Başörtüsü ve içgörü
Bir zamanlar bana psikiyatr bir arkadaşım anlatmıştı.
Gelen hastaya sorarlarmış, “sen buraya niye geldin?”
Eğer hasta, “şöyle şöyle dertlerim var, iyileşmek için geldim” derse, bu hastada “içgörü” olduğuna, kendi durumunun farkına varabildiğine ve hastalığının çabuk tedavi edilebileceğine karar verirlermiş.
Yok eğer hasta, “benim hiçbir şeyim yok, beni tutup buraya getirdiler” derse, kendi durumunu kavrayamadığını düşünüp hemen hastaneye yatırırlarmış.
Hastanın ruhsal vaziyetini en iyi ele veren ölçülerden biri, hastanın kendi durumunu algılama yeteneğiymiş.
Şimdi bir düşünün, bize tarih derslerinde en çok anlatılan alaycı hikâyelerden biri, “İstanbul kuşatıldığında Bizanslı papazların bir iğnenin ucunda kaç meleğin bulunduğunu” tartışmalarıydı.
Bizanslı papazların “manasız” tartışmalarıyla dalga geçen bu ülke, bugün “kızların saçının kaç teli gözükürse laikliğe zarar gelmez” tartışması yapıyor.
Ve, bunun gülünçlüğünün farkında değil.
Hastada “içgörü” yok anlayacağınız.
Laiklikle, saç teli arasında bir ilişki kurabilen bir ülke.
Üniversiteye giden kızlar saçının “telini” gösterirse “laik” olacağız, göstermezse laiklik elden gidecek.
Gülmeyin, biz bunu ciddi ciddi tartışıyoruz, bazı siyasi partiler “görünecek tel miktarı” hakkında açıklamalar yapıp, o saç teli sayısından politika üretmeye uğraşıyorlar.
Laiklik, kızların başını açmaktır sanıyorlar.
Tam tersine.
Laiklik, kızların saçına devletin hiç bir amaçla karışmamasıdır.
Laik bir devlet, dine müdahale etmez.
Bir devletin kızların başını dini amaçlarla “zorla” örtmesiyle, bir başka devletin “din korkusuyla” kızların başını zorla açması aynı şeydir.
İkisinde de devlet dine müdahale etmiş olur.
Hâlbuki laik devletlerde “din alanı” devlete tümüyle kapalıdır, hiçbir şekilde o alana giremez.
Saç teliyle uğraşmak, laiklik değil hastalık.
Üstelik bunun bir hastalık olduğunun bile farkında değiliz.
Aklımızı “saç teline taktığımız ve bunun en büyük sorunumuz olduğunu sandığımız” için doktora gitsek de, doktor “niye geldin” dese, “bir şeyim yok, güzel güzel saç telini tartışıyorduk, bizi alıp buraya getirdiler” diyeceğiz.
Doktor da bizi hastaneye yatıracak.
Niye hasta olduğumuzu Freudyen bir metotla araştırıp, çocukluğumuzu kurcalayınca da “ceberut bir devlet baba” figürüyle karşılaşacak.
Bizim devlet kurulduğu ilk andan itibaren her şeyi toplumdan daha iyi bildiğine inanarak, kendince “iyi bir toplum yetiştirmek” için baskı yapmaya koyulmuş.
Dinine, ırkına, inancına, fikrine karışmış halkın.
“Atatürk’ün ilke ve inkılâpları” dedikleri “kutsal” bir ölçü var ellerinde, halk bu ilke ve inkılâplara uygun olacak.
Nasıl bir halk olacak o?
Atatürk’le çevresindeki İttihatçılara benzeyen bir halk.
Kendi “mükemmelliklerinden” o kadar eminler ki bütün halkın da kendileri gibi olmasını istiyorlar.
Allah’a inanacaksın ama öyle fazla dindar olmayacaksın, namaza niyaza çok aldırmayacaksın, kadınların başını örtmeyeceksin.
Kürt’sen Kürt olduğunu söylemeyeceksin, “sen kimsin” dendiğinde “ben Türk’üm” diyeceksin.
Solcuysan, Kemalizm kadar solcu olacaksın, devlete tapacaksın, Marx’a falan hiç bakmayacaksın, değişim peşinde koşmayacaksın, rejimi değiştirmeyi aklından bile geçirmeyeceksin.
Aleviysen, Alevi olduğunu saklayacaksın.
Bu “ilke ve inkılâplara” aldırmazsan hapsi boylayacaksın.
Türkiye’nin “çocukluk hastalıkları” bunlar.
Artık büyüdük, halk gelişti, dindar dininin, Kürt Kürtlüğünün, Alevi Aleviliğinin, Marksist Marksistliğinin farkında.
Halk büyüdü de devlet bir türlü büyüyemedi, elinde bir tutam saç bir köşede hâlâ onunla oynuyor.
Onun için, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını Atatürkçülere bırakıp devleti yeniden kurmak zorundayız.
Dindarın dindar, Kürt’ün Kürt, Alevinin Alevi, solcunun solcu olduğu bir toplum başka türlü burada rahatça yaşayamayacak çünkü.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT