1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Bana düşen ne?" sorusunu sorabilmek...
"Bana düşen ne?" sorusunu sorabilmek...

"Bana düşen ne?" sorusunu sorabilmek...

Taha Kılınç, Filistin'de zulüm devam ederken herkesin sorumluluğuna göre hareket etmesi gerektiğini hatırlatıyor.

09 Ekim 2024 Çarşamba 10:30A+A-

Taha Kılınç / Yeni Şafak

“Hep konuşacak mıyız?”

Aksâ Tufanı’nın başlangıcından itibaren, Türkiye’nin çeşitli illerinde, çok farklı kurumların çatısı altında ve online platformlarda en az 346 konuşma yapmışım. Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın biz Müslümanlar açısından ehemmiyeti, Filistin tarihi, Siyonist işgalin süreçleri, işgale karşı Filistin cephesinde gösterilen direnişin safhaları, İslâm dünyasının ve Müslümanların ahvali, Ortadoğu yakın tarihinin dönüm noktaları gibi birçok başlık altında gündemi yorumlarken, tüm bu konuşmaların bir yerden sonra karşılıklı dertleşmeye dönüşmesi de kaçınılmazdı elbette.

Soru-cevap faslında ise, şu sorunun cevabına muhakkak detaylı biçimde değinmek durumunda kaldım: “Hep konuşacak mıyız?” Öyle ya, ortalık kan gönlüne dönmüşken salonlarda ya da ekran başlarında oturup konuşmanın gerçekten bir faydası var mıydı? Üstelik, konuşulan şeylerin çoğu zaten bildiğimiz şeylerken, acaba bizatihi konuşmanın kendisi vakit kaybına dönüşmez miydi? Konuşmanın bizi götüreceği bir netice var mıydı? Yoksa “en azından bir şey yapmış olmak için” kendi kendimizi mi eğliyorduk?

Yaşananları dışarıdan izlerken, konuşmak insana konforlu bir israf gibi görünebilir, doğru. Ancak geride bıraktığımız bir yıl boyunca, benim yakından fark ettiğim bir hakikat oldu: Bunca muhabbetimize, samimiyetimize, gözlerimizin yaşına ve gönüllerimizin rikkatine rağmen, en temel meselelerde bile bilgi eksiklerimiz çok fazla. Bildiğimizi zannettiğimiz çoğu şey, kanatları birbirine değmeden uçuşan kelebekler misali, kafamızın içinde bağlantısız ve birbirinden kopuk. Buna bir de siyasî polemikleri, iç politika kavgalarını, sosyal medya dezenformasyonlarını ve çeşitli tarafgirlikleri eklediğinizde, en şuurlu davranmasını beklediğiniz insanların dilinden bile “Arapların meselelerinden bize ne?”, “Topraklarını sattılar, başlarına gelenleri hak ediyorlar”, “Burnumuzu Ortadoğu bataklığına sokmayalım” türünden cümleler işitebiliyorsunuz.

Bazen ev hanımlarına konuşmalar yaptığım oluyor. Onlara bilhassa hatırlatıyorum: “Eskiden olsa, İslâm coğrafyasının gündemine dair meselelerle doğrudan hiçbir alakanızın olmayacağını düşünebilirdiniz. Ancak şimdi, siz evinizin içinde kendi işlerinizle meşgulken bile, çocuğunuzun okulda işitip eve taşıdığı bir dedikodu üzerinden, konu gelip mutfak tezgâhınızın üzerine yerleşebilir.” Yani, sadece akademisyenlerin, gazetecilerin, siyasetçilerin veya kanaat önderlerinin ilgi alanından söz etmiyoruz artık. Her şeyin herkes tarafından ölçüsüzce tartışıldığı günümüzde, gündemin sıcak polemiklerinden de kimse kaçamıyor.

Dolayısıyla, meselelerimizi konuşacağız, doğru biçimde ele alacağız, temel yoksa atacağız, temel eksik ve yanlış atılmışsa eksikleri tamamlayıp yanlışları düzelteceğiz. Konuşmadan olmaz. Problem, “sadece” konuşursak başlıyor. Sadece konuşup hiçbir adım atmazsak, sadece konuşup eleştirmeyi alışkanlık haline getirirsek…

Kendi adıma, İslâm coğrafyasını hep acılar ve dramlar üzerinden anlatmayı, sürekli sağa-sola sataşarak birilerini suçlu ilân etmeyi veya düşmanın ne kadar acımasız olduğuna dair dokunaklı nutuklar atmayı verimli bir konuşma biçimi olarak görmüyorum. Bütün bunları zaten -maalesef- yaşayarak görüyor ve biliyoruz. Esas verimli bir konuşma, çözüm önerilerini ve uygulanabilir bir yol haritasını da içermelidir. Trajedi tasvirine, siyasî polemiğe ve düşman karşısındaki “perişan” halimizin sürekli hatırlatılmasına doyduk. Dinledikten veya ekranı kapattıktan sonra, bizi harekete geçirecek, olumlu anlamda bir yerden bir yere intikal ettirecek, ümitlerimizi tazeleyecek, yürümeye devam edebilmemiz için bize güç verecek gerçekçi bir dile muhtacız.

Bu açıdan, bütün konuşmalarımda sözü “Peki, ne yapmalıyız?” noktasına mutlaka getiriyorum. Ardından, üç temel vazifemiz olduğunu vurguluyorum:

1) Hadiseleri bütün boyutlarıyla ve derinlemesine kavramak,

2) Her nerede duruyorsak, “Bana burada ne düşer?” sorusunu sormayı hiç bırakmamak,

3) Her ne yapıyorsak, her anlamda en kaliteli ve güzel biçimde yapmak. Kanaatimce, bu üç vazifeyi kendi dar çevrelerimizden başlayarak İslâm coğrafyası çapındaki büyük meselelere kadar genişletebiliriz.

Bilgisayar başına otururken, Aksâ Tufanı’nın bize ne öğrettiğine ve bir yılda nerden nereye gelindiğine dair bir yazı yazmak niyetindeydim. Ancak kelimeler ve cümleler hızlıca ardı ardına sıralandı, ortaya başka bir yazı çıktı. Tufandan öğrendiklerimizi, nasipse cumartesi konuşalım.

HABERE YORUM KAT