Başbakan... Çok mu sert?!..
Son derece haşin bir kampanya dönemi geçirdik.
Referandumun “Evet” tarafındaki Başbakan Erdoğan, SP Lideri Kurtulmuş ve BBP Lideri Topçu ile farklı kıvamlarda “Hayır” tarafındaki MHP-CHP, illegal PKK, legal BDP, DSP, ETÖ, DP arasındaki çekişme ağır hakaretleri beraberinde getirdi.
Bu sürecin kritiği bütün partilerde yapılıyor. Ve bilhassa da AK Parti’de.
Şöyle bir “dahili” eleştiri:
“Sayın Başbakan, bu süreçte size yönelik tahammülü zor hakaretler söz konusu oldu. Ancak siz de bazen gereğinden fazla sertleştiniz!..”
•
Başbakan da bu eleştirilerde haklılık payının olduğunu kabul etmekle birlikte şu gerçeklerin altını çiziyor:
“Bizim gibi, ‘Kul Hakkı’ bilincini bütün hücrelerine sindirmiş, bu şuurla yetişmiş ve öbür taraftaki hesabın ağırlığını her an hissetmekte olan insanları, şahsımı ahlâksızca, ‘hırsızlıkla’, ‘Kul hakkı yemekle’, ‘yetim hakkını peşkeş çekmekle’, ‘kalpazanlıkla’ suçluyorlar. Elhamdülillah, bunların hiçbiriyle uzaktan yakından alâkamız yok. İçimizden böyle şeyler yapmaya kalkışan olursa, duman edeceğimi de herkes bilir. Bu böyle olduğu halde, birileri pervasızca hakaret ediyor. Bu hakaretler karşısında, siyasallaşmış mekanizmaların kararları da ortada. Biz de insanız. Bu tür suçlamalar elbette tahammül sınırımızı zorluyor!..”
•
Evet... Başbakan yerden göğe kadar haklı.
Ve verdiği karşılıklar, muhatap olduğu haksızlıklara nispetle ölçülü.
•
Bu görüşüme katılan olur, katılmayan olur.
Lâkin, herhalde “sağcılık hastalığı” olarak nitelendireceğim sıkıntının varlığı konusunda bütün okuyucularım hemfikir olacaktır.
Sağcı adamlar -umumiyetle- korkak, pasif, çekingen.
Baskı karşısında, -hele bu baskı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi “topyekûn savaş” kıvamında sürüyorsa- hemen eğilip bükülüyor.
Uzaklaşıyor ve hatta satıyor!..
İskender Pala’nın kitabında belirttiği gerçek.
Özetle diyor ki; “Muvazzaf olduğum dönemde sürekli olarak etrafımda dolaşan, beni cihad şuuruyla yüklemeye çalışan ‘sağcılar’, ordudan atıldığımda araziye karıştılar. Lojmandan atılmamız üzerine, sığınmak zorunda kaldığımız izbe, rutubetli evimize uğrayıp da hatırımızı soran olmadı. Hatta, ‘dost’ sandığım biri, beni yolda gördüğünde telefon numarasını rehberimden silmemi istedi!..”
•
Başbakan’ın üslûbundan başladığım bir yazıda bu misali niçin verdim?..
Şunun için:
Medyadaki, siyasetteki, ticaretteki dengeler büyük ölçüde sağlanmış ve hatta bazı alanlarda öne geçilmiş de olsa, “eziklik” devam ediyor.
Bakın; Kemal Kılıçdaroğlu, Sayın Başbakan’ı hedef alırken ağzına ne geldiyse söyledi.
Sözünü esirgemedi.
Pervasızca hakaret ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı imiş, söylediklerinin bir ölçüde de olsa gerçeklere yaslanması gerekirmiş...
Filan... Hiçbirini takmadı!..
Ve şunu gördük ki; o taraftan bir kişi olsun kendisine yanaşıp, “Efendim, bu kadar ağır hakaretlerde bulunmanız sizce doğru mu?” yollu “özeleştirilerde” bulunmadı!..
Buna gerek duymadı!..
•
Öbür tarafta ise, ister Sayın Başbakan olsun, ister bir başkası... Şahsına, ailesine yönelik hakaretlere, binde bir şiddetle mukabele etse, hemen birileri çıkar ve “özeleştiri” moduna girer!..
Bir taraftan “sol” bastırır, öbür taraftakileri hizaya getirmek için...
Diğer taraftan da dünyaya solun penceresinden bakma hastalığından kurtulamamış olan, “muhafazakâr takımı!..”
•
Başbakan, hiçbir siyasi muhatabına küfür müfür etmedi. “Soy” yüklenişi, tamamen CHP’nin geçmişi ve zihniyetiyle ilişkiliydi.
Bunun mukabili olsa olsa, “Erdoğan’ın siyasi geleneği” olabilirdi.
Oysa, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, “hain” dediler, “kalpazan” dediler, “kul hakkı yediğini” öne sürdüler, “ümük sıkmakla” tehdit ettiler...
“Ailesine” bile ahlâksızca saldırdılar.
Erdoğan’ın bunlara binde biriyle mukabelesi bile, “özeleştiri” konusu oluyor ya... Hayret!..
•
Melih Gökçek-Kemal Kılıçdaroğlu kapışmasını hatırlayın.
Uğur Dündar, program yöneticiliğini, gazetecilik etiğini filan bırakmış resmen “taraf” olmuştu.
Mesleğin birçok temel ilkesini ayaklar altına alan Dündar; Gökçek’in savunma ve taarruz hatlarının önünü yüzde yüz tarafgirlikle keserken, tartışmanın CHP yörüngesinde ilerlemesi için yırtınıyordu resmen.
Şimdiii... Lütfen tasavvur etmeye çalışın:
Gökçek- Kılıçdaroğlu tartışmasını yöneten bir “muhafazakâr” gazeteci olsaydı ve açıkça Gökçek’in tarafını tutsaydı ne türden tepkilere hedef olurdu?..
Sadece “sol”un değil...
Dünyaya solun penceresinden bakmaya alışmış “dava arkadaşlarının”(!) da yaylım ateşi altında kalmaz mıydı?..
•
O tartışma sonrasında birçok “muhafazakâr” dahil, kazananın Kılıçdaroğlu olduğunu öne sürerken, Gökçek’in “ikiye bir” mücadele ettiğini...
Ve yönetmenin yüzde yüz taraflı olduğu tartışmayı, şartların olumsuzluğuna rağmen iyi götürdüğünü dile getirene pek rastlamadık!..
Bir biz dile getirdik bu gerçeği ve maalesef yine yalnız kaldık!..
•
Evet, “sağcı” hastalığı...
Bu ortam ezik adamlar yetiştiriyor; bu genel tabloyu aşan “komplekssiz” insanlar da, hariçteki rahat ve dahildeki “ezik” grupların baskısına muhatap oluyor.
•
Bu son derece olumsuz bir tablo.
“Ezik muhafazakârlar” AK Parti’nin iktidar olduğu dönemde şu veya bu türden subjektif ilişkiler sayesinde meydanda kalabilirler.
Ancak rüzgârın ters taraftan estiği durumlarda, girebilecekleri tek yer kabukları olur!..
ŞİMDİ O DAVACI!..
Nuri Aykon ağabeyimizi kaybettik.
Vakit gazetesinin Hakk’ı üstün tutan haber ve makalelerinden dolayı hakkında sayısız dava açılmıştı Nuri ağabeyin.
Şimdi.. O.. Kadir Gecesi Balıkesir’de teravih namazını eda etmek üzere gittiği cami çıkışında geçirdiği beyin kanamasının vesile olmasıyla, Hakk’a yürüdü.
Ve, haksız bir şekilde “Sanık” pozisyonunda tutulduğu bütün davaların “davacısı” olarak, zâlimleri beklemeye başladı!..
Kendisini çok severdim.
Ayrı şehirlerde görev yaptığımız için çoğunlukla telefon aracılığı ile görüşürdük. Bana hep moral verir; ekranlardaki çıkışlarımızı takdir ettiğini söylerdi.
Ben de, rahmetlinin üzerindeki bütün baskılara rağmen dâvâsından milim sapmamasını takdir ettiğimi dile getirirdim.
Allah (c.c.) rahmet eylesin.
Yakınlarına sabır versin.
Vakit ailesinin başı sağolsun.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT