Barışı provoke etmenin iki yolu
Barış sürecini –isterseniz açılım da diyebilirsiniz- provoke etmenin yolu sadece dağlardan geçmiyor.
Barış sürecini provoke etmenin iki yolu var.
Savunma ve ateşkes halinde olduklarını söyleyen PKK’ye bağlı gruplara karşı askerî operasyonları sürdürmek ve bu arada DTP’yi de ‘ihmal etmeden’ bu partiye karşı Yargı’yı ve Yürütme’yi alabildiğine teyakkuz halinde tutmak, barışı provoke etmenin iki yoludur.
Bilindiği gibi geçmişte başarısızlığa uğrayan barış hamleleri ve ateşkes süreçleri, 1984’ten sonra başlayan sıkı muharebelerin sonrasında başlamıştı.
O yıllarda, herhangi bir barış girişimini daha başlamadan provoke etmek, Bingöl’de 33 askerin şehit edilmesi hadisesinde görüldüğü gibi çok zor değildi.
Bingöl’de gerçekleşen katliamdan önce, Genelkurmay, Ağrı ve Diyarbakır’da PKK gerillalarına karşı operasyonlar gerçekleştirmiş ve savaşın devamından yana olan PKK içindeki gruplar böylece harekete geçirilmişti. Bingöl katliamı özünde budur.
1990’lı yıllarda savaşın bitirilmesi ve sorunun çözümü için farklı bir kamusal alan yaratma fikri kimsenin aklına gelmiyordu.
O yıllarda Kürt meselesi nedeniyle tedavülde olan şiddet, sürmekte olan ‘savaş oyununun’ bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu.
Üç bin köyün haritadan silinmesi, 17.500 faili meçhul cinayet, görülmemiş hak ihlalleri ve işkence, şehirlere gelen binlerce tabutun içinde taşınan gencecik ölü bedenlerin, insanların yüreğinde yarattığı etnik hınç ve öfke, bu hınç ve öfkenin, Kürtleri ve Türkleri kuşatan ‘ulusal fay hatlarına’ dönüşmesi; bütün bunlar ne yazık ki, bu savaşın aslında bir oyun olmadığını göstermeye yetmedi.
Bu ‘savaş oyununun’ bir tarafında ‘son ferdi imha edilinceye kadar’ kendisine karşı mücadele edilecek ‘terörist bir örgüt’, bir tarafında ise şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu kimseyle paylaşmayacağı belli olan devletin kendisi vardı.
Savaş sürdükçe, savaşa ait sırlar çoğaldı. Bu sırların yurttaşlar tarafından bilinmemesi için her ne lazımsa yapıldı. Çünkü sırları ifşa olmuş bir ‘savaş oyunu’ devam edemezdi. Ama sırlarını kimsenin bilmediği bir savaş, devletin ihtiyaçlarına ve uluslararası koşullara bağlı olarak sürdürülebilirdi.
Kürt savaşı bu ahval ve şerait içinde ‘kabul edilebilir sınırlarda’ tutuldu.
Ama bu sınırlar yine de zaman zaman alabildiğine zorlandı.
Ergenekon örgütünün; bu ‘savaş oyununun’ içinde yetişmiş kadroların en meşhurlarını ‘devlet tekelinin’ dışına çıkararak ülke çapında bir ayaklanma ve tedhiş yoluyla Türkiye’de iktidar olma talebi, tam da etnik bir çatışmanın fitilini ateşleyecekken, ciddi bir müdahaleyle karşı karşıya kaldı.
Geçmişte, Kürtler ve Türkler ruhsal olarak kendilerini barışa bugün olduğu kadar çok da yakın hissetmiyorlardı. Savaşın kabul edilebilir sınırlarda olduğu bir dönem yaşanıyordu.
Barış meselesi bir bakıma, savaşan tarafların iradesine ve insafına bırakılmıştı. Bu irade ve insaf 1990’lı yıllarda, Özal ve Öcalan’ın düşüncelerinde işe yarayacak oranda olgunlaşmıştı, ama bu iradeyi destekleyecek bir kamusal alan, bir sivil toplum ve bir aydınlar hareketi yoktu. Çeşitli provokasyonları dağlardan örgütlemek bu nedenle çok kolay oldu.
Şimdi ise durum çok farklıdır. Ergenekon, Dağlıca ve Aktütün’den bu yana, bu savaşın hakikati hakkında bu toplumun iyi kötü bir kanaate sahip olduğunu ve bu kanaate rağmen barış sürecini sadece dağı kullanarak boşa çıkarmanın, imkânsız demeyeyim ama, çok kolay olmadığını düşünebiliriz.
O halde barış olsun da ertesi gün Allah canımızı alsın diyen Kürtleri, barış ve çözüm idealinden uzaklaştırmanın en kolay yolu, bence DTP’ye yönelmektir. Bu yönelmenin yarattığı umutsuzluk ve güvensizlik dağlardan toplanan ve Türkiye kamuoyunun çok da farkında olmadığı gerilla cenazelerinin yarattığı acı ve yasla birleşince, ortaya hiç de barışa tahvil edilmeyecek bir ulusal ruh hali çıkıyor.
Aynı şey tabii ki Türk toplumu için de söylenebilir. Ama onun bu savaşı anlamak ve bitirmek bakımından yarası, bence çok daha derin. Kürtler evlatlarının neden elde silah dağlarda olduğunu az çok biliyorlardı, ama Türklere hep yalan söylendi ve şimdi AK Parti’nin başlattığı hakikati söyleme hamlesi adeta bir travmaya çarpıyor.
Açılım süreci bu bakımdan neresinden bakarsanız bakın ‘yüzleşme sanatının’ dünya deneylerine mâlolmuş mekanizmalarını iyi kullanmaya ve harekete geçirmeye bağlı.
Yoksa ‘son terörist kalıncaya kadar’ savaşması ve evlatlarını bu uğurda feda etmesi gerektiğine neredeyse yüzde yüz inandırdığınız bir halkı, bu ‘teröristleri’ üretmiş bir toplumla 25 yıl sonra barışa davet etmek, üstelik bu toplumun ‘bizim gibi’ eşit hakları olduğunu iddia etmek çok kolay değildir.
Bu bakımdan Başbakan Erdoğan’ın grup konuşması, ‘durumun anlatılması ’ için Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Erdoğan’ın şehit aileleriyle buluşması, Bülent Arınç kardeşimin Manisalıların karşısına geçip Kürtçe cümleler kurması, AK Parti’nin bu gerçeğin farkında olduğunu gösteriyor.
Bu ‘kardeş’ kelimesini düşünerek seçmedim, içimden öyle geldi ve yazdım; sanıyorum insanın içinden geldiği gibi yazması daha kıymetlidir, umarım bunun için de eleştirilmem, çünkü Başbakan’ın grup konuşmasına ağladım diye, liberaller ve solcular bana hâlâ kızıp duruyorlar.
Çünkü bir kısım liberallerin ve solcuların Kemalizm’le dansı bitmedi.
Ama bu dönem, Kemalizm’le Kürtlerin dansı da hikâyesi de bitiyor. Bu hikâyeyi farklı bir yolda ve anlayışta AK Parti yeniden yazmaya aday görünüyor.
Tabii bu, AK Parti’nin de aynı zamanda Kemalizm’in Kürt politikasıyla esastan yolunu ayırması oranında başarıya ulaşabilecek bir siyasi hamledir.
‘Yol ayrımları’ndan söz ederken, öyle anlaşılıyor ki, DTP ve PKK arasındaki siyasi ve moral ilişkileri de çokça konuşacağımız ve ‘bize ait’ bu hakikatle yüzleşeceğimiz bir döneme girdik.
Bu noktada DTP’nin kendisini önemsizleştirme pahasına PKK’yi öne çıkarma arzusunun bu yüzleşmeye katkı sunabileceğini sanmıyorum.
DTP Kürtlere de, PKK’ye de, Türkiye’ye de, bence çok lazım, onu feda etmek, muazzam bir boşluk yaratır.
DTP’nin değil, ama asıl muhatabın PKK olduğuna Türkiye kamuoyunu ikna etmek çabası, güvensizliği arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Böyle düşünmek, Öcalan’ın ve PKK’nin barış için vazgeçilmez aktörler olduğunu görmezlikten gelmek değildir. Hem PKK hem Öcalan’ın sürece şu ya da bu şekilde dahil edilmediği bir barış süreci inşa edilemez.
Ama, Kürtlere ve DTP’ye dönüp, “yolunuzu PKK’yle ve Öcalan’la ayırın öyle gelin” demek de gerçekçi bir öneri gibi görünmüyor.
Aliza Markus’u okuyalım tamam, ama okurken bu memlekette PKK hakkında kitap yazmanın hâlâ emekli generallerin ve onların yedek gücü samimi itirafçıların ilgi duyduğu bir alan olduğunu hatırlayıp biraz da üzülelim.
Ayrıca Marcus’un yazdığı kitabın PKK’nin iç infazlarını anlatan bir kitaptan ibaret olduğunu sanmayalım.
Açılım sürecinde, PKK’yle gerçek bir yüzleşme sadece Kürtlerin değil, beraber yaşamaya devam edeceksek, Türkiye’nin de ihtiyaç duyması gereken bir şey.
Bu yüzleşmenin neresindeyiz, asıl sorun burada.
PKK’nin ‘iç-dış infazlarının’ Kürt toplumunda yarattığı travmayı görmezlikten hiç gelmeyelim, hakikat neyse onu elbette talep edelim. Ama Aliza Marcus’un da dediği gibi, “Kürtlerin Öcalan’a ve PKK’ye bugün de sırtını dönmediği, desteğini sürdürdüğü” gerçeğini de; bir iki Kürt aydınının hoşumuza giden ve olup bitenler karşısında şaşkın bir haldeyken bizi yıllar yılı memnun etmekten başka bir işe yaramamış ‘analizlerine ’ bakarak, görmezlikten gelmeyelim.
Kürtler, PKK’den geriye bir şey kalmayınca, hiçbir şeye sahip olmayacaklarını bilmeyecek kadar saf değiller.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT