Başkalarının yalancısı ve kendinin yabancısı bir insan!
Gökhan Özcan, insanların kendilerini tanımlarken, çevresindeki ve toplumdaki kişilerin onlar hakkındaki fikirleri ve davranışları etkisinde kalmalarının psikolojik etkilerini sorguluyor.
Gökhan Özcan/Yeni Şafak
Başkalarındaki ben, bendeki başkaları
Kendi hakkındaki kanaatlerini başkalarından devşiren biri dışarıdan nasıl göründüğüne dair göreceli verilere sahip olabilir belki ama gerçekten kim olduğuna dair bir fikir edinebilir mi? Hepimiz hayatın içinde temas halinde olduğumuz insanlara dair bazı fikirlere sahibiz. Ancak bu fikirler sözünü ettiğimiz o insanlarla ilgili olduğundan daha çok bizim onlara nereden baktığımızla, bakarken nasıl bir hâlet-i rûhiye içinde olduğumuzla ilgili. Nitekim pek çoğumuz geçen zaman içinde kişilerle ilgili kanaatlerimizin pek de isabetli olmadığını ve zamanla değiştiğini müşahede ediyoruz. Hayatla ilgili algılarımız gibi, insanlarla ilgili kanaatlerimiz de kişisel ve değişken... Dolayısıyla yanlış görmeye, yanlış bilmeye, yanlış yorumlamaya her zaman sonuna kadar açık olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Madem durum böyle; kendimiz hakkında başkalarının kanaatleri doğrultusunda fikirler oluşturmanın, bu minvalde değerlendirmelerde bulunmanın da aslında yanıltıcı tarafları olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kişinin başkalarının kanaatleriyle kendi hakkında yanlış kanaatler ediniyor olması, kendine yabancı yaşıyor olması demek aynı zamanda. Bu herhalde günümüz insanlarının duçar olduğu en dramatik yabancılaşma biçimi... Başkalarının yalancısı ve kendinin yabancısı bir insan! Nasıl oldu da bu kadar uzaklaşabildik acaba kendi gerçekliğimizden?
“Kendimize olan bakışımızı belirleyen şey başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğüdür. Kimlik bilincimiz bir arada yaşadığımız insanların yargılarına hapsolmuştur. Yaptığımız esprilere gülerlerse eğlenceli bir insan olduğumuza inanmaya başlarız. Bizi överlerse nitelikli biri olduğumuzu düşünürüz. Ve eğer bir odaya girdiğimizde kafalar bize dönmezse ya da ne işle uğraştığımızı açıkladığımızda yüzlerinde sabırsız ve ilgisiz bir ifade belirirse kendimizi değersiz hissetmeye, kendimizden şüphe etmeye başlarız” diyor ‘Statü Endişesi’ kitabında Alain de Botton.
“Üzüm üzüme bakarak kararıyormuş” dedi tabaktaki iki elmadan büyükçe olanı diğerine. “Neyse ki biz pembeyiz” dedi diğer elma hiç oralı olmadan.
Kendi iç değerlerinin, kendine özgü kıymetinin farkında olmayan kimselerin zaman içinde bu kompleksleriyle baş edebilmek için kendine koruma kalkanları edinmesine de sıkça rastlıyoruz. Böyleleri belli statik fikirler ve ezberler üzerinde kişiliklerini sabitliyor, hatta kilitliyorlar. Zihinsel anlamda ulaşılması, nüfuz edilmesi imkânsız karakterler haline geliyorlar. Kendilerini, fikirlerini, duruşlarını kafadan doğru, erdemli, şaşmaz kabul ediyor ve tartışmaya tamamen kapatıyorlar. Bu zihinsel anlamda çevrelerine duvarlar örmeleri ve bu duvarlar sebebiyle dünyayı, hayatı, başka fikirleri, başka açılımları göremez hale gelmeleri demek... Zihinlerinde iskambilden şatolar kurdukları için dışarıdan gelecek her türlü cereyandan endişe ediyorlar. Bu kapalılık zamanla kemikleşiyor ve kendini bir kibir zırhının ardına saklayarak korumaya çalışıyor.
Alain de Botton ‘Statü Endişesi’nin bir başka sayfasında günümüz insanının yaşadığı bu temel çelişkiye ışık tutuyor: “Kendi duruşundan emin olan kişilerin etrafındakileri aşağılamak gibi huyları yoktur. Kendini beğenmişlik ve kibrin nedeni derin bir korkudur.”
Dünyanın karanlık bir yer olduğunu fikrisabit haline getirmeden önce belki de perdeleri açıp dışarıya bir bakmak gerek!
“Bir vakit kulağını aç” dedi meczup, “ama bir vakit de kulağını kapa, can kulağını aç!”
…
Gazze için hassasiyetimizi korumaya, elden geleni yapmaya, bolca dua etmeye devam ediyoruz. Bunu sadece Gazze için değil, insan kalabilmek için de yapıyoruz.
HABERE YORUM KAT