“Batıda Irkçılık, Ortadoğu’da Katliamlar Yükselirken Türkiye Ne Yapmalı?”
Özgür-Der Bursa Şubesi, Kenan ALPAY’ın katılımıyla “Batıda Irkçılık, Ortadoğuda Katliamlar Yükselirken Türkiye Ne Yapmalı?” başlıklı bir program düzenledi.
Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) Bursa Şubesinin 2016-2017 dönemi alternatif eğitim faaliyetleri kapsamında düzenlenen “Batıda Irkçılık, Ortadoğuda Katliamlar Yükselirken Türkiye Ne Yapmalı?” başlıklı program Mahmut BATUK’un selamlama ve takdim konuşmasıyla başladı.
Programa konuşmacı olarak katılan Kenan ALPAY şunları ifade etti:
İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya gibi ülkeler Afganistan, Irak, Libya ve Suriye coğrafyaları başta olmak üzere Müslümanlara karşı zaten pekçok katliam yapmış; bu bölgelerdeki darbeleri, cuntaları, despotik iktidarları desteklemiş; bunları ayakta tutmak için türlü ayak oyunlarına başvurmuştur. Fakat en azından Avrupa birliği bugüne kadar, bütün sefaleti arkalarında bırakıp Akdeniz’i aşarak mezkur bölgelerden Avrupa Birliği ülkelerine ulaşan insanlara yaşama hakkı tanımaya dönük bir tutum içerisinde olagelmiştir. Günümüzdeyse Avrupa’da öteden beri söylenen, planlanan, yaşanan İslam düşmanlığı bir kez daha ve hızlı şekilde yükselmeye başlamıştır. Avrupa Birliğinin özgürlük, temel insan hakları, demokrasi, tercih hakkı, yaşama hakkı gibi bir takım söylem ve kriterleri bu düşmanlığı belli bir seviyede baskılamaya ve minimize etmeye çalışıyordu. Fakat artık zincirler boşandı ve insanlar doğrudan müslümanlara karşı düşmanlığa teşvik edilmektedir. Irkçı söyleme sahip siyasi hareketlerin yükseliş trendine girdiği; Avrupa’nın farklı noktalarında koalisyon ortaklığına kadar yükseldikleri veya cumhurbaşkanlığına aday olabildikleri görülmektedir.
Tam da bu süreçte, 16 Nisan referandumuyla ilgili olarak Türkiye ve Avrupa Birliği arasında yaşanan bir kriz söz konusu. Türkiye yetkililerinin Hollanda’daki programlarına izin verilmemesi Hollanda’da seçimler olduğu bahanesiyle gerekçelendirilmeye çalışıldı. Oysa sadece Türkiye’de değil Avrupa Birliğinde, özellikle uluslararası anlaşma olarak bilinen Venedik Antlaşması gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi birtakım temel hak ve özgürlükleri teminat altına alma noktasında karara bağlanmış uluslararası metinlere de uygun bir talep söz konusuydu. Ancak bir taraftan Hollanda, Türk Dışişleri Bakanının gelişini yasakladı, öbür taraftan karayoluyla Almanya’dan ülkeye geçmeye çalışan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanının önü kesildi, hatta sınırdışı edilmeye çalışıldı ve böylece bir kriz büyüdü.
Türkiye’nin haklı olduğu kesin; çünkü böyle bir hak kanunen teminat altına alınmış durumda. Ancak belki Türkiye uzun bir dönemden, özellikle 2013’ten beri Avrupa’yla ciddi bir kriz yaşıyor. Krizin temelinde ne olduğu malum: önceden Türkiye-Avrupa Birliği ilişkisi bir ast-üst ilişkisiydi; Avrupa amir, Türkiye memur pozisyonundaydı adeta ve Avrupa sürekli sürekli had bildiren, çerçeve çizen bir konumdaydı. Ancak Türkiye’nin ekonomik ve siyasi anlamda belli bir yere gelmesinden itibaren Türkiye artık belli konularda Avrupa’yla pazarlık yapmak, gerektiğinde Avrupa’ya kendi hukukunu, yasalarını hatırlatarak, onun tutarsız, çifte standartlı davrandığı, ahlaki bir tutumdan yoksun olduğunu ifaede ederek Avrupa Birliğini sorgulamaya başladı. Tabii ki Avrupa Birliği/Batı açısından bu öyle kolay kolay kabul edilecek bir durum değildi. Sürekli emir/talimat vermeye alışmış olan ve kendisini dünyanın merkezinde konumlandıran bir hegemonyanın ve daha dün ekonomik ve siyasi anlamda destek verdiği Türkiye gibi bir ülkeden bu yönde çıkışlara maruz kalması herhalde Avrupa Birliği açısından psikolojik ve siyasi bir buhranın sebebi oldu.
Artık Türkiye Avrupa’yla ilişkilerinde sadece kendi adına konuşan bir ülke değil; Avrupa Birliği Flistin, Mısır, Irak vb. bölgelere ilişkin tavırları nedeniyle sorgulanıyor. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, gazeteci ve yazarlar gerek burada gerekse Avrupa’daki birtakım forumlarda artık Avrupa’yla münasebetleri sadece hesap verme çabası olarak değil aynı zamanda bir hesap sorma, bir muhasebe yapma ve Avrupa’yı kendi içinde bir tutarlılığa davet etme noktasında bir fırsat olarak görüyorlar. Dolayısıyla Türkiye Mısır’daki darbenin de, Suriye’deki katliamın da hesabını da sormaya kalkışıyor; bir noktada kendi bölgesinin ya da kendi toplumlarının maruz kaldığı haksızlıkları Avrupa, hatta Birleşik Devletler ve Birleşmiş Milletler nezdinde gündeme getiren bir ülke.
“Dünya beşten büyüktür.” ifadesi bir slogandır, doğru, ancak bu sloganın belki üç-beş senede değilse de gelecek zaman içerisinde mutlaka ezilen halklar nezdinde ciddi bir karşılığı olacaktır. Bu sebeple Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle ilişkilerindeki kriz salt bir referandum meselesi değildir. Evet, olayın bir boyutudur fakat bunun üstünde bir takım sebeplere dayanmaktadır. Örneğin Avrupa’nın ekonomik anlamda eskisi kadar güçlü olmaması, Yunanistan’ın resmen iflas etmiş olması, Polonya, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan gibi ülkelerin çok ciddi anlamda ekonomik zaaf içerisinde olması krizin temel sebepleri arasında sayılabilir. Bununla birlikte İspanya II. Dünya Savaşından beri görmüş olduğu en büyük işsizlik oranıyla karşı karşıya. İtalya için de durum pek parlak görünmüyor. Bu durum elbette sayılan ülkelerin yoğun bakıma girmiş, terminal evredeki hastalar oldukları anlamına gelmiyor ancak Avrupa Birliğinin, Avrupa’nın ekonomik, siyasi, iktisadi şartlarını düşündüğümüzde II. Dünya Savaşı sonrası girmiş olduğu en önemli buhranın içerisinde olduğu görülmektedir ve tabii ki daha önceki kriz dönemlerindeki gibi sağcı, içe kapanmacı ve bununla birlikte yabancı düşmanlığını teşvik eden söylem ve siyasetler karşılık bulmaktadır.
Yine de Türkiye’nin bu krizle ilgili söylemi/politikası doğru muydu? Evet, Türkiye haklıdır fakat acaba daha yumuşak bir siyaset izlenemez miydi? Bu soru Avrupa’ya olan sevgi ya da hayranlığımızdan kaynaklanmamaktadır ya da Avrupa olmazsa Türkiye’nin bir açmazın/krizin içerisinde boğulup gideceği yönünde bir kaygımız yoktur. Fakat Avrupa’nın Türkiye tarafından, haddinden fazla hırpalanması, Avrupa’yla ilişkileri kesilmesi halinde aradaki boşluğu Rusya’nın ve Amerika’nın dolduracağı, Türkiye’ye karşı Amerika’nın ve Rusya’nın daha güçlü bir baskıyla dikileceği yönünde bir endişemiz söz konusudur. Avrupa netice itibariyle bütün tutarsızlıklarına, bütün çifte standartlarına rağmen Amerika ve Rusya’yla kıyaslanamayacak kadar standartları yüksek bir siyasi iklim sunmaktadır.
Örneğin Rusya sadece gelip Türkiye’deki Çeçen muhalifleri öldüren bir ülke değildir; dünyanın her tarafında cinayet işler ve bu cinayetleri inanılmayacak derecede açık ve kaba yöntemlerle işler. Ukrayna’da her gün bir muhalif siyasi partiye dönük bir sabotaj yapılıyor; ülke resmen ikiye bölündü ve doğalgaz, ekonomi ve askeri birtakım tezler üzerinden çok ciddi manada bir abluka altına alınmış durumda. Dolayısıyla Rusya öyle çok da karşı karşıya kalınmayı arzu edilecek bir ülke/güç değildir. Halep’te, Suriye’nin değişik bölgelerinde hastane vurdu, fırın vurdu, okul vurdu, cami vurdu, mülteci kampı vurdu. Rusya acımasız, barbar bir rejimin adıdır ve bu yeni bir olgu değildir. Sadece Putin döneminde değil, Sovyetler birliği, Stalin döneminde, çarlar döneminde de vaziyet buydu. Çünkü emperyal siyaset önünde hiçbir kural, kaide, ahlaki ilke, inanç vs. tanımamaktadır.
Bu süreçte Avrupa Birliğiyle ilişkileri germek iyidir. Ancak bu gerilimin kontrollü gerilim olması şartıyla... Eğer Türkiye Hollanda’ya dönük en ağır yaptırımları uygulayacağını ifade ettikten sonra hiçbir şey yapamadan, birkaç yüzeysel gerekçe açıklayıp nihayetinde İstanbul’la Rotterdam arasındaki kardeş şehirlik anlaşmasını iptalden öteye gidemezse tüm o meydan okumalar boşa gideceği açıktır. Türkiye’nin bu kadar yüksek sesle, sert, sivri, keskin bir söylem yerine belki daha söylem itibariyle yumuşak fakat fiilen (ekonomik, siyasi, askeri, ticari) tedbirlerini sahada bire bir uygulamasında fayda olurdu. Avrupa birliği nezdinde, bir siyasi anlamda, iki toplum kesimleri anlamında bu söylemlerin, Türkiye’nin hilafına işleyecek birtakım kapıları açtığı görülmektedir.
Örneğin PKK, Almanya ya da Avrupa Birliği yasaları çerçevesinde resmen bir terör örgütü olarak tanımlanmaktadır. Ancak Türkiye bakanlarının konsolosluk bahçesinde yapacağı konuşmayı engellemek için karşılarına ordu birliklerininin dikildiği bir vasatta PKK Berlin’de istediği gibi slogan atıyor, pankart açıyor, yürüyüş yapıyor. Avrua “Ben zaten PKK’nın arkasında duruyordum ama bundan sonra daha açık biçimde duracağım.” mesajı veriyor. Yetmiyor, bu olayların zirve yaptığı bir dönemde Almanya istihbaratı Türkiye’nin, Gülencilerin 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili sunduğu delillerin inandırıcı olmadığını Gülen hareketini bir sivil toplum örgütü olarak görmeye devam ettiklerini açıklıyor.
Avrupa sadece 15 Temmuz darbe girişimine karşı tepkisiz kalmakla yetinmemiş, darbe girişimi başarısız olduğu için üzülmüştür. Darbe girişimin ardından “Erdoğan bizim müttefiklerimizi, bürokrasideki müttefiklerimizi tasfiye ediyor.” diyerek öldürülenlere değil öldürenlere, onlarla beraber hareket edenlere sahip çıkmıştır. Muhtemelen yakın gelecekte de Türkiye’deki iç hukuk yolları tükendikten sonra, Gülenciler hilafına verilmiş birtakım mahkeme kararları AİHM tarafından onlar lehine bozulacak ve Türkiye milyarlarca liralık yaptırımlarla karşı karşıya bırakılacaktır. Demek ki Avrupa Türkiye’ye karşı hala çok sayıda argümana sahip. Daha önemlisi, Avrupa’da milyonlarca kardeşlerimiz, akrabamız, vatandaşımızı zor günler bekliyor olabilir. Vaka şu ki bizlere, coğrafyamıza haksız, gayri hukuki, çifte standartlı bir uygula söz konusu ve devamı gelebilir, şiddeti artabilir, kapsamı genişleyebilir. Bu da ister istemez bizleri onlar karşısında daha zayıf bir pozisyona düşürebilir.
Batı böyle bir batı ve ortaya çıkarmak istediği Irak ve Suriye de böyle bir Irak ve Suriye: daima kendi içinde çatışan, enerjisini tüketen, batının kullanımına/hegemonyasına açık. Bu kadar cinayet işleniyor fakat Amerika ve Rusya’nın Suriye için geliştirdiği tek bir politika var: PKK’ya muhakkak devlet kurdurmak. Bunun için bölgedeki Arapları, PKKlı olmayan Kürtler ve Türkmenler yüzbinler halinde tehcir ediliyor. Bunların malına-mülküne de olduğu gibi el konuyor.
Norveç başta olmak üzere Yunanistan’dan Almanya’ya kadar, buradan kaçan darbeci subaylar, polisler, istihbaratçılar, hakim ve savcılar orada kalıyorlar. Avrupa Türkiye söz konusu olduğu için değil ama Türkiye’de Osmanlı’dan, Selçuklu’dan gelen tarihi devlet/siyaset/diplomasi geleneğini gördükleri için Türkiye’ye karşı mutlaka onun güçsüz, kuvvetsiz ve her an yönetilmeye, manipülasyona açık bir ülke olmasını istiyorlar. Bugün Gürcistan’a serbest dolaşım hakkı tanıyan Avrupa, Türkiye için hali hazırda vize talebinde bulunan Türkiye vatandaşlarının sosyal medya hesaplarını inceleyeceğini açıklıyor. Burada temel sıkıntı Türkiye’nin Amerika, Rusya ve Avrupa Birliği açısından potansiyeli yüksek bir ülke kategorisinde olması.
Onlar bizi 15 Temmuz’da vurmak istediler ancak, hamd olsun, onların buradaki Gülenci maşalarını kırdık. Şimdi yargıda, emniyette, istihbaratta, askeriyede, diplomaside, eğitimde ve medyada devam eden temizlik Avrupa ve Amerika’nın manevra alanını daraltmak demektir. Bu kez de PKK ya da Gülenciler üzerinden beceremediklerini daha çok Suriye üzerinden becermeye çalışmaktadırlar. O yüzden Türkiye Suriye politikasını çok ciddi manada gözden geçirmek durumundadır. Türkiye darbe girişiminden bir ay sonra Fırat Kalkanı operasyonunu başlattı ve bu operasyonda Türkiye önce Mümbiç’i PKK’dan temizleyeceğini beyan etti. Kürtlerin olmadığı bu bölgeye PKK Amerika tarafından yerleştirmişti. O dönem Amerika’nın başkan yardımcısı olan Joe Biden Türkiye’ye geldiğinde PKK’yı Fırat’ın doğusuna kendilerinin göndereceğini belirterek Türkiye’den Mümbiç’e müdahale etmek yerine Dabıkve Bab bölgesine yönelmesini istedi. Zira 1) PKK’yla Özgür Suriye Ordusu karşı karşıya kalırsa Amerika’nın Suriye’deki en önemli dayanağı olan piyade gücü kırılacaktı ve 2) bunun yerine hem ÖSO’nun, hem de Türkiye’nin kırılabilmesi için onları IŞİD’le karşı karşıya bırakmak gerekliydi. Buna rağmen Türkiye Dabık ve Bab’da başarılı olup Mümbiç’e yürüdüğünü söylediğinde tüm PKK karargahlarının Amerikan bayrağı çekildi, diğer bölgede de PKK’nın sınır hatlarını Rus ordu birlikleri korumaya başladı. Normal şartlarda iki emperyal güç olarak birbiriyle çatışması gereken Rusya ve Amerika’nın en önemli ortak paydaları, Türkiye’ye karşı olan tutumlarıdır.
Peki Türkiye’nin yapabileceği bir şey var mı? Türkiye PKK’yla savaşırken aynı zamanda Esed, Amerika ve Rusya’yla da savaşmaktadır. Ancak bu kadar güçle Türkiye’nin tek başına savaşma imkanı, gücü yoktur. Bu nedenle sadece askeri ve stratejik açıdan değil, ahlaken de Türkiye’nin yapması gereken, bölgede gerçek dost ve müttefik olacak İslami direniş örgütleriyle bazı pozisyonları paylaşmaktır. Eğer Almanya, Amerika ya da Rusya Türkiye’ye karşı PKK’yı, Esed rejimini ya da Şebbihayı silahlandırıyorsa onun da doğal olarak kendisiyle beraber olanları silahlandırmak gibi bir hak ve sorumluluğu vardır.
“Hani üç ay sonra Erdoğan Ümeyye Camiinde namaz kılacaktı?” diye soranlar neden yedi senedir hala oradaki İslami direnişi kıramadıklarını izah edememektedir. Bugün Hama’da mücahidler bir taraftan İran ordusu, bir taraftan Esed rejimi ve bir taraftan Rusya hava bombardımanına rağmen ilerlemektedir ve neredeyse Hama’daki askeri üssün bulunduğu havaalanını ele geçirmek üzeredir. Guta’da, Kabun’da kuşatmayı yarıp Şam’ın merkezinde büyük birtakım ilerlemeler kat etmiştir. Ama sadece ilerlemekle olmuyor, oralarda tutunabilmek için ağır silahlara ihtiyaç vardır. Onlar eğer Rakka’dan, İdlib’den, Bab üzerinden PKK ya da başka bir unsurlarla Türkiye’yi vurmaya, tuzağa düşürmeye çalışıyorsa o halde Türkiye de savaşı o bölgelerle kayıtlamamalı, kendi istediği, kendisini güçlü gördüğü bölgelere kaydırmanın yolunu araştırmak durumundadır. Bunun bedeli yok mudur? Elbette vardır ama zaten şu ana kadar ödediğimiz bedel de az değildir.
Referandum konusu değişikliğin dört dörtlük olduğunu söyleyemeyiz. Mevcut askeri yapı ve darbe anayasasının değiştirilmesi, mevcut sistemin daha işlevsel, fonksiyonel, daha hızlı bir yapıya kavuşması için, aynı zamanda Avrupa ve Amerika’nın bu denli açıktan hayırcıları teşvik ettiği bir ortamda evet çıkmasının daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Yine de hayır oyu kullanacak olanları ihanetle suçlamak, FETÖ veya PKK’yla eşitlemek doğru değildir. Eğer toplumun bir kısmını tercihlerinden dolayı gayri meşru bir alana itilirse o zaman referandum sonrasında da tartışmalar bitmeyecektir. Zira bu tür keskin söylemler Türkiye’yi kendi içerisinde siyasi ve toplumsal açıdan zayıflatır. Türkiye’nin birtakım gerçekleri var: Türk ulusçuları var, ulusalcıları var, Alevi kesimler var, sekülar kesimler var. Bunlar yok edilemeyeceğine ve zaten yok etmek fikri doğru olmadığına göre, onları gelecek on ila otuz yıl içinde tamamen ikna edemeyeceğimize göre onlarla birlikte bir arada bir siyaseti geliştirmenin yol-yöntemini aramak ve bulmak durumundayız. Burada da daha çok adım atması, gayret sarf etmesi gereken ahlaki ve hukuki anlamda meşruiyeti yüksek olandır. Mesela Irak ve Suriye nasıl bu hale geldi? Büyük bir oranda kendi iç çekilmeleri nedeniyle... O halde o ulusçu söylemleri daha çok ahlaki ve İslami bir zemine çekerek toplumun İslami, ahlaki, tarihi geçmişini göz önünde bulundurarak onları meşruiyet dairesine dahil etmek gerekir. Bu bizim kemalizmle, ulusçulukla, ulusalcılıkla hesaplaşmamıza son vermemiz anlamına gelmez. Sonuna kadar hesaplaşma devam etmeli ancak hesaplaşma hukuki ve ahlaki zeminde sürmelidir. Kalkıp da toplumun bir kesimi etnik ya da mezhebi kimliğinden ötürü toplum nezdinde kötü bir pozisyonda addedilirse bu başarılamaz.
Güç elbette önemlidir; gücümüzü, kudretimizi göz önünde bulundurmak durumundayız ancak gücümüz kime yetiyorsa onunla mücadele ederiz dersek bu da siyaset açısından, toplum ve gelecek açısından çok doğru olmaz. Dolayısıyla Türkiye’nin daha makul, hesaplanmış bir siyaset tarzına ihtiyacı vardır. Bunun için referandum sürecini de değerlendirmek gerekir; karşı tarafın tabanını tahkir edici değerlendirmelerde bulunmamak gerekir. Siyaset ve siyaset tarzı eleştirilmelidir ancak karşı taraf tabanının duygu ve düşüncelerini daha önce bize yapıldığı gibi gerici, bidon kafalı vb. söylemlere benzer şekilde aşağılamamak gerekir. Sözün sadece doğru olmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda güzel, merhamet duygusuyla söylenmesi, istikrarlı bir biçimde pratiğe dönüşmesi, ahlak haline gelmesi gerektiğini hatırlamalıyız.
HABERE YORUM KAT