1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. Bartın'da 'Islahat Çizgimiz' Konulu Konferans
Bartında Islahat Çizgimiz Konulu Konferans

Bartın'da 'Islahat Çizgimiz' Konulu Konferans

Bartın Özgür-Der'de “Islahat Çizgimiz, Direniş Örneklerimiz” konulu seminer günü gerçekleştirildi. Seminerin sunumunu Şuayb Mekeç yaptı.

19 Şubat 2013 Salı 18:23A+A-

 

Müslümanlar tarihi süreç içinde vahyin öngörülerinden ve Muhammedi Sünnet çizgisinden uzaklaştılar. Görece ümmet halimizden uluslara parçalanmamızın üzerinden geçen zaman, Müslüman dünyamızda umutsuzluğu, dağılmışlığı, yenilgiyi  kaderimiz gibi algılandığı bir hale dönüştürdü. Müslümanlar bu durumlarından kurtulmak, yeniden İslam Yoluyla irtibatlarını kurmak  yerine mevcut hallerini kanıksar olmuşlardı. Milliyetçilik, vatancılık, batıcılık, ulusçuluk gibi hastalıklar bu coğrafyanın insanlarının övündükleri vasıflar haline gelmişti. Bu dağılmışlık durumu sürerken bu hengamenin içinde sorumluluk bilinciyle işe koyulan ıslah önderlerinin çabaları yok değildi. İşte bu salih niyetler ve amelleri kuşanmış kararlı öncüler, iç ve dış düşmanlara, onların şeytanlaşmış işbirlikçilerine karşı mücadelelerini başlattılar ve bu diriliş süreci güçlenerek yol alışını sürdürdü. O dönem sorumluluk bilincini kuşanıp bu kötü gidişata dur diyen ve çözüm üretme yönünde seferberlik başlatan Cemaleddin Afgani, İslam ülkelerinin çoğunda 19. yy.’da Islah ve İhya çabalarının banisi olarak kabul edilir. Cemaleddin Afgani hakkında tahkik ehli birçok müellifin ve İslam âliminin katıldığı görüş şudur: Islah ve ihya çabalarının veya çağdaş bir ifadeyle öze dönüş ve yeniden inşa faaliyetlerinin 20. yüzyılda filizlenen gücü, büyük ölçüde Afgani’ye ve mensubu olduğu Urvetu’l Vuska hareketine dayanır. Ayetullah M. Mutahhari, 20. Yüzyılda İslami Hareketler adıyla Türkçeye çevrilen kitabında Cemaleddin Afgani’nin sahip olduğu perspektifi veya ıslahat programını şu şekilde özetlemektedir:

Afgani’nin Tespit Ettiği Sorunlar

1- Yaşanan yozlaşma sunucu İslam coğrafyasının sömürüye müsait hale gelmesi…

2- Mezhep taassubundan kaynaklanan tefrikanın ortaya çıkardığı sorunlar…

3- İçtihat kapısının kapalı olmasından kaynaklı sorunlar…

4- İman ve amel bağının birbirinden koparılması sorunu…

5- Hurafe ve bidatlerin ortaya çıkardığı sorunlar…

6- Hilafetin saltanata dönüşmesi ile ortaya çıkan sorunlar…

7- Kader anlayışının yanlış anlaşılması…

Muhammed Ammara, C.Afganiyle ilgili kendisiyle yapılan bir röportajda özetle  şunları söyler :

Yüzyılımızın İslami Kurtuluş ve uyanış hareketlerinin temelinde Cemaleddin Afgani vardır. Düşünün O üstad Muhammed Abduh'un, Sa'd Sağlul'ün hocasıdır. Cezayir devrimini, Kuzey Afrika'daki diriliş ve özgürlük hareketinin Afgani akımıyla ilişkisi vardır. Çünkü Sekip Arslan yoluyla Afgani'nin ve Abduh'un fikirleri Kuzey Afrika'ya ulaştı. Paris'te bulunan Cezayir ve Mağrib hareketleriyle Cemaleddin Afgani'nin ve M. Abduh'un fikirleri Kuzey Afrika'ya ulaştı. Abdülhamit bin Badis: Bu kişi Arapçılık ve İslami uyanışı Cezayir'de diriltendir ve bu medresenin (Afgani medresesinin) öğrencilerindendir.

Cezayir'de Hizbu'l-İstiklal Partisi, Alalyi el-Fasi, bu medresenin öğrencilerindendir. O zaman ben diyorum ki Afgani, şimdi İslami uyanışta adlandırdığımız gibi bir öncüdür. O, mezhebi taassupla değil; ancak akıl ile okunan Kur'anî nass ile yola koyulmuştur. Bu esastan yola çıkarak karşılaşılan problemleri akıl ve İslami nakil arasında çözmüştür. Son dönemde İslam aleminde yaşanan olumlulukların mukakkiki ve banisi olmayı başarmıştır.Bu önderliği yapan da Cemaleddin Afgani'dir. Abduh'un hocasıdır. Abduh, Reşid Rıza'nın hocasıdır. Reşid Rıza, Hasan el-Benna'nın hocasıdır.

Afgani Osmanlı devletini, toplumsal ve fikirsel alanda eleştiriyordu. Örnek verecek olursak: Osmanlı devletini Arap dilini devletin dili olarak kabul etmemesi noktasında eleştiriyordu. Bunu Osmanlılar ve Araplar arasında boşluğun oluşması olarak değerlendiriyordu. Bu boşluktan sömürgeciliğin nüfuz edeceğini söylüyordu. Daha önceki dönemlerde, şeyhlik makamında olan donukluğu eleştiriyordu. Osmanlı devletinde İslam şeyhliğini tenkid ediyordu. Bu tenkitleri ilk ziyaretinde, Daru'l Funun da bir ders verdiğinde, donuk, hareketsiz bazı yönelişler ile arasında savaş çıkmasına ve çekişmeye neden oldu. Bundan sonra bunlardan biri olarak Ebu'l-Huda ayrıca Afgani'yle fikirsel alanda düşmanlığı vardı. Bütün bunlar tenkit çerçevesinde kalan ve Osmanlı devletini ıslah etmeyi amaçlamaktaydı. Afgani Osmanlı devletinin varlığına karşı değildi. Osmanlı saltanatına, hilafete düşman da değildi. Bilakis Osmanlı'yı biraraya getirici bir bağ olarak görüyordu. Urvetü'l Vuska dergisi, Urvetül Vuska örgütünün sözcüsüydü. Urvetü'l Vuska örgütü vardı. Derginin ilk sayfasında bu yazılıdır. Cemaat ve örgüt kendisine ait bir derginin olması için karar aldı. Bu çıkacak olan derginin İslam alemindeki sömürgeciliğin baskısının dışında bir yerde çıkması gerekiyordu. Ve Paris'te çıkartıldı. Paris'te bir binanın üst katında bir odada. Afgani Yazıişleri Başkanı ve sorumlu müdürüydü. Muhammed Abduh' da birinci derecede başyazardı. Yazıişlerinde başkan konumundaydı. Derginin 18 sayısı çıktı. Sonra sömürgeci idareler tarafından muhasara altına alındı. İslam alemine girişi yasaklandı. Urvetu'l Vuska dergisinin yazarlarına para ve hapis cezaları verildi.

Derginin konulan ise şunlardı:

1- İslami birlik 2- Batı sömürgeciliğine karşı İslam alemini kalkındırmak, seviyesini yükseltmek 3- Mısırdaki İngiliz sömürgesi meselesinde yoğunlaşmak. Afgani Mısır'ı, "iki kıblenin kapısı" künyesiyle isimlendiriyordu. Ayrıca Mısır'ı kalp mesabesinde görüyordu. Mısır'ın kalkınmasının şart olduğunu söylüyordu. Mehdi Devrimi'ne de önem veriyordu. Çünkü çağdaş olaylardandı. Dergi ise 1883'te çıktı. Aynı yılda yayını durdu. 18 sayısı aynı yılda çıkartıldı. Mısır'ın sömürülmesi olayı canlılığını koruyordu. Sudan Devrimi ve Mehdi Devrimi de canlılığını koruyan olaylardandı. Ayrıca Urvetü'l Vuska örgütü tanıtımda ve yayılmacılıkta varlığını bu dergi yoluyla sağlıyordu. Siyasi ve fikri bir dergiydi. İslam'ı canlandırmada önemli role sahip bir dergiydi. Afgani güncel yöntemler geliştirme metodunu ortaya çıkaranlardandır. Partilerin oluşturulmasını, olayların hareketlendirilmesini, sömürgeciliğe karşı çalışmaları yönlendirmişti. Abduh fikri çalışmalarda sabitleşti, eğitim, terbiye ve İslami kurumların ıslahında sabitleşti. Ancak Abduh da aynı hataya düştü. Çünkü güncel anlamdaki siyasi çalışmayı ihmal etti. İkisi de davanın, meselenin taraflarından bir tarafı ele aldılar. Yani, ikisinden biri siyasi çalışmada diğeri de fikri çalışmada sabitleşti. Ben diyorum ki: Bilginin, İslamileştirilmesinden, bazı fikri kurumların İslamileştirilmesinden söz edenler ki önceliği fikri metodların ıslahına vermektedirler. Bunlar Abduh'un metodundan söze etmektedirler. Çünkü bu Abduh'un metodudur.

Abduh son yıllarda yazı yazmaya, ders vermeye, yeniliklerde bulunmaya önem verdi. Bu çalışmalarda yoğunlaştı. Ondan sonra Reşid Rıza geldi, Menar'ı çıkardı. Menar bu yenilikçi çabaların medresesi oldu. Bu fikri İslami kurumun yani Camiatu'l islamiyye'nin fikrini, düşüncesini İslam alemine taşıdı. Menar 40 yıla yakın bir zaman bu fikri taşıyarak devam etti. Ben inanıyorum ki şimdi, bu şekilde, Camiatü'l-İslamiyye'nin fikri divanı (fikrini bir araya getiren eser) oluşmuş oldu. Bu ciltleri divanını oluşturmaktadır. Urvetu'l Vuska'nın makaleleri yeniden oluştu, ortaya çıktı, Abduh'un Kur'an tefsirini yayınladı.

Camiatu'l İslamiyye medresesi Afgani'nin açtığı ve usulünü belirlediği yola verilen addır. Bu medresenin ilk sorunu şudur: İslami toplumlarda din nasıl ıslah yolu olabilir? Bu din müteceddit bir dindir. Ne eskileri taklitle ne de batılılaşmayla sorunlar çözülmez. Yani ifrat ve tefritle ıslah gerçekleşmez. İslami vasati medrese, siyasi bir konuma sahip olur. Kaynaklara geri dönüş ve kaynakların akli bir yol ile değerlendirilmesiyle gelecek aydınlanır ve ıslah mümkün olur. Bu Camiatül İslamiyye medresesinde ekseni oluşturulan meseledir, ikinci mesele ise medeniyetin son dönemlerine karşı takınılan tavırdır. Özellikle Batı medeniyetine karşı mutlak anlamda kabul etmeme tavrı değil ve mutlak tâbi olma tavrı da değil. Erime, taklit, benzeme de değil. Ancak ümmete yarayacak faydalı, yabancı fikirleri ayırt etmek de gerekmektedir.

Ayrıca Kur'an'la ilişkide de sünnetle ilişkide de metod vardır. Kur'an'a yaklaşım konusundaki metoda Afgani işaret ederek uzun uzadıya açıklamıştır. Abduh da bu metodu Kur'an'ı tefsir ederken uygulamıştır. Bu metod, eski müfessirlerin metodlarına batmamak ve başkalarını da batırmamaktır. İster bu metodlar belaği olsun veya lugavi olsun, ister fıkhi olsun, ister kasasi olsun. Ancak Arapça diliyle silahlanarak, nüzul sebeplerini anlayarak, Kur'an'ın inmiş olduğu ortam tahlil edilmeli ve böylece Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri ortaya konmalıdır.

Sünnetle ilişkide ise şöyle bir metod takip ediyordu. Senet ve rivayet meselesine fazla güvenmiyor ve ilgilenmiyordu. Hadis metnine eleştirel bakma taraftarıydı. Yani hadis Kur'an'a uygun değilse hüccet sayılmaz. Bu metod, eski hadis alimlerince daha önceleri kullanılan metoddur. Ama insanlar tatbik etmediler. Tabii ki bu medrese ahad hadislerden akaidi almıyordu. Çünkü akaid kesinlikle kati nasslarla varid olandan oluşturulmalıdır. Hadislerin ise varidliği zannidir. Ahad hadis yerine evla görülen içtihadlara daha fazla önem veriyorlardı. Merhale taklit asrından çıkış merhalesiydi. Taklit asrında önem verilen tek şey, her türlü rivayet ve içtihadların sebepleriydi. Rey, akıl, fıkıh, fehm değildi.

Sömürgeciliğe karşı tavır almak, sömürgeciliğe karşı başkaldırmak, karşı çıkmak da bu ekolün en önemli meziyetlerinden idi. Sömürgeciliği yok edici, ezici bir tehlike görerek, İslami sermayeyi İslam aleminde hakim duruma getirmek, yabancı sermayeyi kovmak, sömürgeciliğin hesabına çalışan şirketleri ülkelerimizden çıkarmak.

... İslam ümmeti bir ümmettir. İçinde kavimler vardır. Bunun dışında, ulusal boyut ile kavmiyetçilik özelliklerinin arasını, birleştirmek (bu luğavi anlamda) biraraya getiren, kapsayıcılık özelliği olan, en büyük ve en yüce bağ olan ve ilk bağ olan İslam'a bağlanmaktır. İslam'a iltihak etmektir. Müslüman için ilk bağlanılacak bağ İslam'dır. Bunun dışında başka başka bağlar ve eksenler vardır. Feri bağlar vardır. Merdivenin basamaklarına benzetilebilir. Bu bağlardan biri, aileye bağlılık, aşirete, bölgeye, bağlılık bunların hepsi bağlılıkta dairelerdir. Feridir. En yüce ve evla olan daireyle korunmuştur. Bu da İslam'a bağlılıktır. ...

Muhammed Abduh

Tevhidi mücadele tarihinin Hz. Muhammed kesitine baktığımızda her iki alanda da yüksek bir başarı gözlenmektedir. Cahili toplum tevhidi ilkelerin aydınlığına kavuşturulduğu gibi adalete dayalı iktidarın sınırları da oldukça genişletilmiştir. İslam ümmeti, Emeviler'in başa geçmesiyle birlikte bir yandan iktidar kirlenmesi yaşarken; diğer taraftan, gerek içerden gerekse dışardan kaynaklanan düşünce kirlenmesi yaşamaktaydı. Bununla birlikte Kur'ani bilinçle donanmış tevhidi mücadele erleri sapkın iktidarları "lslah"a çalışırlarken sapkın düşünüşleri de ıslaha yöneldiler. "Adalet ve Tevhid Ehli" her iki alanda da sürdürdüğü tevhidi mücadelenin başarılı bir numunesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim Geylan ed-Dımeşkiler, İmam Zeydler ve Ebu Hanifeler bunun şahitleri/şehidleridirler.

Abbasiler devrinde müslümanlar, daha önce vuku bulan "dış-kültür"le sözlü karşılaşmaya ilaveten geniş bir literatürle de yüz yüze gelmiş oldular. Hint, Pers ve Grek düşüncesine ait eserler tercüme edilmiş; bunlar bazen sistematik ve genel olarak da dağınık problemler ve konular olarak o günün "entellektüeller"inde ma'kes bulmuştur. Tüm bunlara karşın, vahyi özümsemiş birçok şahsiyet, "ilkeler" üzerindeki ısrarlarını kıyasıya sürdürmüş; eklektik zihniyetlere karşı bütün güçleri ile mücadele vermişlerdir. Gerek Moğolların Bağdat'ı işgal edip yıkmaları sonrasında, gerekse Haçlı Seferleri esnasında direniş bu kez ağırlıklı olarak "dış-iktidar" a çevrilirken; İbn Arabi'de olduğu gibi o güne kadar gelmiş felsefi ve tasavvufi birikime dayalı sapkın düşünüşlere karşı da göğüs gerilmiştir. 14. yüzyılda iki alanda da mücadelesini vermiş olan İbn Teymiyye tarihin ender şahsiyetlerinden biri olarak göze çarpmaktadır.

... Neredeyse her gittiği yerde bir okul oluşturmuş Afgani'nin, en büyük öğrencisi kuşkusuz Muhammed Abduh olmuştur. O üstadı/imamı Cemaleddin hakkında şunları söylemektedir: "Babam bana hayatımda ortak olarak kardeşlerim Ali ve Mahrusu verdi; Cemaleddin ise Muhammed, İbrahim, Musa, İsa ve salihlere ortak olduğum bir hayat..."

Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani ile birlikte tevhidi mücadele bayrağını daha da ileriye götürmüş, geride "somut ve kalıcı" bir miras bırakmıştır.

Seyyid 1869-70 yılından sonra Mısır'a dönünce pek çok Mısırlı aydın etrafına toplanmıştı, fakat bu toplulukta Abduh, ona herkesten daha yakındı ve onunla gönüldaş olduğunu duyumsuyordu. Seyyid Cemaleddin'in Kur'an'ı yorumlama yöntemi, tefsire olan hakimiyeti, felsefe ve toplumsal İslam ahlakı konularındaki zevki Abduh'un gözünü açtı. Ezher'in geleneksel ilimlerini yeni bir ruhla doldurmuş olan Cemaleddin, Abduh'un ilgisini Avrupa eserlerinin mevcut tercümelerine çekmiş ve nihayet O'nu Mısır ve İslam dünyasının o zamanki problemleri ile meşgul olmaya teşvik etmişti. Sonra Abduh, Ezher'de ders vermeye başladı. Fakat diğer Ezher Şeyhlerinin aksine, nahiv, fıkıh gibi nakli ilimlerde değil, akli ilimlerle ilgili, mantık, felsefe ve kelam konularında dersler veriyor, kitaplar okutuyordu. Abduh, Mısır'da Afgani'nin kurmuş olduğu gizli bir teşkilata katıldığı gibi, "Masonluk" teşkilatına da girmişti. O günlerde aydınların gözünde bu teşkilat bugünkü olumsuz çağrışımları oluşturmuyordu. Gerek özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramlarla örülmüş Fransız İhtilali'nin söylemine sahip olması, gerekse istibdad ve totaliterliğe karşı çıkışıyla oluşturduğu imaj, bir takım olumlu çağrışımlara neden oluyordu. O bu teşkilatı kullanarak çeşitli çevrelerde nüfuz sahibi olmayı umuyordu ki umutları boşa çıktı. Teşkilatın dış güçlerle ilişkileri, özellikle de İngilizlerle bağlantılarının olduğu gerçeği bu umutsuzluğun nedenleri arasındadır. Bir hutbeyle bu kirli ilişkileri ifşa edip teşkilattan ayrılırlar.

Abduh "el-Vakaiu'l-Mısriyye"yi kendi ıslahatçı inançlarını tebliğ için bir araç durumuna sokar ve orada Mısırlıların eğitim sistemlerini, toplumsal adetlerini ve bir kısım yanlış inançlarını eleştiren bir çok makale yayınlar. Riyad Paşa'dan destek gördüğü için bütün devlet yönetiminden ve mahkemelerden kendi karar, program ve hükümlerini yönetime bildirmelerini ister. Bu da yönetim kurumlarının kusurlarını daha iyi bilerek eleştirmesinde ona yardımcı olur.

Afgani'nin sürgüne gönderilmesi ve Urabi Paşa'nın hareketinin yükselişine kadar ki döneminde Abduh'un metodu üstadı Afgani'nin metodundan farklılaşır. Islahat hedefindeki bu farklılaşma Abduh'u "devrim"e değil, "tebliğ ve öğretim" e yöneltir ve o, genel kitleyi ümmetin düşmanlarına karşı harekete geçirmek için başvurulan "tehyic" yerine; eğitime ve "arındırmaya" önem verir. Fakat 9 Eylül 1881'de Abidin Meydanı'nda yapılan gösterilerden sonra Abduh'un "ılımlı mizacı", Urabi Devrimi'nin hararetiyle değişir ve daha önce girmiş olduğu serbest Vatanperver Partisi'nin bir çok ileri gelen şahsiyetleriyle birlikte Devrim'e katılır. Abduh artık tamamen devrimin tırmanmasını destekler ve sonuna kadar da ona bağlı kalır. Daha önceki çizgisinin bu kadar net değişmesinde İngiliz ve Fransız devletlerinin açıktan açığa müdahaleye kalkışmaları ve İngiltere'nin Mısır'ı işgale girişmesi önemli nedenler arasında sayılabilir.

1882'de Urabi Devrimi'nin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte üç ay hapse mahkum edilir ve üç yıl sürgüne gönderilir; fakat sürgün altı yıl kadar sürer. Sürgün yeri olarak Beyrut'a giden Abduh, yaklaşık bir yıl burada kaldıktan sonra Afgani'nin Paris'e çağırmasıyla birlikte Paris'e yönelerek orayı terkeder.

Paris'te Afgani ile birlikte Abduh, Doğu ülkelerinde özellikle, Mısır ve Hindistan'da kurulup örgütlenmiş gizli "Urvetü'l Vuska" teşkilatının yayın organı olarak "Urvetü'l Vuska" adlı bir gazete çıkarırlar. İlk sayısı 1884 yılında, onbeş günde bir olarak yayınlanmaya başlar. Abduh, Urvetü'l Vuska'nın yazı işleri müdürlüğü görevini üstlenir.

Teşkilatın başkan yardımcılığını da yürüten Abduh, bu gizli teşkilat adına bazısı Avrupa'da bazısı ise Doğu'da olmak üzere bir çok ülkeyi dolaşmıştır. Seyahatlarının birçoğunu gizli olarak yapmış, hatta 1884 yılında Sudan'da Mehdi hareketi tırmanmaya başladığı sırada gizlice Mısır'a girmeyi başarmıştır. Ayrıca O, teşkilatın birimleriyle de bu dönem içerisinde birçok yazışmalarda bulunmuştur.1884 yılında Afgani'nin teşvikiyle Mısır ve Sudanlı vatanseverlerin isteklerini İngiltere Harp Bakanı'na, Parlamentoya ve basınına bildirmek üzere Londra'ya giden Abduh, buradan bir sonuç alamadan Paris'e döner. Gazetenin de onsekiz sayı çıktıktan sonra İngilizlerin baskısı ile kapatılması üzerine Afgani İran'a yolculuğa çıkar. Abduh da Beyrut'a geri döner. Ömrünün sonuna kadar da üstadını göremez.

Abduh'un siyasal savaşım ve faaliyet yoluyla vatani hedeflere ulaşmaktan umudunu kesmesi ve Afgani gibi kendisini sürekli heyecanlı kılan ve teşvik eden birinin yanında bulunmayışı onu asli tabiatına dönmesini sağlayarak aktif siyasetten çekilmesine neden olur. Zaten çevresel şartlar da bunu gerekli kılmaktadır. Artık Muhammed Abduh, Beyrut'ta kaldığı süre zarfında sadece bir alim ve eğitimcidir. Öyle ki burada kaldığı süre içerisinde gerçekten birçok insanın istifade ettiği derin bir ilmi hareket ortamı yaratmıştır.

Muhammed Abduh, Üstadı Cemalledin Afgani gibi, düşüncelerinin kalkış noktasını İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu fikri, kültürel, sosyal vb. alanlardaki donukluğa ve çöküşe dayandırır. Ona göre İslam ümmeti derin bir hastalığa yakalanmıştır. "Hastalıktan kurtulabilmek için, o hastalığın çıkış noktasını, seyrini, hasılı bütün mahiyetini bilmek lazımdır." Müslümanlar arasında meydana gelen Cemel ve Sıffin gibi savaşlar yönetimin Emeviler'e geçmesine, ümmetin yapısının çökmesine ve birliğinin parçalanmasına yol açmıştır. Neticede birçok fırka zuhur etmiş ve her fırka kendisini desteklemek amacıyla nassları te'vil etmiş, aşırı şekilde yorumlamıştır. Siyasi olaylar sonucu gelişen bu fırkalaşmalar akide üzerinde önemli etkiler gerçekleştirmiş; bir takım sapmalara neden olmuştur. Bununla birlikte ümmet içinde nakli koruyan, akla da önem vererek, düşünmeyi savunan zümreler bulunmaktaydı.

Zamanla, çeşitli din ve kültürlere mensup insanların bazıları tam olarak inanmamalarına rağmen İslam etiketini almış, ilk dinlerine ve kültürlerine ait inançları beraberlerinde getirerek girdikleri bu yeni din arasında birleştirici bir bağ bulacaklarını ummuşlardır. Böylece büyük fitne kargaşasından sonra şüphe kasırgaları ortaya çıkmıştır.

Hilafet, fiillerin yaratılması, irade ve Allah'ın sıfatları ile ilgili kelami pekçok konuda tartışan ekollerin bir kısmı dini konuların çoğunda, hatta furu ve ibadetlerle alakalı olanlarda bile Kur'an'ın öğretisini desteklemekte aşırı giderek akla isnad ettirir ve aklın sınırlarını fevkalade genişletirken; bir kısım bilginler de aklın sahasını temel prensipleri bilmekle sınırlamış; bazıları da yalnızca birincilere muhalefet ve inat olsun diye aklın sahasını hiçe indirmişler ve bu aşırılıklarıyla Kur'an'ın anlayışına karşı çıkmışlardır.

Abbasiler döneminde Yunan felsefesine ait kitapların çevrilmesiyle birlikte belirli zümreler akideyi ispatlama yolunda buradan aktarılan bilgileri temel yaparken öyle ileri gitmişlerdir ki, gerçeklerle vehimler arasında bir noktadan sonra ayırım kaldırılmış ve böylece de akla aykırı birtakım görüşlerle bile meczedilebilmiştir. Yine Abbasiler, kendilerine yönetime geçmede destek veren İranlıları sarayda önemli görevlere getirmişler. İslam dışı birtakım mezhep ve dini görüşleri benimsemiş bu kimseler de gizli bir biçimde inançlarını yaymışlar, çeşitli kesimler üzerinde etkili olmuşlardır. Bunların dışında Dehriyye, Hululiyye ve Batiniyye (İsmailiyye) gibi cereyanlar Kur'ani mesajın çarpıtılmasında önemli roller oynamış, İslam tarihi boyunca birçok fitnenin çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Bütün bunlara rağmen mutedil müslüman bilginler bunlara karşı mücadele vermede ittifak halinde olmuşlardır. Fakat yine de kendi aralarındaki ihtilaflar devam etmiştir.

Abduh'a göre Hicri IV. yüzyılın başlarında Ebu'l Hasan el-Eşari, ilk devir müslümanlarının görüşleriyle (selef) onların aşırı muhaliflerinin fikirleri arasında orta bir yolu amaçlayan bir "düşünce metoduna" dayalı akideyi oluşturmaya çalışmıştır. Bu hareket sonradan ona destek veren bazı bilginler tarafından "Ehl-i Sünnet ve'l Cemaa" diye adlandırılmıştır.

Felsefi ekollere gelince bunlar ilk başlarda Kur'an'ın kainat üzerinde düşünme çerçevesinde fikri faaliyetlerde bulunmuşlar, saf akla dayanarak bütün güçleri ile ilim elde etmeye, bilinmeyeni ortaya çıkararak aklın merakını gidermeye, eşyanın hakikatini dikkatle incelemeye çalışmışlardır. Ne var ki felsefeciler, tabi oldukları yollarda ve benimsedikleri düşüncelerde çok ileri gitmişler ve neticede şu iki şey onlara galip gelmiştir. Birincisi, Yunan filozoflarından, özellikle Platon ve Aristo'dan gelen her şeye hayran olmak, Platon ve Aristo'nun fikirlerini taklit etmekten zevk almak; ikincisi ise o devir insanlarının bu hususlara gösterdiği ihtimamın tesirinde kalmaktır. Bu ikincisi, birincisinden daha zararlıydı. Çünkü hikmet ehlinin dinde benimsediği yöntemle taban tabana zıt idi. Aynı şekilde filozoflar, ulemayı din konusunda bölen kavgalara tekrar girdiler ve sayılarının az olmasına rağmen, ilmi delilleriyle halkın duygularını sarstılar. Gazzali ve onun yolunda yürüyenler bu kimselere bazı temel konularda karşı koymuşlarsa da neticede onlar da (müteahhirin) belli bir dönemden sonra filozofların ortaya koyduğu görüşleri aşırı bir biçimde savunmuşlar ve böylece insanlar nezdinde tesirlerini yitirmişlerdir. Halk onlardan yüz çevirerek onları kötülemiş, artık seçkinler de onları dinlemez hale gelmiştir. Böylece İslam dünyasının onlardan beklediği müsbet netice gerçekleşmemiştir.

Müslümanların başarılı olmasının sırrı Kur'an'dır. Mevcud durumun düzeltilmesi müslümanları Kur'an'a yöneltmekle mümkün olacaktır. Kur'an'ın çağrısı kalplerini kökünden titretmedikçe ve sarsmadıkça uykularından uyanmalarından ve harekete geçmelerinden umut yoktur. Abduh'un dinin ıslahı konusundaki en temel çağrısı, müslümanların yüzyıllar boyunca Kur'an üzerinde oluşmuş tortuları temizlemesi ve böylece Allah'ın kelamı ile muhatap olabilmesidir. Bu nedenle O, Fatiha tefsirine yazdığı mukaddimede en yüksek gayenin Kur'an'ı anlamak olduğunu belirtmekte, hatta tefsir de dahil diğer her şeyin bu yolda bir "aracı" durumunda olduğunu vurgulamaktadır. Yüzyıllarca şerh ve haşiyelerin dogmatik bir biçimde okunmasına ve fikirlerin yenilenmeden taklit edilmesine şiddetle karşı çıkan Abduh, yeniden içtihad ruhunun kazanılması ve ümmetin dinamizmini elde etmesi konusunda herşeyden önce Kur'an'a dönüşü savunurken ve bunun mücadelesini verirken sadece bununla yetinmemiş Kur'an'ın anlaşılması ve yorumlanması konusunda da yeni bir bakış getirmiştir.

Dini ıslahat yolunda en önemli atılımlardan birini de ictihad ruhunu uyandırılması olduğunu düşünen Abduh, H. IV. yüzyıldan itibaren donuklaşmaya başlayan zihinlere ve zihniyetlere şiddetle karşı çıkarak ictihad kapısının açılması konusunda önemle durur. O dinin dört mezheple sınırlandırılmasını ve bu dört mezhebin taklit edilmesi gerektiği fikrini de eleştirerek, yeniden vahyin yorumunun yapılması ve hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmekte; ictihad mekanizmasının çalıştırılmamasını bizzat şeriatın ilkelerine karşı işlenmiş bir suç olarak görmektedir. Müslümanın gerek düşünce gerekse pratikte taklitten kurtulup bilinçliliğe ermesini savunan Abduh, Tevhid Risalesi adlı eserinde şöyle demektedir: "İslam taklidi yasakladı; iman esaslarına körü körüne bağlanmayı, dini vecibeleri şuursuz olarak, mekanik iş gibi yapmayı nehyetti ve taklitçiliğe bütün gücüyle yüklenip ağır darbeler indirdi. Düşünceleri işgal eden taklit kuvvetlerini dağıttı. Zihinlerine yerleşmiş ve anlayışları sarsmış olan köklerini kesip kuruttu. Ümmetlerinin akidelerinin isnad ettiği rükünlerini ve ilkelerini yıktı."

Dini ıslahın öncelikle akidede gerçekleştirilmesini savunan Abduh, İslam'ın, Kur'an vasıtasıyla din adına hüküm koyan tüm otoriteleri yıktığını ve reddettiğini belirtmekte, bütün mü'minlerin inanç ve akidelerini Kur'an'a dayandırmakla yükümlü olduklarını söylemektedir. O, hidayetin dalaletten ayrılmasının şartını öncelikle Kur'an'ın esas alınmasıyla mümkün olacağı görüşündedir.

Haberi vahidler veya tek otoriteye dayalı olarak rivayet edilen hadisler için o şöyle demektedir: "Kendisine hadis ulaşan ve doğruluğuna kanaat getirebilen kimse ona inanmak zorundadır. Ancak hadisin bir kimseye ulaşmaması veya doğruluğu hakkında şüpheler olması halinde, rivayet senedle desteklenmediği sürece inanmamak, imansızlıkla suçlanmayı gerekli kılmaz." "Meselenin özü şudur; bir kimse peygamberin söylediğini bildiği bir şeyi inkar ediyorsa, mesajının doğruluğunu tekzip edip O'nu yalancı olarak tanımlamaktadır. İmanın şartlarının bir bölümünü tanımayı ihmal etmek de bunun gibidir. Bu Kur'an'ın kapsamını ve ameli şeylerle ilgili olan birkaç hadis ve sünneti ihtiva eder."

Kur'an'la çelişen hadisleri daha ilk başta kabul etmeyen Abduh, itikadda da hadislerin delil olamayacağını belirtir. Çünkü hadisler haber-i ahaddır ve dolayısıyla zan ifade etmektedir. Kur'an ise zanna uymaktan şiddetle sakındırır. Bu nedenle mesela Hz. Peygambere sihir yapıldığı ile ilgili rivayetleri ve görüşleri gerek Kur'an'a aykırılığından gerekse haber-i ahadın böyle bir şeye "itikad etmek için" yeterli olmadığından hareketle reddeder.

Sonuç olarak denilebilir ki Abduh, dinin ıslah edilmesinden genel olarak şunları anlıyordu:

1- Tek gerçek kaynak olan Kur'an'ın asli konumuna döndürülmesi.   

2- Allah'ın razı olduğu bir kul olmada en yüce vasıta olan aklın fonksiyonuna kavuşturulması.

3- Gerek düşüncede gerekse pratikte her türlü taklit bağlarını kopararak İslam'ın hayata geçirilmesi demek olan içtihadın yeniden gerçekleşmesi.

Düşüncenin pratikle içiçeliğini gören Muhammed Abduh, toplumsal ıslahın dini ıslahla temellendirilmesi kanaatindedir. İslam dünyası yüzyıllar boyunca düşünce alanında bir donukluk yaşarken toplum düzeni de buna bağlı olarak bir çöküş yaşamak zorunda kalmıştır. Öyleyse gerek birey-cemaat ilişkisinde, gerekse yönetilenle yöneten arasıdaki ilişkiler ve bu ilişkilerin çeşitli kurumsal yansımalarında köklü bir ıslahın gerçekleştirilmesi İslam ümmetinin yeniden dünya yüzeyinde varoluşa katılabilmesi için bir zorunluluk halini almıştır.

Ona göre eğitim programlarının ıslahı, İslam'ı okullarda okutulan ilimlere sadece bazı alimlerin camilerde izledikleri öğretim yöntemini veya bazı fıkıh kitaplarını eklemekle gerçekleşemez. Ona göre böyle bir ıslah için öncelikle ve önemle dini ilimler sahih bir akaid üzerine bina edilmelidir.Dini eğitimin iki temel üzerinde gerçekleşeceğini söyleyen Abduh, sahih bir akidenin verilmesinin lüzumluluğunu ortaya koyduktan sonra, batini fıkıh diye adlandırılan vicdan ilmine, nefs ilmine yönelmek gerektiğini vurgular. Ona göre nefsin durumunu ve yapısını bildiren, kişiyi helak eden özellikler olan yalan, hıyanet, korkaklık, koğuculuk, kıskançlık gibi durumlardan bizi koruyan bu ilmi bilmek ve bu babda eğitilmek gerekmektedir. Ayrıca nefsin kurtuluşunu sağlayan doğruluk, emanet, rıza ve cesaret gibi şeylerin de bilinmesi gerekir. Eğitim bu iki temel alana titizlikle önem göstermeli ve bu iki alanın öngördüğü terbiyeyi gerçekleştirmelidir.Abduh, eğitim ve öğretimde Arapça dilinin ıslah edilmesi, sade, anlaşılır bir hale sokulması konusuna da ciddi önem atfeder.Abduh, dini, akli ve lisani ilimlere yönelik eğitim ve öğretim programını uygulamak amacıyla o günün şartlarında bir nüfuzu bulunan Ezher'i seçmiştir. Abduh, öncelikle Ezher'i ıslah etmek, dolayısıyla önemli bir etkisi ve nüfuzu bulunan bu müessese yoluyla da toplumu ıslah etmeyi amaçlıyordu.

Abduh'a göre yönetim, ümmetin veya toplumun maslahatı gereği vardır. Şeriatın kaos oluşmaksızın yerli yerince uygulanabilmesi ve Kur'ani düzen bazında İslam'ın hayata adil bir biçimde geçirilmesi yönetici kadronun veya liderin (sultan, halife) varlığıyla gerçekleşebilir. Fakat yönetim, bu fonksiyonel ve vasıta konumunu aşıp "sulta" konumuna geçmemelidir. Çünkü İslam zaten her türlü mutlak otoriteyi yalnızca Allah'a veren dinin adıdır.

Abduh'a göre yönetim "şer'i" değil medeni (toplumsal) bir nitelik taşımaktadır. Halifenin, yöneticinin, kadının ve müftünün makamlarının ayrıcalıkları şeriattan kaynaklanmamaktadır. Ama şeriat onların ödev ve iktidarlarını belirler. Bu bakımdan hilafeti Avrupalılar'ın teokrasi adını verdikleri şeyle aynı görmemek gerekir. Çünkü teokraside şeriat hükümleri doğrudan doğruya Tanrı tarafından yönetene bildirilir ve reaya, yönetenin adaletli oluşuna ve reayayı korumaya çalışmasına bakarak değil, dini inancı hükmünce yönetene boyun eğer. Bu durumda mümin, yöneteni ilahi şeriatın düşmanı olarak bilse de ona karşı gelmez... Çünkü dini huccetlik ve iktidar içeren yönetimin işleri her şekilde de din ve şeriat hükmündedir. Fakat İslam'da günahkar yöneticiye boyun eğmek uygun değildir. Eğer yöneticinin yaptıkları sürekli olarak şeriat esaslarına aykırı olursa, müslümanlar onu genelin maslahatı doğrultusunda alaşağı etmelidirler. Ümmet ve onun temsilcileri onu bu makama seçmektedirler ve gerektirdiği zaman onun işine son verebilir. Böylece hükümet başkanı, her bakımdan medeni hakim durumundadır.62

Abduh'un yönetimin ıslahı ile ilgili önemli problemlerinden biri de yasama (teşri) meselesinin çözümü çerçevesindedir. Ona göre tarihi şartlar değişmiştir ve dolayısıyla yeni şartlara uygun, onları dikkate alan yeni kanunlar (ictihadlar) yapılmalıdır. Bu yapılırken Kur'an'ı ve sahih sünneti esas almak gerekmektedir. Önceki müçtehidlerin oluşturmuş olduğu kanun ve düzenlemeler bu günkü ihtiyaca cevap vermemektedir. Bu yüzden bu birikim yeniden değerlen-dirilmeye alınmalıdır. Yasama, tamamı ile insan refahının arttırılmasını amaçlamaktadır. O halde daha önceki içtihatlar bu amacı gerçekleştirmiyorsa bunlar terkedilmelidir.

Onun, yönetimin sağlıklı işleyişine kavuşturulması konusundaki bir diğer açılımı da telfik görüşüdür. Telfik hakimin kendi mezhebi görüşüne uyup uymadığına bakmaksızın özel bir durum için kanunun şartlara en uygun yorumunu seçebilmesidir. Bu bazı klasik otoriteler tarafından, sınırlar dahilinde kabul edilmiş olmasına rağmen Abduh'unki daha kapsamlıdır. Belirli bir takım noktaları diğer bir düsturdan ödünç almak değil, dört müslüman fıkıh mezhebinin, hatta bu doktrinlerin hiç birini kabul etmeyen diğer hepsinin iyi yanlarını birleştiren bir sentez oluşturma görüşünde olan bağımsız hukukçuların sistematik bir karşılaştırmasıdır.

M. Reşid Rıza

Reşid Rıza'nın yaşadığı dönem dünya ölçeğinde önemli bir dönemdir. Batı sanayi devrimiyle birlikte çok büyük ilerlemeler kaydetmiş ve bu alandaki üstünlükleri siyasi ve kültürel alandaki zaferleri izlemiştir. İslam dünyasını bir anlamda ayakta tutan Osmanlı Devleti'nin Batı karşısında askeri açıdan yenilmesi ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan müslümanların kapılarını Batı uygarlığına açması anlamına geliyordu.

İşte Reşid Rıza, emperyalizmin her türlü silahını İslam dünyasına yönelttiği bir dönemde yaşadı. Onun yaşamını öğrenmek bir bakıma müslümanların o devir siyasi ve fikri tarihlerini bilmek demektir.

Her yönüyle kendisinin takipçisi olduğu M. Abduh'la ilk kez Beyrut'ta tanıştı. Abduh Urvetu'l-Vuska'nın kapatılmasından sonra Mısır'daki kargaşalıklar nedeniyle -Urabi Paşa İhtilali- Beyrut'a gitti ve burada Medresetü's-Sultaniyye'de dersler verdi. Rıza da büyük bir istekle bu derslere iştirak etti. Bu dersler 1885'ten 1889'a kadar devam etti. Abduh tekrar Mısır'a döndü.

Reşid Rıza haftalık Menar gazetesinin ilk sayısını 22 Şevval 1315/15 Mart 1898'de çıkarmayı başardı. Dergi, ismini bir hadisten almıştır. Reşid Rıza'dan başka İslam dünyasında tanınmış bir çok düşünür Menar'da değişik konularda yazılar yazmış ve müslümanların nabzını tutmuştur. Bunlardan en önemlileri dil ve edebiyat alanında yazılar kaleme alan Mustafa Sadık Rafii, Muhammed Hader Hüseyin, Abdulkadir el-Mağribi ve Ahmed el-İskenderi, politika, tarih ve sosyal konulardaki yazılarıyla Abdufhamid Zehravi (1816-1871), Abdurrahman el-Kevakibi (1854-1902), Şekip Arslan, Refik el-Azmi (1865- 1925)'i sayabiliriz. Menar, Urvetu'l-Vuska'nın bıraktığı yeri bir çok yönüyle doldurmuştur. Avrupa düşüncesini ve Batı kültürünü hiç bir sorgulama olmadan aynen İslam dünyasına aktaran, sahipliğini genellikle Hıristiyanların yaptığı Muktedaf, Ehram, Hilal gibi gazete ve dergilere karşı çok önemli bir kalkan görevi görmüştür. Yine bu dönemde İslam'a ve peygambere yönelik olarak, özellikle oryantalistlerin yönelttikleri eleştirilere de gerekli cevapları veriyordu.

Derginin ilk sayısında Reşid Rıza yazdığı önsözde önem vereceği konuların başında yeni yetişen neslin eğitimi olduğunu açıklar. Merakişi, derginin hedeflerini ve bunları gerçekleştirirken izlenecek metodu iki aşamada belirtir. 1. Eğitim ve öğretim yoluyla ıslahata önem vermek ve genel İslami selefi ilkelerin yayılmasına çalışmak. Reşid Rıza, Cemalettin Afgani'den farklı olarak bunları gerçekleştirmede siyasetten uzak durmaya çalışır. Bu noktada Abduh'a daha yakındır. Ancak siyasi konjonktür R. Rıza'yı politikaya itmiştir. Bir yandan Osmanlı'nın baskı politikasını eleştirmiş, diğer yandan da İslam birliğini savunmuş, halifeliğin kaldırılmasına kadar bu birliğin Osmanlılar öncülüğünde gerçekleşeceğini de yazılarında sürekli vurgulamıştır. Urvetu'l-Vuska daha çok siyasetle ilgilenmiş ve siyasi ağırlıklı yazılara yer vermiştir. Menar ise çok uzun süreli ve imkanlarının daha geniş olması nedeniyle müslümanların her türlü sorunlarına eğilmiştir. Ekonomik meseleler ele alınmış, akaid ve kelam konularına değinilmiştir. Dini düşüncenin bidatlerden ve hurafelerden kurtarılması hedeflenmiştir.

Dergi, müslümanların taklidin kör edici bağlarından kurtarılmasına çalışır ve İslam'ın ve müslümanların tekrar Asr-ı Saadet dönemine dönülmesinin ancak içtihad kapısının açılmasıyla mümkün olacağını vurgular ve müslümanların kaybettikleri dini hidayet ve dünyevi hakimiyetlerine kavuşmanın yolunun dinin rehberliği ile hayatın gerçeklerini buluşturmaktan geçtiğini işler.

Islahatçı çizgide Menar benzeri Arap dünyasında Cezayir'de Şihab (1926), Tunus'ta da Mecelletu'z-Zeytuniyye (1936) dergileri vardı. Osmanlı'da ise Menar çizgisinde yayın yapan Mehmed Akif'ti. Akif, Sırat-i Müstakim ve Sebilürreşad dergilerinde Menar'dan çeşitli tercümeler yayınladı.

Yine derginin her sayısında Abduh'un Ezher'de ve değişik mekanlarda verdiği tefsir dersleri Reşid Rıza tarafından kaleme alınarak yayınlanır. Reşid Rıza ile Abduh'un ilişkileri bu dönemde çok olumlu ve sıcaktır. Ancak Abduh'un Mısırlı öğrencileri ve arkadaşları Abduh'la onun göçmen Lübnanlı öğrencisi arasındaki sıcak ilişkiyi çekemezler ve Rıza aleyhine çeşitli yalan haberler üretirler. Ancak başarılı olamazlar.

Özetle hiç bir dergi ve gazete, amaçları ve etkileri bakımından Menar kadar etkili olamamıştır.

Amaç ve gayelerine baktığımızda şunları görürüz:

1. İslam birliğini gerçekleştirme gayreti. Özellikle Araplar'ın ve Türklerin birliğinin devamını sağlayıcı canlı bir siyasi birliğin kurulması ve her türlü milliyetçi ve ayrılıkçı eğilime karşı savaşım.

2. Avrupa emperyalizmine siyasi ve kültürel açıdan karşı koyma ve M. Kemal'in 1924'te hilafeti ilga etmesinden sonra doğan siyasi boşluğu doldurma çabaları.

1912 yılında R. Rıza halktan topladığı yardımlarla Kahire'deki Ravda yarımadasında akademiyi resmen hizmete açtı. Aynı adla daha önce bir cemiyet kurulmuştu (Cemiyetü Davet ve'l-İrşad). Bu cemiyet akademiyle ilgili takip edilecek hususları belirledi. Bunlardan bazıları şunlardı:

1. Bu okulun öğrencileri öncelikle ilme çok ihtiyaç duyulan bölgelerden seçilecek (Cava, Çin ve Kuzey Afrika gibi).

2. Öğrencilerin islam ahlakına ve ibadetlerine alışmalarına önem gösterilecek. Irk ve mezhep taassubundan kurtulmuş olarak yetiştirilecek.

3. Davetçilerin dini ve pozitif ilimlerden ihtiyaç duydukları kadar öğrenmeleri sağlanacak.

4. Kurum öğrencilerin yeme, barınma ve kitap gibi ihtiyaçlarını karşılayacak.

5. Okul ve İdare Mısır ve Osmanlı politikasıyla meşgul olmayacak.

6. Okuldan mezun olanlar öncelikli olarak ihtiyaç duyulan bölgelere gönderilecek.

7. Bütün yardımları bu iş için organize edecek bir kurul toplayacak.

Akademinin temel tüzüğünün maddesi şöyleydi: "Davet ve İrşad Kurumu diğer fakültelerde okutulan bütün ilim ve bilimlerin öğretildiği İslami bir fakültedir."

Öncelikle okula 20 ve 25 yaşları arasındaki gençler kabul edildi. Burada 3 yıl okuyup başarılı olanlara Mürşid diploması veriliyor ve bu diploma öğrencinin müslümanlar arasında davet ve irşada yetkili olduğunu, okullarda da öğretmenlik yapabileceğini kanıtlıyordu.

Eğer öğrenci 3 yıldan sonra bir 3 yıl daha sürdürürse gayri müslimleri İslam'a davet etmede ehil kabul ediliyordu.

Reşid Rıza'nın da tedris heyetinin başında yer aldığı akademi, birinci emperyalist paylaşım savaşının başlaması üzerine -Mısır hükümetinin de yardımı kesildiği için- en verimli aşamasında kapandı.

Bu akademi Reşid Rıza'nın düşüncelerinin kurumlaşması ve yaygınlaşması bakımından gerçekten önemliydi. Bir çok İslam alimi bu kurumda yetişmişti. Örneğin Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması'nın yazarı Muhammed Ebu Reyye bu akademiden mezun olmuştu.

Reşid Rıza'nın üzerinde durduğu en önemli konulardan birisi de Kur'an'ın müslümanlarca yeniden hayat rehberi haline getirilmesidir. Müslümanlar uzun bir dönem taklid hastalığına tutuldular ve Kur'an'dan uzaklaştılar. Kur'an'ın geniş halk kitlelerince yeniden anlaşılmasını sağlamak için Rıza, üstadı Abduh'tan bir tefsir yazmasını istedi. Ancak ilk anda Abduh tereddütlü davrandıysa da, Ezher'de tefsir derslerine başladı (1898). Ders esnasında R. Rıza üstadının görüşlerini not alıyor, daha sonra da Menar'da yayınlanmak üzere temize çekiyordu.

Abduh bu dersleri vefatına (1905) kadar sürdürdü. Bu sırada tefsir Nisa Suresi'nin 125. ayetine gelmişti. R. Rıza, tefsiri Abduh'un bıraktığı yerden Yusuf Suresi'nin 107. ayetine kadar sürdürdü. Daha sonra 12 cilt halinde basılmıştır. Daha önceki tefsirlerden farklı olarak sureler ve ayetler numaralıdır. Ayetler kendi içlerindeki bütünlük korunmak suretiyle bölümler halinde açıklanır. Tefsirde sosyal yaşamın bütün problemleriyle ayetlerin münasebeti kurulmaya çalışılır. Bu yönüyle Menar Tefsiri kendinden sonra yazılan bir çok tefsire kaynaklık etmiştir. R. Rıza tefsirde kendi görüşünü ve Abduh'un görüşünü belirtir. Abduh'a göre Kur'an Kur'an'la anlaşılmalıdır. Kur'an tarafından açıklanmadan bırakılan bir şeyi açıklamak yanlıştır ve Kur'an'ın amacını gölgelemektedir. Yine o daha önceki tefsirlerde olduğu gibi İsrailiyyat ve Mesihiyyat kökenli rivayetlere ve pragmatik tahlillere yer vermez. Ancak Rıza, görüşlerini destekleyecek gramer tahlilleri ve rivayetlere tefsirinde yer verir. Rıza, 20. yüzyıl bilimsel bulgularının tamamen Kur'an'da içerildiğini ispatlamaya uğraşan çabalara karşıdır.

R. Rıza'nın İslam'da devlet, hilafet, yönetim gibi konuları geniş olarak "El-Hilafe ev İmametu'l-Uzma" isimli eserinde değerlendirir. Kitap, son Osmanlı padişahı Mehmed Reşad'ın (1918-1922) TBMM tarafından 26 Kasım 1922'de saltanatın ilgasıyla yurt dışına sürülmesi ve halifelik kurumunun manevi bir otorite olarak kabul edilmesi üzerine kaleme alınmıştır. Bu kitabın birinci bölümü ilk olarak 18 Aralık 1922 yılında Menar dergisinin 10. cildinde "İslami Hilafetin Şer'i Hükümleri" başlığıyla yayınlandı.Bundan önce de R. Rıza değişik zamanlarda hilafet, din, devlet ve saltanatla ilgili görüşlerini yazdı. II. Abdulhamid tahtta iken R. Rıza mevcut halife ve halifelikle ilgili olarak İslami açıdan bir takım kaygılar taşısa da onun halifeliğini iki nedenden ötürü kabul ediyordu. Bunlardan birincisi Abdulhamid'in baskıcı karakterine rağmen samimiyetine olan güveni, ikincisi de Türkler ve Araplar arasında siyasi parçalanma korkusu.

Halifenin seçilmesi, şartlarını ele aldıktan sonra Ehli Hal ve'l-Akdin şartları ve sayıları üzerinde durur. Daha sonra halifenin Kureyşiliğini, imama biati, velayet meselesini ve zorunlu imamet konularını tartışır.

Rıza ırk üstünlüğünü reddeder ve kabile asabiyetini ön plana çıkaran İbn Haldun'u eleştirir.

Klasik siyasi terimlerden en çok Ehl-i Hal ve'l-Akd üzerinde durur. Ehli Hal ve'l-Akd alimlerden ve müçtehidlerden oluşur. Ancak bunların sadece din bilginleri olması zorunlu değildir. Rıza bu kavrama birtakım yenilikler de getirmiştir. Örneğin Eş'ari'ye göre iki tanığın huzurunda Ehli Hal ve'l-Akd'den bir kişinin biat etmesiyle halife meşruluğunu kazanır. Ancak Rıza bunun tutarsızlığını vurgular.

Bundan sonra Rıza tarih boyunca sürekli tartışma konusu olan meşhur halifenin adaletsiz emirlerine isyan etme meselesini tartışır. Ehli Hal ve'l-Akd'in adaletsizliğe karşı gerektiğinde savaşla direnme hakkını icra ederken temel şart böylesi bir eylemin faydalarının zararlarından ağır basmasıdır. 

Ancak bu pratikte bu kadar kolay olmamıştır. Ulema tarih boyunca fitne/anarşi çıkar endişesiyle sürekli olarak mevcut zulüm uygulamalarına sessiz kalmak durumunda kalmıştır. Sistemin adilliğini korumakla yükümlü kişiler bizatihi adaletsizliğin sürdürücüleri olmuşlardır. Sonuçta İnayet'in de belirttiği fasit daire ortaya çıkmaktadır.  Bir yandan zulümden kurtuluşun öncüleri olması gereken ulema, diğer yandan ilahi bir zorunluluk havası vererek zulmün herdevam olmasına bizzat neden olmaktadır. Rıza'ya göre bu fasit daireden kurtuluş ancak Ehli Hal ve'l-Akd ile emir arasındaki şura prensibinin işletilmesiyle mümkün olabilir.

O hilafetin geleneksel şekliyle yeniden inşa edilişinin önündeki engellere dikkat çekmekle samimiyetini zaten göstermiştir. Sözkonusu engellerin tesbitinden sonra şöyle bir sonuca varır: Sünni müslümanların (buna kendisi de dahildi) içtenlikle aksini istemelerine rağmen geleneksel hilafetin ihyası mümkün değildi ve dolayısıyla buna en yakın alternatifi seçmek uygun düşerdi. Bunu da üçüncü bölümde açıklar. Çözüm, İslami devlet ya da hükümettir. Ali Bulaç her ne kadar bize İslam devleti kavramının Reşid Rıza tarafından musallat edildiğini söylese de modern anlamıyla devlet Osmanlılar sayesinde İslami literatüre yeni bir katkıydı. Klasik İslam terminolojisinde devlet ve hükümet yerine velayet ve emaret terimleri kullanılıyordu.  Rıza, İslami devlet veya hükümet için iki yeni ilke getirir. Bunlardan birisi, halkın egemenliği ilkesi, diğeri de içtihadla yeni meselelere çözüm bulan yasaların yapılabilmesidir. Halkın egemenliği şura prensibinin işletilmesiyle sağlanır, bu da ulemanın gözetiminde gerçekleştirilir.

İslam devletinin ideolojik yönelimi, İslam'ın asrı saadetteki özüneydi. "Devletin sosyal, siyasal ve ekonomik işleri genel ilkeleri olarak Kur'an, Sünnet ve Raşid halifelerin tarihsel uygulamalarından kaynaklanıyordu."

Halifeye, ancak kararları İslami ilkelere uyduğu müddetçe itaat zorunluluğu vardı. Toplum, temsilcileri (ulema) aracılığıyla itiraz haklarını kullanabilirlerdi. Her birey Kur'an ve Sünneti aracılara başvurmadan anlamak durumundaydı. 

Reşid Rıza'ya göre taklitçi, Allah'ın verdiği fıtrat icabı olan düşünme ve delil arama nuruna karşı en büyük düşmandır. Üzerine kül dökerek o nuru söndürmek ister ve bunu yaparken külü kendine nisbet ettiği zatlara saygı gösterdiğine inanır. 

Halbuki mezhep imamları sürekli olarak kendilerinin verdiği fetvaların delilsiz alınıp uygulanmasını istememişlerdir. Ancak ne zamanki müslümanlar taklit hastalığına yakalandılar ve gerileme başladı. Taklitte o kadar ileri gittiler ki apaçık rehber ve kesin delil olan Kur'an'dan bile yan çizmeye başladılar ve şu tür iddialar ileri sürdüler: "Dini doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp öğrenmek caiz değildir. Çünkü din adamı olan müçtehidlerden başka hiç bir kimse Kur'an'ı anlayamaz, onu ancak din adamları anlar. Şu halde onların her söylediğini -Kur'an'a muhalif bile görünse- almak onlarla amel etmek gereklidir."

Rıza'ya göre Resul, Kur'an için bir açıklayıcıdır. Bu açıklama söz ve fiil şeklinde olur. Ancak ne şekilde olursa olsun Kur'ani bir hükmü iptal ya da Kur'ani bir haberi nakzetmeye muktedir değildir. Sünnet Kur'an'ı neshedemez. Dinin temel dayanağı Allah'ın Kitabı'dır. Ameli sünnet ise ikinci derecede yer alır.

Hadisle ilgili olarak Rıza, metin tenkidine ravi tenkidinden daha fazla önem verir. Kur'an'ın zahiriyle çelişen bir hadis ne kadar sağlam yollarla gelmiş olursa olsun metni sahih değildir. Ona göre kötü niyetli olduğu halde dış görünüşüne aldanılarak güven duyulan bir çok ravi vardır. Eğer senedleri açısından tenkid edildiği kadar metinleri açısından da tenkid edilseler bir çok hadis çürüğe çıkacaktır.  Abduh'un sürdürdüğü çizgiye bağlı kalmış ve onların proje aşamasındaki birçok düşüncesini hayata geçirme başarısını göstermiştir. Bir anlamda ıslahatçı düşüncenin kurumlaşması R. Rıza'yla sağlanmıştır. Abduh'un düşüncelerinin birçoğu onun kanalıyla bize ulaşmıştır.

Reşid Rıza birçok konuda fikir belirtmiştir. Bunların birçoğu bugün için yüzeysel ya da o döneme ilişkin olarak değerlendirilebilir. Ancak onun eleştirilecek yönleri kendi gününün koşulları çerçevesinde değerlendirilirse daha adil davranılmış olur.

Gerek Afgani olsun, gerek Abduh, gerekse de Reşid Rıza olsun, ıslahat önderleri yaşadıkları dönemde verdikleri mücadelelerle şahitlik görevlerini yerine getirmiş, günün fıkhına uygun ameller ortaya koymuş öncülerdir. Ehli islamın yaşadığı coğrafyalarda sömürgecilerin egemenliği altında yaşamalarına asla rıza göstermemiş, direniş hareketlerinin oluşmasına, varolanların desteklenmesine önem vermişlerdir. İçe kapanık, donuk, bireysel boyuta indirgenmiş din algısı yerine dışa açık, mücadeleci, değişim ve dönüştürmeye dönük bir perspektifi öncelemişlerdir. Yaşadıkları dönemin sömürgecilerine karşı, kendi değerlerinden hareketle, dini referanslarla mücadele vermişlerdir. Hem teorik saptırmalara, hem de fiili ifsada, işgal ve sömürüye yönelik olarak o günün koşulları içerisinde ıslah çabalarını sürdürmüşlerdir. Onların takipçileri de kendi özlerine, ana kaynaklara dönerek geçmişi, günü ve yarını değerlendirmişler, kendi koşullarına uygun fıkhı yakalayarak hem teorik hem fiili sapmalara karşı mücadele içine girmişlerdir. Sömürgeci işgalcilerin ifsadına karşı çıktıkları gibi içteki istibdat ve saptırmalara karşı da mücadele azimlerini sürdürmüşlerdir.

Kendi fıkhımızı oluşturmak kaygısı içerisinde hem geçmişimizi hem bugünümüzü doğru kavramak, hem de yarınımıza ilişkin doğru hedefler belirleyerek mücadele hattımızı güçlendirmek amacıyla ıslah öncülerimizi tanımaya ihtiyacımız var. Bugünün sömürgecilerine karşı mücadele ederken, içerdeki ifsada karşı da ıslah çabalarımızı sürdürürken onların bıraktıkları ışıktan istifade edeceğiz. Dışarıdan gelen tehditler kadar içeriden gelen ifsada karşı da Kur'an ve sahih sünnet ışığında yürüyeceğiz. Her daim müslümanlarla dayanışma içerisinde olmaya özen göstereceğiz.

Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda gerçekleşen gelişmelere duyarlılığımızı sürdürmeliyiz. Daha yakın bir coğrafya ve acil çözüm bekleyen bir problem olarak Suriye'deki gelişmelerin önceliği var. Sorumluluk bilinci içerisinde yardım seferberliklerini sürdürmemiz gerekiyor. Islah çizgimizin gösterdiği istikamet budur.

Haksöz-Haber

20130215_204659.jpg

20130215_204736.jpg

dscf1418.jpg

HABERE YORUM KAT