Başbakan 'Kürt sorunu' dönemecinde
2005 yılının Ağustos ayında bir grup insan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmüştük. Görüşmemizin konusu ‘Kürt sorunu’ydu. Başbakan, o görüşmemizde bize ilk kez bir devlet adamının ağzından sorunu tanımlarken ‘Kürt sorunu’ ifadesini kullandı.
İki gün sonra da Diyarbakır’a giderek bu konudaki düşüncelerini daha da ileri götürdü, ‘tarihte işlenmiş devlet hatalarından’ söz etti. O uçakta Başbakan’la birlikte Diyarbakır’a giden gazetecilerden birisi de bendim.
Başbakan TOKİ’nin inşa ettiği evlerin tapularını dağıtmak amacıyla Diyarbakır’daydı. Başbakan’ı Diyarbakırlılar soğuk karşıladılar. Erdoğan’ın tarihi konuşmalarından birisini yaptığı meydanda bin kişi bile yoktu. Çocuklar Başbakan’ın arabasına PKK’yı simgeleyen işaretler yapıyorlardı. Tatsız bir durumdu.
O uçakta dönemin Dışişleri Bakanı, günümüzün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bulunuyordu. Dönüşte uçakta, Başbakan’la uzun konuşma olanağı bulduk. Ankara’da aydınlarla buluşmasından memnun kalmıştı. Bu tür temel konularda başka buluşmalar da yapmayı önerdi.
Diyarbakır’daki soğuk karşılama sanki onu çok etkilememiş gibiydi.
Ancak aradan geçen zaman içinde, Başbakan bir daha Kürt sorunu sözcüğünü ağzına almadı. Bu ifadenin ‘devlet katları’nda sempatiyle karşılanmadığı saptaması mı, onu böyle bir tutuma götürmüştü, kesin bir şey söylemek mümkün değil.
Bir kırılma olduğu inkâr edilemez.
2005 Ağustos’undan bu yana dört yıl geçti. Başbakan’ın ‘Kürt sorunu’na yaklaşımı bu
dönem içinde istikrarlı bir yol izlemedi. Şemdinli Savcısı’nın tasfiyesi, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un görevden alınması gibi gelişmeler hükümetin ilk adımlarından geriye doğru adımlar olarak sayılabilir.
Aynı dönemde Dağlıca baskınının ardından muhalefete ve askere rağmen sınır dışı operasyona karşı çıkması ve ‘sorun içeridedir’ demesi olumlu bir duruşu ifade ediyordu. Nitekim 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce böyle bir tutum göstermesi Kürtlerin AK Parti’ye yönelmesini sağladı.
2007 seçimlerinden sonra DTP’ye yönelik ‘yok sayma’ çizgisi, askerle bu sorunun çözümüne karşı çıkma konusunda ‘uzlaşmacı’ bir tutum içinde görünmesi, Kürtlerin kimlik
taleplerine ilişkin yaklaşımları da çözümden uzaklaştığı izlenimine neden oldu.
***
Hasan Cemal’in, Kandil’de Murat Karayılan’la yaptığı söyleşi, Kürt sorunu açısından dikkatle değerlendirilecek yeni bir noktaya geldiğimizi işaret ediyor. PKK, artık ‘silahlı çatışma’ çizgisinin sonuna geldiğini fark eden bir söylem kullanıyor. ‘Silahları bırakmak’tan söz ediyor.
25 yıllık bir silahlı çatışmanın ardından, PKK’nın bu çizgiyi terk etmesi, hem kolay, hem de kolay değil. Kolay, çünkü 25 yıllık ‘düşük yoğunluklu savaş’ın yorgunluğu var. Kolay çünkü artık küresel güçler, buradaki çatışma ortamının sona ermesini istiyorlar.
PKK içinde de iki eğilimin olduğunu fark etmek için müneccim olmak gerekmiyor. Bu
25 yıllık çatışmanın bir rant yarattığı, kendi siyasetini, örgütlenmesini ve ekonomisini yarattığını unutmamalı. Bir barışçı çözüm bütün bu yerleşik durumun değişmesine anlamına gelecek.
PKK içinde çözüm isteyen ve silahları bırakmak isteyen eğilimin üstün gelmesini sağlayacak en önemli etki Türkiye’deki siyasi iradeden gelecektir. Unutmayalım ki, Türkiye’ye egemen olan güçler arasında da savaştan rant elde eden çevreler bulunuyor.
Siyasi irade bu çevreleri aşıp, PKK’yı dağdan indirecek cesarete ve ufka sahip mi? Sorunun gelip dayandığı yer burası. Tayyip Erdoğan’ın 2005’teki çıkışı tarihi bir çıkıştı. Ancak belli ki o gün sorunun çözümü için koşullar yeterince olgunlaşmamıştı. Şimdi dünya ve Türkiye koşullarının değiştiği bir gerçek. ABD, AB bölgede barışçı bir çözüm istiyor. Bu temel eğilim PKK’yı sıkıştırıyor. Ancak aynı eğilim Türkiye’yi de sıkıştırıyor.
Bu konuda yeni bir şeylerin yapılması, yeni adımların atılması gerekiyor. İşte burada siyasi iradeye, iktidardaki AK Parti’ye ve özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a önemli yükümlülükler düşüyor.
Koşullar oldukça elverişli. Bütün sorun bu elverişli koşullardan çözüm üretecek bir siyasi cesaretin ve öngörünün ortaya çıkması.
RADİKAL
YAZIYA YORUM KAT