Bağlayıcı Değilse de Kesinlikle Provokatif
AB ile ilişkilerin çoktandır can sıkıcı bir hal aldığı aşikâr. Bu sebeple ajanslara son dakika gelişmesi olarak düşen haber hiç de şaşırtmadı. G-20 Zirvesi’nin hemen arifesinde Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin derhal ve resmen askıya alınması yönündeki raporu küçük bir itiraz fakat büyük bir destekle kabul etti. AP Genel Kurulu’nun Strazburg’ta aldığı karar sembolik ve bağlayıcı olmayan bir mahiyete sahipse de ileri düzeyde can sıkıcı bir işaret olduğu muhakkak.
16 Nisan’da halk oylamasına sunulan anayasa değişikliği paketinin hem kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı hem de Kopengah Kriterleri’yle uyumsuz olması AP’nin temel gerekçesini oluşturuyor. AP ilaveten Akkuyu Nükleer Enerji Santrali projesinden de vaz geçilmesini talep ediyor söz konusu raporunda. Üyelik müzakerelerini askıya alma çağrılarına rağmen rapor kimi stratejik alanlarda da ‘kuvvetli iş birliği’ çağrısı yapmakta AB ülkelerine. Mesela ticaret, enerji, ekonomi, göç ve terörle mücadele gibi alanlar Türkiye-AB ilişkilerinde samimi ve açık bir ilişki öngörülen ortak çıkar alanları olarak imleniyor. Üyeliğe uygun görmedikleri Türkiye’yi açık pazar ve ileri güvenlik bölgesi olarak değerlendiren rasyonalite AB’nin hepten ideolojik bir tutum sergilemediğini de teyid etmiş oluyor böylece!
Gerilimli Ama Kopmaz
Türkiye açısından AP tarafından kabul edilen taslak rapor esasen AB ile ilişkilerin mevcut olumsuz hatta yıkıcı gelişmeler silsilesinin şimdilik son halkası mesabesindedir. Bu bağlamda AB Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in ilk elde verdiği beyanatları kaba bir rest çekme, ilişkileri koparmaya heveskâr bir tutum olarak okuyamayız. Doğal olarak Bakan Çelik’in her ne kadar “AP Raporu yok hükmündedir ve aynen iade edilecektir” cümleleri öne çıkarılıyor olsa da Türkiye’nin yol haritasını ilan eden beyanatı bunlardan ibaret değildir. Raporun öncekiler gibi objektif ve dengeli olmaktan uzak, gerçekleri saptıran ve önyargılar üzerine temellendirildiği için de kriter olmaktan çok uzak oluşunun vurgulanması basit bir tepkisellik değildir.
Türkiye, AB’nin öteden beri sergilediği fakat son dönemlerde iyice baskın karakter kazanan tutarsız, ayrımcı ve hasmane tutumu gayet net görmekte ve bunun değişik boyutlarda sıkıntısını çekmektedir elbette. Fakat gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde yaşanan gerilim, ayrışma ve çatışmalar Türkiye’yi AB’yle ilişkileri belirli bir düzeyde sürdürmeye mecbur kılıyor. Yapıcı ve kazandırıcı yönünü çoktan yitirmiş olsa da yıkıcı ve kaybettirici yönlerinden korunmak üzere AB’yle ilişkileri kopartmaktan imtina eden bir siyasal strateji yürütülüyor bu sebeple.
Bakan Çelik’in haklı olarak AB’ye yönelik dile getirdiği ağır eleştirilerin arkasına 25 Temmuz’da Brüksel’de gerçekleştirilecek zirveye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’yla birlikte katılacağını hatırlatıp “AB kurumları ile diyaloğu güçlendiren bir anlayış içinde olacağız” demesi sebepsiz değil. Vize serbestisi, gümrük birliği, terörle mücadele gibi meseleleri anarak katılım müzakerelerini Türkiye-AB ilişkilerinin esası olarak ısrarcı olmak çaresiz veya alternatifsiz kalmayla alakalı olmasa gerektir. Mevcut şartlar göz önünde tutulunca “Karar bizde moral bozukluğu yaratmayacak” çıkışı reel olmaktan uzak olsa da bir kararlılık beyanı olarak vacip sayılır.
Nihayet Başbakan Binali Yıldırım da AP’nin kararını hükümsüz ilan ettikten sonra AB’yi kafa karışıklığından vazgeçmeye davet etti. Vurgu yine Türkiye’nin her zaman farklı seçenekleri olduğu yönündeydi ancak bu alternatifleri iktisadi, siyasi, stratejik veya diplomatik değil de güvenlik öncelikli değerlendirme zaafını belirginleştirerek takdim ediyordu : “AB üyeliği, Türkiye'ye bir menfaat sağlarsa, AB'ye iki menfaat sağlar. Unutulmamalıdır ki AB'nin güvenliği Türkiye'den başlar.”
Linç Mantığını Seferber Edenler
Suriye’deki gelişmelerin PKK ve Esed rejimi, Amerika ve Rusya, Katar ve Suudi Arabistan ikilemlerine sürüklediği bir vasatı yaşıyor Türkiye. İlaveten Irak, Mısır, Libya ve Filistin’e yönelik Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ablukasıyla hareket alanı giderek daraltılmaktadır. Cenevre’de süren Kıbrıs’a ilişkin görüşmelerin Türkiye’nin aleyhine bir iklimde gerçekleştiği de ortada.
Donald Trump Başkanlığındaki Amerika’nın Suriye’de gerilla örgütlenmesinden modern silahlarla donanımlı küçük bir orduya dönüştürmek üzere seferber olduğu PKK’nın Türkiye’de sivillere dönük katliamlarını tekrar hızlandırdığı bir vasattayız. Kan dökerek siyasal ve toplumsal iradeyi çökertmeyi hedefleyen 15 Temmuz askeri darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçmek üzere. Fethullahçı Cunta’nın istihbarat ve operasyon kadrolarından önemli bir bölümüyse halen firarda. Türkçü ve Kürtçü ulusalcıların en ahlaksız ve adice provokasyonlarla özellikle Suriyeli muhacirlere dönük sistematik linç organizasyonları tertiplemek üzere ha bire paslaşıp duruyorlar.
AB’nin Amerika ve Rusya’dan, Amerika veya Rusya’nın da AB’den daha güvenilir bir müttefik olmadığı tecrübeyle sabit. Türkiye’nin temsil ettiği insani, siyasi, ahlaki, askeri ve stratejik potansiyel dolayısıyla sözde müttefiklerinin ve onlarla iltisaklı örgütlerin hedefi olmaktan kaçabilmesi oldukça zor gözüküyor. Güçlü olmak zorunda ancak bu güç iktisadi, siyasi ve askeri olduğu kadar ahlaki, hukuki ve toplumsal adaleti de eş zamanlı olarak içermeye mecburdur. Bunu temin etmek içinde kamuoyunda hamaseti öne çıkaran, makul ve sağduyulu hareketi lüzumsuz gören, tepkisel ve konjontürel olanı merkeze alan siyasal akıl ve iklimden imtina etmek gerekir.
YAZIYA YORUM KAT