Başarmayı değil, yakınmayı seviyoruz
Bin türlü mazeret, yüz türlü yakınma... Ve başkalarını suçlama... Başkalarını suçlamak, en iyi yaptığımız işlerden biridir.
Çocuklarımızın iyi yetiştirememenin suçunu bile ya Milli Eğitim sistemine, ya okula, ya öğretmenlere, ya komşuların yaramaz çocuklarına, ya da tümüyle devlete atıp işin içinden sıyrılıyoruz.
Biz tatlı su mücahitleriyiz, vesselam!
Çabalamayı, oldurmayı değil yakınmayı seviyoruz.
Ayrıca da çok çabuk vaz geçiyor, kolay taviz veriyoruz.
Anlattım mıydı bilmiyorum: Bir zamanlar sakallı genç bir komşum vardı. Sakalsız olduğum için neredeyse beni Müslümandan saymazdı. Bu yüzden zaman zaman tartışırdık. Bir gün baktım sakalını kesmiş.
Bilmem hangi belediyede işe başlayacakmış da sakalını kesmesini şart koşmuşlarmış. Asıl suçlu sakalı kesen değil kestirenmiş. Bu düzen değişmeliymiş. Dindarlara baskı yapılıyormuş vesaire...
Bilmiyor ki, çok önemsediği, neredeyse inançlarının temeli saydığı konulardan bir iş karşılığı taviz veren Müslümanlar olduğu müddetçe, taviz isteyenler de olacak.
"Rızkı veren ancak Allah’dır” hükmünü döndüre döndüre söylediğimiz halde, bunu başkalarını irşad, ya da ilzam için kullandığımız halde, demek ki yeterince bu hükme inanmamışız. Yoksa bir iş karşılığı niçin inançlarımızı rüşvet verelim.
Taviz verdikten sonra suçluyu neden kendi dışımızda arayalım? Asıl suçlu biz değil miyiz? Günah bizim günahımız değil mi? Sorun bizim korkularımızdan kaynaklanmıyor mu?
Komşumun sakal hikâyesi, o gün de bana dürüst ve mantıklı gelmemişti, bugün de gelmiyor. Davranışını mazur göstermek için onca nefes tüketeceğine, sadece “İnancıma ve ilkelerime bağlılığım bir dilim ekmekliktir” deseydi, bana göre, daha dürüst olurdu.
•
Peygamberlerimizin hayatlarını okuyor musunuz? Şimdiye kadar okumuş olsanız dahi yeniden okuyun. Evinizde, elinizde yoksa hemen bir tane edinin.
Bakın bakalım, aralarında, “ekmek derdine” kapılıp taviz verenler var mı? Ölüm gelmeden ölmeye yatanlar var mı?
“Köprüyü geçene kadar ayıya dayı” diyen oldu mu?
“İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaş”mayı tercih eden bir peygambere rastladınız mı?
“Bana dokunmayan yılan” tekerlemesine sığınanı gördünüz mü?
“Maslahat icabı” inançlarından, ilkelerinden taviz veren bir peygamber olduğunu duydunuz mu?
Hayır! Nasıl inanmışlarsa öyle yaşamışlar!
Baskıysa baskı, zulümse zulüm, ölümse ölüm!
Şiddet karşısında bile itidalden uzaklaşmamışlar, suhulet ve sükünetle tebliğlerini yapmışlar.
Hatırlayın: Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut vardı...
Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun vardı...
Hazret-i İsa’nın karşısında Roma despotları vardı...
Hazret-i Âlişan Efendimiz’in karşısında ise başta Ebu Cehil olmak üzere Mekke’nin tüm müşrikleri: Tüm kuvvet ve kudret sahipleri vardı...
Nemrud, Hazret-i İbrahim’i ateşe attı: Ateş gülistana döndü.
Firavun, Hazret-i Musa’yı Nil Nehrinde boğmaya kalktı, ordusuyla birlikte kendisi boğuldu.
Roma despotları Hazret-i İsa’yı öldürdüklerini zannettiler, Hazret-i İsa semaya alındı.
Ebucehil, Hazret-i Âlişan Efendimizi doğduğu şehirden kovdu, ama kısa bir süre sonra muzaffer olarak aynı şehre dönmesini engelleyemedi.
Onlar başkalarına değil, Allah’a teslimdiler. Allah’a teslim oldukları için zahiren kaybettikleri zamanlarda bile mânen kazanıyorlardı.
Baskılar şiddetlendikçe inançlarına sarılıyor, inançlarında diriliyorlardı.
Samimiydiler. Dürüsttüler. Yüreklerinin en derin yerlerine kadar imanlıydılar ve inançlarında sebat etmeye kararlıydılar.
Tarih onların yaşama biçiminin haklılığını tescil etti.
Tarih bizim tabansızlığımızı da tescil ediyor. Bakalım gelecek nesiller nezdinde beraat edebilecek miyiz?
•
Rahmetin tecellisini hak etmeye çalışmak için korkularımızdan kurtulmamız lâzım...
Korkularımızdan kurtulmak demek, prangalardan kurtulmak demektir!
Çünkü korkularımız, ruhumuzu ve beynimizi kilitleyen prangalardır!
VAKİT GAZETESİ
YAZIYA YORUM KAT