Başkasının Hakkı
Yazının başlığını “başkasının hakkını savunmalı mıyız, yoksa ipleri koparmalı mıyız?” olarak da düşünebilirsiniz. Oysa 'başkasının hakkını savunmak' tercihten öte ahlakî ve ilkesel bir duruş. Hak ve hukuku bir kesime hasredemeyiz, adaleti sadece kendimiz için isteyemeyiz. 80 milyona yaklaşan nüfusuyla güzel ülkemizde farklı inanç, kanaat ve siyasi çizgilere sahip kesimler de yaşıyor. Farklı düşünenlerle ipleri koparmak bir tercih sonuçta ama doğruluğu tartışılır. Böyle bir tercihte bulunmak değerlerimizi sil baştan yorumlamayı gerektirir. Zira kişiliklerimizi oluşturan manevî-ilkesel değerler başkasının hakkını gözetmeyi de emrediyor.
“Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, başkasına da öyle davran” gibi dilimize pelesenk olmuş bir güzel deyiş var. “Dün onlar bize çektiriyordu, bugün de biz onlara çektireceğiz” diyemeyiz. Hem biz dün acı çekerken, oraya buraya atılırken bizimle aynı inanç ve görüşte olmadıkları halde yanımızda saf tuttukları için 'mahalle baskısı' yaşayanlar vardı.
Dün üniversiteleri tek-tip adam yetiştirmekle suçluyorduk. Akademisyenlerin uyduruk gerekçelerle yahut siyasi mülahazalarla uzaklaştırılmalarına isyan ediyorduk. Her devirde oldu böyle şeyler. Başkalarına acı çektirilirken sevinenler de oldu, üzülenler de. Seslerini yükseltenler de oldu, sessizliğin gölgesine sığınanlar da oldu. “147'likler”, “1402'likler”, “28 Şubat'lar”, birbirini takip eden mevsimler gibiydiler, hepsi de geldi geçti. Hayırla yad edilen insanlar var, kötü olarak yad edilenler var, unutulmuşluğun kuyusuna atılmış olanlar da var..
Hayat devam ediyor. Emr-i Hâk vaki olacak biz gideceğiz, çocuklarımız ve onların çocukları bu ülkede yaşamaya devam edecekler. Önümüzde bizi daha neler bekliyor, hayat bize daha neler gösterecek, bilmiyoruz. Son birkaç yılda yaşadıklarımız bile, gelecek kuşaklar için tarihî birer ibret vesikası. Siyaset de değişiyor, bırakın on yılları, aylar içinde, hatta günden güne değişebiliyor. İktidarlar da el değiştiriyor, rejimler de değişiyor. Önemli olan çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakacağımız. Ülkemiz ve gelecek kuşaklarımız için iyi hatıralar, iyi töreler, iyi örnekler bırakmak bir görev. Yarın nasıl anılmak istiyorsak, bugün de öyle yaşamak lazım.
Karl Popper'ın “herkes kendi yaşamının, başkalarının yaşamı üzerindeki etkisinden sorumludur” diye güzel bir cümlesi var. Bu cümle bilhassa karar alma mekanizmalarında olanlar için geçerli. Kamu görevlileri kamu adına aldıkları kararlarda son derece dikkatli, titiz, duyarlı ve hakkaniyetli olmak durumundalar. Kişisel gerekçelerle, siyasi kanaatlerle alınan kararların bir başkasının hayatı üzerinde yıkıcı etkiler yapacağının bilincinde olmak lazım.
Hiçbir toplum erdemler olmaksızın varlığını sürdüremez. Kamuyu ilgilendiren kararların ise toplumun iç bağlarını güçlendirmesine hizmet etmesi gerekir. Etrafımız yangın yeri ve ülkemiz çok kritik bir süreçten geçiyor. Bu yüzden iç bağlarımızı daha da güçlendirmek gibi bir zaruretimiz de var. Öte yandan “adalet”, “emniyet”, “itimat” toplumsal gelişmenin de motoru. Bu ülkeye aidiyet hisseden, ancak farklı fikir ve tasavvurları olan her bir insanımız bizim için ayrı birer değerdir. Dolayısıyla “FETÖ”yle mücadeleye gölge düşüren veya bu mücadeleyi sulandıran uygulamalardan kaçınmak gerekiyor. “Hep birlikte Türkiye olma”nın yolu ülkeye aidiyetimizi muhkem kılmaktan ve milletimiz için bunu güçlü bir enerjiye dönüştürmekten geçiyor. 'Siyaseten' kazanmak kadar 'ahlâken' kazanmanın da ne kadar önemli olduğunu “28 Şubat” sürecinden sonra çok daha iyi anlamıştık. Unuttuk mu?
Yeni Şafak
YAZIYA YORUM KAT