1. YAZARLAR

  2. Abdurrahman Dilipak

  3. Başbuğ’un son 90 günü!
Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Yazarın Tüm Yazıları >

Başbuğ’un son 90 günü!

06 Nisan 2010 Salı 03:59A+A-

Sahi neden bugüne kadar bu karanlık işlere karışanlar daha önceden askeri istihbarat tarafından tesbit edilip haklarında işlem yapılmadı?

Hani doğrudan, hatta savunmasını bile almaya gerek görmeden ve temyizi, itirazı da olmayacak bir şekilde ihraç imkanı varken, bu kişilere karşı bu yol niye kullanılmadı?
Daha can alıcı bir soru: Yoksa bugün sanık sandalyesine oturtulan kişiler mi, ordudan YAŞ kararı ile ihraç edilen isimlerin daha önceden sicilleri ile oynadı ve YAŞ kararı ile bu kişiler ordudan atıldı?
Yoksa bunlar bu karanlık işlerin içindeki kişiler tarafından önlerinde aşılması gereken bir engel gibi mi görülüyordu?.
Yani YAŞ kirli bir plana mı alet edildi?
ASDER’in bu konunun üzerine gitmesi gerekir.. YAŞ’ın da bu anlamda kararını yeniden gözden geçirmesi, hukuki bir zorunluluk olmasının ötesinde ahlaki ve insani bir borç olur..
Bakalım bu YAŞ’ta, sanık sandalyesine oturtulan askerler konusunda bir karar alınacak mı?
Sanıklar namaz kılmıyor ve eşlerinin de başı kapalı değil. Gerçekten korunmak için bu yeterli mi?
Mesela Başbuğ’un, Tolon ve Ateş’i Genelkurmay’daki toplantıya davet etmesi ilginç değil mi? Hatta şaibeli bir general olan, 28 Şubat Post Modern darbesinin önde gelen isimlerinden Çevik Bir’i sahiplenmesi...
İlker Başbuğ’un ıslak imza konusundaki yaklaşımı, hiç de irtica iddiaları ile ordudan ihraç edilen subaylar hakkındaki yaklaşımına benzemiyor.. Görünen o ki, “biçarelerin günahları öyle büyük, öyle büyük ki, bütün cezalar, suça nisbetle küçük”. Öyle ya, eşi başörtülü bir subay füzeyi nasıl ateşler?. Bilimsel olarak bu mümkün değil, değil mi efem..
Islak imza konusu “irticacı bir subay”la ilgili olsaydı, Allah rızası için söyleyin bana, Başbuğ çıkar bu kadar direnir miydi? O “boru”, “kağıt parçası” bir irticacı subayın evinde ele geçseydi ne olurdu?
Genelkurmay Başkanı, Fikret Bila’ya yaptığı açıklamada, Albay Dursun Çiçek’in hakkında kamu davası açılmadan açığa alınmasının mümkün olmadığını belirtirken, “Kamu davasının açılması bir iddianın ilgili mahkeme tarafından kabul edilmesi demektir. Daha henüz öyle bir şey yok. Ama böyle bir şey olsa da ilgili makamların takdirine bağlı” diyordu. İlgili makam, TSK Personel Kanunu’nun 65. maddesine göre MSB oluyor.. Bu yoruma göre; Çiçek hakkında henüz dava açılmadığı için işlem yapılamaz ve dava açılsa bile bu konu Milli Savunma Bakanı’nın takdirine bağlı. O maddenin “a” bendi şöyle: “Haklarında ölüm veya ağır hapis cezasını gerektiren veya yüz kızartıcı bir suçtan ya da taksirli suçlar hariç olmak üzere 5 yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren bir cürümden veya emre itaatsizlikte ısrar, üste veya amire fiilen taarruz, üste veya amire hakaret, mukavemet suçlarından dolayı kamu davası açılanlar mensup oldukları bakanlıklarca açığa çıkarılabilirler.”
Çiçek, Genelkurmay karargahında çalıştığı için durum böyle. Söz konusu askeri personel Jandarma’da görevliyse bu kez açığa alma yetkisi Milli Savunma değil İçişleri Bakanlığı’nın uhdesindedir. Bu durumda iş dönüp dolaşıp iktidarın iki bakanına geliyor. Peki bu durumda o kadar sanık ortada dolaşırken bakanlık niye bekliyor?. Birinin bu soruya bir cevap vermesi gerek..
Usul böyle de olsa, aslında emir komuta zinciri içinde Başbuğ doğrudan emirle bu işi çözebilir. Ama çözmüyor. Topu başkasına atıyor. Daha doğrusu topu taca atıyor. İlgili bakanlar bu yönde bir tasarrufta bulunmaya kalkacak olursa bunu kurumlar arası bir çatışma gibi gösterecek çevrelerin ekmeğine yağ sürmüş olacak.
İstenirse olağanüstü Askeri Şûra toplanıp, bu konu bir günde çözülür.. Ama çözülemiyor işte..
Bu arada zaman kazanmaya çalışıyorlar. “Bizim hakimler”e iş düşüyor bu arada. Onlar devreye giriyor.. Tahliye. O da olmazsa GATA ya da “Bizim Profesörler”, “Bizim Doktorlar” ne güne duruyor!?.. Zaten “Bizim Gazeteciler” emireri gibi. Kimi çalmadan oynuyor!
Ama artık bunlar da göz önünde. Gizli görüşme zabıtları tek tek internete düşüyor..
Baykal’la görüşüyorlar.. Birileri ile pazarlıklar yapılıyor.. Tehdit, şantaj, rüşvet, her türlü “ikna yöntemleri” devreye sokuluyor. Ama artık bu konuda haddinden fazla ısrar işin tadını kaçırmaya başladı.. İşin içindeki isimler bile kendilerini daha fazla kullandırtmak istemiyor.
Birileri için bazı imtiyazlı statüler uygulanınca, diğerleri de aynısını istiyorlar. O zaman kiminle baş edeceksiniz? Bu taleplere olumlu cevap vermezseniz içeridekiler de başlayacaklar tehdide, şantaja, ağızlarını bozmaya..
Şunu bir türlü kabul etmediler. Hiç şansları yok. Bugün olmazsa yarın, ama bir gün mutlaka, bu iş çözülecek.. Bugün kurtulduklarını sananlar, yarın çok daha ağır şartlarda hesap vermek zorunda kalabilirler.. Onları “Yargıtay’daki dostları bile kurtaramaz”.
Sahi Başbuğ’un kaç ayı kaldı?. Nisan’a girdik, onu sayma, Ağustos da sayılmaz. Mayıs, Haziran, Temmuz.. 90 gün.. 23 Nisan’da ne olacak merak ediyorum. Yine resepsiyon krizi yaşanacak mı? 19 Mayıs’ta ne olacak?. Haziran’da referandum var, eğer Anayasa paketi Meclis’te kabul edilmezse..
Rüzgar gibi geçecek bir 90 gün.. Ve sonra ne olacaksa olacak.. Başbuğ’un veda’sı zorlu geçecek. Yerine gelecek olan da bir fırtına tüneline girmiş gibi, sürece kalınan noktadan dahil olacak.. Zorlu bir Askeri Şûra yaşanacak..
Toplumsal hafızanın 90 günlük periyodlarla şekillendiğini savunur bazı sosyologlar.
Başbuğ için son 90 gün! Başbuğ bu 90 günlük performansı ile hatırlanacak daha çok..
Başbuğ’un son 90 gününü iyi planlaması gerek..
Hemen hatırlatalım: Gideceği yeri bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar fayda sağlamaz.. “Kendi düşen ağlamaz” diye bir söz var bizde.. Gelişmeleri hep birlikte yaşayacak ve göreceğiz.
Selam ve dua ile.

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT