BAE’nin İslam Mesajını Sulandırma Gayretleri ve Hukemâ Meclisi
BAE Veliaht Prensi Bin Zayed’in (MBZ) himaye ve sponsorluğunda sahneye çıkan Hukemâ Meclisi’ni mercek altına alan Taha Kılınç, BAE’nin İslam mesajını apolitize etme ve İslami hareketleri pasifleştirme çabalarına dikkatleri çekiyor.
Taha Kılınç’ın Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısı (20 Mayıs 2020) şöyle:
Hukemâ Meclisi
Sözlüklerde “eşyanın hakikatini derinlemesine kavramak, olgular arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini dengeli biçimde kurmak, hadiselerin arka planına vâkıf olmak, bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmak” gibi çağrışımlarla tarif edilen “hikmet” kelimesi, İslâmî kavramlar dünyasının anahtar ifadelerinden biridir. Aynı kökten türeyen “hakîm” sıfatı da (çoğulu “hukemâ”dır), yukarıda çizilen çerçeveyle mücehhez insan tipine verilen isimdir. Kur’ân’da adından söz edilen Lokman’ın “hakîm” unvanı da buradan gelir. Nitekim kendisine “hikmet” verildiği, ayette açıkça belirtilmiştir. Birçok kaynakta, günlük kullanımda “Lokman Hekim” dediğimiz şahsın, aslında “Lokman Hakîm” olduğuna da işaret edilmiştir.
Bu kavramsal girişin ardından, 6 yıl önceye gidelim:
19 Temmuz 2014 (hicrî: 21 Ramazan 1435) günü, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) başkenti Abu Dabi’de toplanan bir grup din adamı ve siyasetçi, “Müslüman Hakîmler Meclisi” (Arapçası: Meclis-u Hukemâi’l-Muslimîn) isimli yeni bir çatı kuruluşun teşkil edildiğini dünyaya duyurdu. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in (MBZ) himaye ve sponsorluğunda sahneye çıkan Hukemâ Meclisi, bu nedenle olacak, kuruluş bildirgesinde MBZ’nin babası Şeyh Zayed’i “Arapların Hakîmi” sıfatıyla anarak övgülere boğuyordu. Bildirgede, meclisin kuruluş amacı da “Müslümanların evinin içini tertip ve düzene sokmak; Müslüman toplumlarda barış ve birlikte yaşama kültürünü yaygınlaştırmak; siyasî, dinî ve ırkî çekişmeleri sonlandırmak ve tüm bu yöntemlerle yıkıcı faaliyetlerin önüne geçmek” olarak açıklanıyordu.
Hukemâ Meclisi’nin kadrosu dikkat çekiciydi. Başkanlığına, kendisinden “El İmâmu’l-Ekber” (En büyük imam) olarak söz edilen, Ezher Şeyhi Ahmed Tayyib getirilmişti. Başlıca üyelerse şunlardı: BAE Yüksek Fetva Konseyi Başkanı Şeyh Abdullah bin Beyye, Ahmed Tayyib’in sağ kolu Şeyh Hasan eş-Şâfiî, Bahreyn Fâtih Camii Başimamı Dr. Adnan Abdullah Kattân, Mısır eski Evkâf Bakanı Mahmud Hamdi Zakzûk, ABD’li muhtedî akademisyen Sherman Abdulhakim Jackson, Nijerya Fetva Konseyi Başkanı Şeyh Şerîf İbrahim Sâlih Huseynî, Dubai Evkâf Bakanlığı yöneticilerinden Ahmed Abdulazîz Haddâd, Suudi akademisyen Dr. Abdullah Ömer Nasîf, Endonezya eski Dinî İşler Bakanı Muhammed Kureyş Şihâb, Lübnanlı Şiî din adamı Seyyid Ali Emîn, Faslı din adamı Şeyh Mustafa Benhamza, Tunuslu din adamı Dr. Ebû Lubâbe Tâhir Huseyn, Ürdün Kralı Abdullah’ın kuzeni Prens Gâzî bin Muhammed, Cezayirli Âlimler Birliği Başkanı Abdurrezzâk Kassûm ve Pakistanlı din adamı Takiyyuddîn Osmânî. (Son iki üye, adlarının rızaları alınmadan listeye yazıldığını ifade ederek, bilâhare meclisten çekildi.)
İsmindeki derin İslâmî ve insanî çağrışımlara rağmen, Muhammed Mursi’nin devrildiği Mısır darbesinden hemen sonra, adeta yangından mal kaçırırcasına oluşturulan Hukemâ Meclisi, BAE-Mısır-Suudi Arabistan troykasının Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında başlattığı yeni siyaset dizaynına paralel bir girişimden başka bir şey değildi. O dönemde başkanlığını Yûsuf el Karadâvî’nin yürüttüğü Katar merkezli “Müslüman Âlimler Birliği”nin BAE güdümlü bir kopyasını üretmeye soyunan MBZ ve şürekâsı, böylece “dinî sahaya nizamat verilecekse, onu da biz yaparız” demiş oluyordu. Katar ve Türkiye eksenini kendince dışlayan, Ezher’i yedeğine alarak Müslüman dünyada sözde saygınlık kazanmaya çalışan ve bu şekilde boşluğu doldurarak “ılımlı İslâm” projesine start veren akıl, elbette ABD ve İsrail’den de sıkı bir destek görüyordu. BAE ve ortaklarının bölgede sürdürdüğü “hikmetsiz” politikaların halklar nezdinde temellendirilmesi ve uzun vadede, “uluslararası sistemle çatışmayacak bir din dili” üretme projesiydi bu.
Hukemâ Meclisi ve çeşitli ülkelerde ortak çalıştığı ideolojik kardeşleri, coğrafyanın çok farklı noktalarında şimdiden faaliyete geçtiler bile. Libya’da meşru hükümeti kastederek “bunlar sapık, bunlarla savaşmak cihaddır” fetvaları yayan satılık Selefi gruplar… Gece-gündüz İhvân-ı Muslimîn ve “Siyasal İslâm” sövgüsüyle yatıp kalkan tele-vaizler… Osmanlı mirasına düşmanlıkta yarışan gazeteciler, yazarlar, akademisyenler… Özellikle Balkanlar’da Türkiye’den rol çalma derdiyle sahayı arşınlayan sözde “yardım” kuruluşları… Hepsi, aynı paltonun içinden çıkmış ürünler.
Müslüman dünyanın gelecek nesillerini derinlemesine etkileyip dönüştüreceğinden, Hukemâ Meclisi türünden yapılanmaların ve uzantılarının çok yakından takip edilmesi gerekiyor. Hatta keşke Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde, bu konuya özel bir “çalışma grubu” oluşturulsa… Ben, en azından hatırlatmış olayım.
HABERE YORUM KAT