1. YAZARLAR

  2. Hilal Kaplan

  3. Başörtülü kadınlar ve taciz
Hilal Kaplan

Hilal Kaplan

Yazarın Tüm Yazıları >

Başörtülü kadınlar ve taciz

10 Şubat 2010 Çarşamba 12:16A+A-

Geçtiğimiz hafta Emine Erdoğan’ın başörtülü bir Başbakan eşi olduğu için GATA’ya Nejat Uygur’u ziyarete gitmesinin nasıl engellendiğini konuştuk. Bu vesileyle başörtülü kadınlar ve hâlen süregelen yasak tekrar hatırlanmış oldu. Ülke kadınlarının aşağı yukarı yüzde 65’inin başörtülü olduğu düşünülürse kadınların eğitim ve çalışma hayatından dışlanması yönünde toplumsal açıdan ne kadar zarar verici bir yasakla karşı karşıya olduğumuz çok açık.

Yalnız tüm bu veriler bir yana, Türkiye’de “başörtülü kadınlar” tamlaması içine sığdırılan ne kadar çok kadın var farkında mısınız? Soruyorum çünkü ‘tehlikenin farkında olmak’tan buna vakit bulamayan pek çok insan var.

Sahi kim bu “başörtülü kadınlar”? İki tırnak arasına sığıyorlar mı gerçekten?

Üzerine en çok alan çalışması yapılan, en çok şehir efsanesi üretilen, en çok yargılanan, en çok savunulan, en çok aşağılanan, en çok yüceltilen toplumsal gruplardan biri oldukları kesin ama hakikaten kim bu başörtülü kadınlar?

Sesimiz pek çıkmıyor diye adlarımız da mı yok sanıyorsunuz?

Peki ya hikâyelerimiz?

Hikâyelerimizi dahi öğrenmeye çabalamadan bizi birer masal kahramanına çevirdiğinizin farkında mısınız peki?

Kiminiz kara çarşaflı öcü masalları anlatıyorsunuz üzerimizden; kiminiz hanım hanımcık prenses masalları...

Kiminiz için yumruğu her daim havada, ağzından sloganlar taşan birer militanız; kiminiz içinse boynu her daim bükük, gözü yaşlı masumlar...

Kiminiz için erebildiğimiz en yüksek mertebe sosyal bilim çalışmalarınızın nesnesi olmak; kiminiz içinse köşe yazılarınızın eğlence malzemesi...

Kiminiz için birer nefret simgesiyiz, kiminiz içinse ‘barbi bebek’...

Kiminiz reçel yapamadığımızdan şikâyetçi, kiminiz jip sürmemizden...

Kiminiz “dindar” diyor bizlere, kiminizse “türbanlı”... Hâlbuki iki sıfatı da atfetmemiştik kendimize ama zaten ‘bizim’ ne istediğimizin hiçbir önemi yok, hiçbir zaman da olmadı.

Oysa ‘biz’ kendi aramızda da pek anlaşamıyoruz aslında, biliyor musunuz?

Kimimiz oldukça milliyetçi, kimimiz oldukça modernist. Kimimiz Osmanlıcı, kimimiz Batıcı. Kimimiz gelenekselci, kimimiz feminist, vb. Bu uçların arasında salınan farklılıklara girmiyorum bile.

Ama bugün size tüm bu farklılıkların yanı sıra “başörtülü kadınlar” diyerek aynılaştırdığınız ‘biz’de ekseriyetle ortak olan bir hissiyattan bahsedeceğim. Yalnız önce bir hikâyeyle başlayacağım çünkü hikâyeler her zaman masallardan daha sahicidir.

Lisans yıllarımda yaklaşık 1,5 yıl yasaksız okudum. Sonra, hani şu her gün ‘adam olmak’ üzerine ahkâm kesen malum kişi bir ‘gazetecilik başarısı’na imza atarak “üniversitede başörtülüler var” diye okulumu jurnalledi. Ardından yasak başladı. Derslere girmeyi reddeden arkadaşlarla okul kapısına bakan bir yerde çay içip sohbet ederken geceleri hepimizin uyumakta zorlandığını ve benzer kâbuslar gördüğümüzü fark ettik. Kâbusumuzda sokak ortasında çırılçıplak kalıyorduk. Kimimiz koşuyordu, kimimiz donakalıyordu, kimimiz sesini dahi çıkaramıyordu ve sonunda bağırarak uyanıyorduk.

Anlayacağınız tüm bu “siyasal simge”, “irticai tehlike”, “kamusal alan”, vb. süslü kavramlarla donatılmış tartışma alanında gözden kaçırılan ağır bir yük var. Devlet bu yasak vesilesiyle kadın vatandaşlarını sistematik ve organize bir biçimde taciz ediyor. Bu yasak kadın ruhunu en derin ve onarılamaz şekilde incitiyor.

Başı açık olmanın neredeyse toplumsal norm olduğu bir zamanda kadınların başını açmasının neden bunca acı barındırdığını anlamakta zorlanabilirsiniz. Ancak başörtüsü, takıldığı andan itibaren, örtünen ferdin kişisel mahremiyet alanına dahil oluyor. Bu yüzden, Suheyb Öğüt’ün de “Çıplaklık, Mahremiyet ve Örtünme Performansları”nda işaret ettiği gibi, başı açık bir kadına mahrem saydığı herhangi bir yerini (kollarını, göğsünü, bacaklarını, vb.) “aç” demekle başörtülü bir kadına “başını aç” demek arasında hiçbir fark yok. Dahası her iki durumda da devlet kendisini vatandaşlarının mahremiyetini ihlal edip, onlara “soyun” emri verebilecek kadar kadiri mutlak olarak konumlandırıyor.

Devlet eliyle yapılan ‘kamusal’ taciz sürdükçe ve mevzubahis zulmü haklılaştıranlar binbir çeşit argümancıklarını ortaya saçtıkça; bu tacizkâr emirle yüz yüze gelen kadınlar seslerini duymadığınız her gün biraz daha yalnızlaşıyor, biraz daha inciniyorlar. Üstelik bu sefer bağırarak uyanacakları başka bir dünyaları da yok.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT