Barış İstiyorsan Güçlü Olacaksın
Bir önceki yazımı okuyanlardan birkaçı “hala mı savaş istiyorsun, barışı ne zaman isteyeceksin” kabilinden itirazlarda bulundular. Bu zevat anlaşılan bilmiyorlar ki, bugün de adalet ve hakkaniyet içinde bir barış için en güçlü olmaları gerekir.
Hayrettin Karaman / Yeni Şafak
Yalnızca bugün değil, insanlık var olduğundan beri ne yazık ki, güçlü olanlar zayıf olanları ezmiş, sömürmüş, onlara haklarını vermemiş, zaruri ihtiyaçlarından bile mahrum bırakmışlardır. Hak dinler “haklı olan güçlüdür” ilkesini getirmiş, ama uygulamada daha ziyade “güçlü olan haklı sayılmıştır”.
Hz. Ebu Bekir halife seçildiği vakit yaptığı konuşmada şunu da söylemişti:
“Haklı bana göre güçlüdür, onun arkasında durur hakkını alırım, haksız bana göre güçsüzdür onun karşısında durur haksızlığını önlerim!”.
Ama hem İslam dünyasında hem de ötekilerin dünyasında genellikle uygulama, Hazret-i Sıddîk'ın ortaya koyduğu ilkeye uygun olmamıştır.
Güçlünün haklı gibi davranması ve istediğini elde etmesi yalnızca bir toplumun içinde olmamış, uluslararası ilişkilerde de aynı zulüm cari olmuştur.
Bir zamanlar Müslümanlar güçlü idi ve dinlerine uygun davrandıkları sürece yalnızca ülkelerinde değil, ulaşabildikleri kadarıyla dünyada adaletin bekçiliğini yapıyorlar, haksızlığa uğrayanların sığındığı merci oluyorlardı. “İslam barışı” hak ve adalet temeline oturmuş bir barış idi; güç kullanılarak haksızlığın örtüldüğü, korkuya ve baskıya dayalı sükun ve huzurun yaşandığı bir barış değildi.
Son asırlarda gayr-i müslim ülkelerin bir kısmı güçlendi, İslam toplumu ise dinlerinin emirlerini yerine getirmedikleri, hak, adalet ve barış için güçlü olmaları gereğini idrak edemedikleri için maddi manada zayıf düştüler. Güce kavuşan gayr-i müslimler (tabii bir kısmı), zayıf olan ötekileri (bunların Müslüman olanı da başka dinlere mensup olanları da vardır) hak hukuk tanımadan ezdiler, ülkelerini işgal ettiler, maddi ve manevi değerlerini sömürdüler, uzun yıllar sömürge yaptıkları ülkeleri soyup soğana çevirdiler… İçlerinden vicdan sahiplerinin zorlamasıyla son asırda “insan hakları” kavramına iltifat ettiler, altını imza ettikleri belgeler yayınladılar, adaleti ve barışı korumak için uluslararası kurum ve kuruluşlar icad ettiler ama hepsi nafile; yine güçlü olan zayıf olanı ezmeye, sömürmeye ve ondan istediğini almaya devam ediyor.
Bundan önceki yazımda “mücahidlere ve muhacirlere yardım edelim” demiştim. Bu yardımın içinde “düşmana ve zalime karşı güçlü olabilmeleri için gerekiyorsa silahın da olmasına” işaret etmiştim.”
Yazıyı okuyanlardan birkaçı “hala mı savaş istiyorsun, barışı ne zaman isteyeceksin” kabilinden itirazlarda bulundular. Bu zevat anlaşılan bilmiyorlar ki, bugün de adalet ve hakkaniyet içinde bir barış için bunu isteyenlerin en güçlü olmaları gerekiyor. Ne demişti Namık Kemal:
“Hazır ol cenge eğer istiyorsan sulh-u salah”
Ve ne diyor Kerim Kitabımız:
“Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz ama Allah'ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.” (Enfal: 8/60).
Bir zamanlar caydırıcı güç “savaş atlarına binmiş cengaver süvarilerdi”, şimdi savaş uçaklarıdır, füzelerdir, nükleer silahlardır. Bu silahlara sahip olan birkaç milyonluk bir devlet, sahip olmayan yüz milyonları tehdit edebiliyor.
Ya nükleer silah dünya yüzünden kalksın, yahut da her devlette bulunsun!
Cenevre'de mazlumların haklarını almalarını ve adil bir barışın yapılmasını istiyorsak masadaki tarafların aralarında güç dengesinin bulunması şarttır. Aksi halde orada da “güçlü haklı olur” vesselam.
HABERE YORUM KAT