Başbakan ve Narsisizm
Bir ülkede yirmi beş yıl savaş sürerse o toplumun dengesi bozulur.
Bir dağılma, çürüme, kutuplaşma, düşmanlaşma ortaya çıkar.
Bugün bunun bütün işaretlerini görüyoruz.
Devlet dağılmış.
Ordu disiplinini kaybetmiş, bugün emekliye ayrılmış olan generaller görevdeyken açık açık darbe planları yapmış, örgütlenmiş, darbeyi desteklemek için birçok kesimden yandaş bulmuş, çeteler kurmuş, silahlar depolamış.
Devlet dağılırken toplum parçalara bölünmüş.
Darbecileri, dindarların getireceği “şeriata” karşı tek çare olarak gören ulusalcılar, demokrasiden, çağdaşlıktan nefret eder hale gelmiş.
Kendilerine benzemeyen bütün halkı düşman görmeye başlamış.
Ordunun ve darbecilerin kendilerini hedef aldığını anlayan “dindarlar” kendi aralarında bütünleşmişler, cemaatleşmişler, kendilerine benzemeyen herkesten uzaklaşıp, keskin bir savunmaya çekilmişler.
Aleviler, Sünnilerin kıyım yapacağı endişesiyle orduya sarılmış.
Yıllarca işkencelerden, baskılardan, cinayetlerden, katliamlardan, faili meçhullerden, aşağılanmalardan geçen Kürtler, neredeyse bütün Türkleri “düşman” görmeye, herhangi bir Türkün söylediği her lafı “yalan” olarak değerlendirmeye başlamış.
Türkler, bütün Kürtleri “hain, nankör, terörist” olarak yazmış zihnine, onların niye savaştığını, niye dağa çıktığını, onlara Türklerin neler yaptığını aklına bile getirmiyor.
Parçalanmışız.
Nefret ve kuşku ruhumuza sinmiş.
Zaten doğuştan sahip olduğumuz hastalıklar, ruhumuza sızan “güvensizlik ve nefret” zehriyle iyice palazlanıp açığa çıkmış.
Her kesim Narsisizm hastalığına tutulmuş.
Herkes kendini beğeniyor, herkes kendi yaptığını “doğal ve haklı” buluyor, hiç kimse kendi yaptıklarının “karşısındakilerde” nasıl duygular yarattığını fark etmiyor ve hastalığın tipik belirtisi olarak herkes sadece “kendisine yapılanı” görüyor.
Herkes haklılığından, yaptığı her şeyin doğru olduğundan emin.
“Ben ne yapıyorum” diye soran kimse yok.
“O bana ne yapıyor” diye soruyor herkes.
Ve, herkes kendini “mutlak haklı”, karşısındakini de “mutlak haksız” görerek, bir yandan tam anlamıyla bir “kurban” gibi hissediyor kendini, bir yandan da her “kurban” gibi bütün yaptıklarını, bir “kurban” haline getirilmenin doğal tepkisi olarak kabul edip vahşileşmekte sınır tanımıyor.
Savaş, çoktan Kürt-Türk savaşı olmaktan çıkmış.
Savaş, bütün toplumu sarmış.
Ulusalcılar “türbanlı” kızları okullardan kovarak dindarları nasıl yaraladıklarını anlamıyorlar, dindarlar “zapt ettikleri” yerlerde içki yasağı getirerek şehirlilerin “yaşam biçimlerini” nasıl tehdit altına aldıklarını kavramıyorlar.
Türkler, dağlarda öldürülen her PKK gerillasının milyonlarca Kürdün ruhunu nasıl kanattığını, Kürtler, patlayan her mayınla yitirilen Türk askerlerinin bütün Türklerin içini nasıl yaktığını anlamıyorlar.
Topluca hastalanmışız.
Bu hastalığın lafla, sözle tedavi edilmesi de artık pek mümkün değil.
Her geçen gün bünyeyi daha fazla sarıyor.
Toplumun bütün kesimlerindeki o korkunç Narsisizm, o dehşet verici “ben mükemmelim, ben her istediğimi yapma hakkına sahibim, kimsenin de bana bir şey yapma hakkı yok” inancı büyüdükçe büyüyor.
Bu hastalığı durdurabilmek, bir daha asla iyileşemeyecek noktaya varmadan tedavi edebilmek için sorunun köküne inmek, tedaviye hastalığın ortaya çıktığı noktadan başlamak gerekiyor.
Hastalık Türk-Kürt savaşıyla çıktı.
Ya da daha doğru ve gerçekçi bir biçimde söylersek, var olan, toplumun ruhunda dolaşan hastalık bu savaşla büyüyüp, hepimizi sardı.
Tedaviye başlayacağımız yer orası.
Önce Türklerin, bu savaşı kendilerinin başlattığını anlaması lazım bence.
Bu savaş PKK’nın dağa çıkmasıyla başlamadı, bu savaş basılan Kürt köyleriyle, Diyarbakır Hapishanesi’ndeki işkencelerle, Kürtçeyi yasaklamakla, Kürtlerin varlığını inkâr etmekle, Kürt imamları boyunlarına haç asıp dolaştırmakla başladı.
Biz bu savaşı bitirmezsek bu toplum iyileşmez.
Bu savaş bitebilir.
Dünya şartları buna uygun, hastalanmış olan toplum da kendi hastalığından yoruldu.
Akıllı bir tedaviyi herkes kabullenir.
Bu tedaviyi başlatacak adam da bu ülkenin başbakanı.
DTP Başkanı Ahmet Türk, bu çıldırmış toplumda hâlâ aklı başında olan birkaç adamdan biri olarak olağanüstü bir konuşma yaptı 32. Gün programında, bir Kürt için söylenilmesi en zor cümlelerden biri olan “17 bin faili meçhulü unutamaya da hazırız” cümlesini de söyledi.
Onun yapabileceği bundan öte bir şey yok.
Başbakan, Ahmet Türk’le konuşmalı.
Öyle şart falan koşmadan, kendini önemseyip karşısındakini küçümsemeden, Türk’ü davet edip neler yapılabileceğini tartışmalı, meselenin ciddiyetini anladığını, herkese göstermesi gereken saygıyı Kürtlere de gösterdiğini açıkça belli etmeli.
Gelen haberler, başbakanın bu hafta da Ahmet Türk’le görüşemeyeceğini söylüyor.
Beklenen ne?
Ahmet Türk dostça, olgunlukla elini uzatıyor, bu eli niye havada bırakıyorsunuz?
Hastalanmış bir toplumun başbakanı, o toplumun hastalıklarına uygun davranabilir ama bu, hastalığın artmasından başka işe yaramaz.
Daha çok çocuk ölür.
Türk’le konuşmak, ordu muhtıra verdiğinde dimdik durup “sen bana bağlısın” deme yürekliliğini göstermekten, Davos’ta “one minute” deyip meydan okumaktan daha mı zor?
Tutun size uzanan eli lütfen.
Tuttuğunuz sadece bir el olmayacak, çıldırmaya doğru hızla kayan bir toplumu da uçurumun kenarında tutup kurtarmış olacaksınız.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT