladığı ülkeleri unutuyor ve cezayı bir anda başka bir adrese kesiveriyor. Batı’nın göğsünden ve sırtından topladığı hançerleri, dinin kalbine saplamakta beis görmüyor. Çalışkan bir ateşböceği gibi onlarca detayın üzerinde zıplayan Maalouf’un “Arap Baharı” denen, gerekçesi ve sonuçları itibariyle onlarca ülkeyi sarsan, hem Batı’nın emperyalist politikaları hem de güya dişli hasımlarının riyakârlığı yüzünden birçok ülkede kapanmamış yaralar bırakan sürece dikkat kesilmemesi ilginç mesela. Ele aldığı ülkelerin de sorumluluğuyla asırlık bir kangrene dönüşen siyonist işgale ve Filistin direnişine nazar etmemesi, anlamlı. Mancınıkla tarihe fırlatılmış bir vakanüvis gibi Amerikan iç savaşını sayfalarca resmederken; Rusya’nın desteklediği Esed’in Suriye’deki katliamları, Çin’in modern bir barbarlık repertuvarıyla Doğu Türkistan’daki kıyım ve yıkımları hakkında yalnızca tek bir cümle kurması da düşündürücü.

Bu çarpık yaklaşım, hümanizm şalı altında bal gibi sömürge peşrevciliğine soyunan, küresel sevgi ve dayanışmayı bile Roma merkezli ve hıristiyan eksenli kurgulayan Dante’nin işgüzarlığından farklı değil sonuçta. Tarihî süreci özetleyen aktarımları didaktik ve doyurucu olsa da nihayetinde modern, temkinli ve dünyanın geri kalanını Batı’nın terbiye ettiği bir hümanizm öneriyor Maalouf. Batı uygarlığının diğer medeniyet dairelerinden daha fazla evrensel değer ürettiği ön kabulüyle konuşuyor sürekli. Bu değerler, başkalarına düzgün aktarıldığında problem kalmayacak ona göre. Her yerinden kan ve kötülük damlayan Kabil’in karanlığından zoraki bir Habil çıkarma ameliyesi bu. Dünyanın farklı bölgelerindeki toplumlar için dayattığı kurtuluş ve tedavi reçeteleri, sakat bir Garpzedelik doğuruyor gerçekte. Maalouf’un doğduğu topraklara iki karış ötedeki Gazze, göz boyayıcı bu zorbalığa diz çökmediği, daha izzetli bir yol önerdiği için soykırıma maruz kalıyor belki de.

HABERE YORUM KAT

4 Yorum