Balyoz Ocağı’nda Hüzün ve Sessizlik
Balyoz davası kapsamında birer ikişer tutuklanan muvazzaf veya emekli subaylara dair haberler kamuoyu nezdinde gerektiği kadar etki yapıyormuş gibi bir izlenim edinmek zor. Öyle ki artık tutuklanan askerlerin ne ile suçlandıklarına dair detaylı bir haber dahi bulamıyoruz.
Genel olarak her gözaltı ve tutuklama için Gölcük ve Eskişehir’de ele geçirilen belgelere atıf yapılıyor. Üstelik merkez medyanın her zaman yapageldiği üzere Balyoz şüphelisi subayların şahsi kahramanlık hikayelerine neredeyse hiç rastlamıyoruz.
Oysa ki, merkez medyada TSK mensubu her subaya ait kamuoyuna sunulmak üzere en az üç beş kahramanlık hikayesi, eş ve çocuklarıyla çekilmiş fotoğraflar eşliğinde anlatılan mutlu aile tabloları da bulunurdu. Demek ki, bu tür bilgilerin servis edilmesinde veya servis edilse bile istenen etkiyi oluşturmasında ciddi bazı şüpheler var.
Silivri ve Hasdal’a gönderilen Balyozcu subay sayısının artmasıyla basında çıkan haberler arasında önceki dönemlerin aksine bir ters orantı var. Tutuklanan subayların sayısı artıyor fakat konuyla ilgili haberlerin sayısı ve hacmi gittikçe azalıyor. Bu ters orantı hayra alamettir. Balyoz davasının akamet uğratılma ümidinin ne kadar zayıfladığına işarettir.
Tümgeneral Bertan Nogaylaroğlu ve beraberindekilerin tutuklanması karşısında ortaya çıkan sessizlik havası en başta TSK Psikolojik Harekat Dairesi ve uzantılarının zayıflığını gözler önüne seriyordu. Hatırlayacak olursak 2007 yılında “Türkiye için kaos senaryoları”nın geliştirildiği Hudson Enstitüsü toplantılarında Nogaylaroğlu Washington Askeri Ateşesi sıfatıyla bulunmuştu.
Hükümeti düşürmek için bir dizi büyük çaplı sabotaj ve suikast dahil kontrgerilla senaryolarının geliştirildiği Hudson toplantıları deşifre olunca GenelkurmayBaşkanlığı ne yapmıştı? Beklendiği üzere TSK Nogaylaroğlu’na (ve elbetteki misyonuna) sahip çıkıp ödüllendirmişti. Nogaylaroğlu tümgeneralliğe terfi ettirildi ve Genelkurmay Dış İlişkiler ve Güvenlik İşleri Daire Başkanlığı görevine atandı. Fakat ‘çekirge bir sıçrar, iki sıçrar’ derken üçünçüde yakayı ele verdi. Nogaylaroğlu önce istifa etti sonra da tutuklanarak Silivri’ye gönderildi.
Tümgeneral Nogaylaroğlu’nun ne şahsi kahramanlıkları, üstün liyakatleri, vatan-millet sevgisi haberlere konu oldu ne de geride bıraktığı gözü yaşı ailesinin dramı. Bu çerçevede yapılan haberlerin trendinde ciddi bir düşüş görülüyor. Belli ki TSK Psikolojik Harp Dairesi ve uzantıları bu şartlar altında yaşanan meşruiyet krizini ve mensuplarının tutuklanıp yargılanma sürecini engelleyebilecek gücü kendilerinde gör(e)miyor.
Yüzyıldır Türkiye’yi kuşatan bu militarist tahakkümün zayıflatılmasında toplumsal, siyasi, kültürel elbetteki bir çok faktörün etkisi olmuştur ve olacaktır. Bu noktada askeri vesayet sistemini ayakta tutan faktörlerin silahlı kuvvetler ve yasal düzenlemeler kadar bilgi ve psikolojik propagandaya da dayandığını gözardı etmemek gerek.
Bilgi olarak her daim tekrarlanan “Her Türk asker doğar!” sözünün akla, mantığa, gerçeğe tamamen aykırı oluşunu izaha bile gerek yok. Ya da sağ-muhafazakar camia arasında hiç tartışılmaksızın benimsenmiş “Ordu, Peygamber ocağıdır!” sözünün muhasebesini yapmaktan ne zamana kadar uzak durulacak? “Ordu ne zaman ve nasıl Peygamber ocağı oldu?” sorunun cevabını aramak bu kadar mı zor?
Koskoca bir toplumun yüzyıldır hayatını karartan ulusalcı-militarist bir siyasetin/sloganın tarihçe ve mantığı üzerine ciddi bir hesaplaşmayla gidilememesinin bedeli çok ağır olmuştur. Oysa, askeri sınıf ve kurumların kurucu ideolojisi ve mantığı üzerine odaklanmadan Türkiye’de darbeler ve cunta oluşumlarıyla mücadele edilemez.
Hukuki ve siyasi tedbirler kadar propaganda yoluyla inşa edilen yanlı(ş) bilgi ve algıların da tasfiye edilmesine yönelmek gerekli.
Bu çerçevede Şükrü Hanioğlu’nun Sabah Gazetesi’nde yazdığı “Silahsız Millet” başlıklı yazı (3 Temmuz) Türkiye’deki militarist tahakkümün köklerine dair çok değerli bir analiz. Hanioğlu, Mekteb-i Harbiye reformunu gerçekleştirmek üzere Osmanlı yönetimi tarafından ülkeye davet edilen Alman askeri strateji kuramcısı Colmar von der Goltz’un “Genç Subaylar” arasında oluşturduğu ideoloji ve misyona dikkat çekiyor.
Goltz’un 1883 yılında yazdığı ve Osmanlıca’ya Millet-i Müsellâha (Silahlı Millet) olarak çevrilen Das Volk in Waffen isimli eserin İttihat Terakki ve Kemalist kadrolar üzerindeki etkisini irdelemesi açısından Hanioğlu’nun yazısı çok güzel malzemeler sunuyor. Birey ve toplumu kişiliksizleştirmek isteyen askeri devlet merkezli psikolojik harekatın tarihçe ve mantığını tartışmaya açmakta daha fazla geç kalınmamalı.
YAZIYA YORUM KAT