Başıma bir şey gelmeyecekse...
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” sözü için “Cumhuriyet’in yegâne bilgi kuramı” demişti Gökhan Özgün. Bilgiyi yücelten, sorgusuz objektif ve mutlak ilan eden bu kuramın şehvetini ise “Fani ve zamanı kısıtlı bir yaratık olan insan aslında böyle bilgi edinir. Önce bir fikri ya da inancı olur. Bu ona, bir alan, bir bölge, bir istikamet yaratır ve bunun üzerinde ilerleyerek ‘bilgi’ edinir. Edindiği bilgi, sonunda ilk fikrini, inancını pekiştirebilir de, ondan uzaklaştırabilir de” diyerek kaçırmıştı.
Ama Ahmet İnsel’in şimdiden en hakiki mürşit ilan edilen Radikal’deki Ergenekon manifestosunu okuyunca insan artık trafikteki kavgalarda bile karşınıza çıkabilecek Cumhuriyet’in bu en popüler bilgi kuramının şehvetine kapılmıyor değil.
Düşünün bir savcı var;
Bugüne kadar hiç tanımadığımız JİTEM’cileri, Arif Doğanları, Levent Ersözleri; İstanbul’a namları ulaşmamış korucubaşılarını, hükümet muhalifi olduklarını bilemediğimiz SAT komandolarını bulup gözaltına alırken ona inanıyoruz,
2003-2004’te Nokta dergisi yayımlamasa ruhumuzun duymayacağı darbeleri ortaya çıkarırken, eski Genelkurmay Başkanı’nın ifadesini alırken ona inanıyoruz,
Jandarma içinde, gittiğimiz maça asılmış pankart kadar dibimize sokulmuş Cumhuriyet Çalışma Grupları’nı teşhir ederken, Harp Okulları öğrencilerini oturduğumuz apartmandaki özel evlerde darbe için yetiştiren ağabeyleri, ablaları tek tek bulup hesap sorarken ona inanıyoruz,
Bugüne kadar dokunulamamış Veli Küçüklere, İbrahim Şahinlere dokunurken ona inanıyoruz,
Silinmiş darbe günlüklerini, kimse kurcalamasa köşe yazarı olarak okuyup gideceğimiz gazetecilerin bilgisayarlarının hard diskine girip ortaya çıkarırken ona inanıyoruz.
Ama aynı savcı ÇYDD’ye dokununca, artık ona inanmıyoruz. İnanmasak yine iyi, diğer yaptığı her şeyi de töhmet altına alacak şekilde onu Fethullahçı (Yakında bu cemaat üyeleri tek tek bulunup yakılmaya başlarsa şaşırmayacağım), hükümetin muhalifleri sindirme projesinin bir parçası ve İnsel’in yaptığı gibi “zihin polisi” ve “sağcı fırsatçı” ilan ediveriyoruz.
Yani Nasrettin Hoca hikâyesindeki gibi kazanın doğurduğuna inanıyoruz ama öldüğüne inanamıyoruz.
İddianame ne diyor, tam olarak suçlamalar nedir diye bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluveriyor, hatta ve hatta 12. dalga sonrası herhangi bir açıklama yapmamış olan savcılara karşı bir nevi kontra zihin polisliği yapıyoruz.
Bunun için de Vakit gazetesine, Özel Kuvvetler ve MİT raporlarıyla misyoner ve PKK’lı avına çıkan bir grup sahiden fırsatçı sağcı habere ve yoruma bakmak yeterli. Nasıl olsa savcı onlardan, onlar ne yazdıysa gelecek iddianameden ve bütün haberler de savcılık makamından.
Farkında mısınız bilmem henüz Türkan Saylan demeye cesaret edemedim bile.
Başıma bir şey gelmeyecekse, ne Muhsin Yazıcıoğlu’nun ne de Türkan Saylan’ın hümanist olduğunu söylemek istiyorum. İkisi de bu ülkede süren bir kavganın kendi taraftarlarını çok seven ve kendi taraftarlarınca çok sevilen isimleriydi. Ölümleri her ölüm gibi çok üzücüydü. Aileleri için çok üzgünüm. Ama her ikisinin de karşı tarafında bir yerlerde duran üç-beş insandan biri olarak “ya sev ya da cani, vicdansız, kalpsiz ol” zorlamasına da, “sevmek mecburi” totalitarizmine de dikkat çekip, herkesi centilmenlik kuralları içinde kalmaya çağırmak isterim. Yazıcıoğlu’nun helikopterinin Maraş’a düşmüş olmasına manalar yükleyen, Saylan’ın ölümü ardından söyledikleriyle ahlak sınırlarını zorlayanları da.
İşte iki ucunda Vakit gazetesi ile Türk Solu dergisi olan bu siyasi fay hattının tam ortasına oturup aklıselim sahibi gibi keyif çatmak herhalde çok konforludur, halkla ilişkiler olarak da politik doğruculuk olarak da doğrudur. İlk akla gelendir.
Ama mücadele aslında Vakit ile Türk Solu arasında geçmiyorsa, tam da o ortalarda bir yerlerde cereyan ediyorsa, totalitarizmin dili politik doğruculuğun arkasına saklanmışsa, herkesin “ben darbeye karşıyım” dediği yerde ortalık darbe hazırlığından geçilmiyorsa aklıselim bu kez ortayolculuktan çıkmayabilir.
Çünkü saplantılı bir ortayolculuk bilinçli bir cehaleti de gerektirir. Malzemeyi hep siz ortada kalacak şekilde tasnif edersiniz. “Ama”larınıza halel gelmesin diye iki koskoca iddianame ve binlerce sayfalık ek klasörlere kör kalıp “ama”larınıza hizmet edecek uygun malzemeden bilgi ve fikir sahibi olmayı tercih edersiniz. Arjantin, Darfur, Sırbistan yazmak için bile gösterdiğiniz entelektüel çabayı, hakkında manifesto yazdığınız Ergenekon iddianamesine göstermeyip meydanı da “sağcı fırsatçılara” terk etmiş olursunuz.
Aslında bugün önceki günkü cenazeyi izleyen herkesin aklına gelen o soruya bir cevap bulmak için yazmaya oturmuştum. Ne bir minik kuşum var ne de bana haber uçuran derin bağlantılarım. Türkan Saylan’ın evinin neden arandığı sorusuna tümüyle kişisel bir merakla, misyoner ve PKK’lı saçmalıkları dışında 12. operasyonun henüz bir iddianamesi olmasa da mevcut iddianame ve eklerinden bir cevap bulmaya çalıştım.
Buldum da. Hem de Saylan’ın “Bizim daha radikal olmamızı istiyorlardı” sözlerini de haklı çıkartan bir cevap. Ama bugün yazmaya elim varmadı bir türlü. Çok şükür ki yerim de doldu.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT