Baas rejiminin çökmesi ve Suriye’den Türkiye’ye bakış
Çocukluk yıllarımın önemli bir kısmı, Mardin’in köylerinde geçti. Henüz uydu yayınlarının olmadığı yıllardı. Evimizin çatısına kurduğumuz o dönemin helikopteri andıran anteni sayesinde coğrafi yakınlığın sağladığı avantajla Irak ve Suriye devlet televizyonlarını da izleyebiliyorduk.
Devletlerin ellerindeki tüm aygıtları homojen bir ulus yaratma idealiyle hoyratça seferber ettikleri yıllardı. İlkokula adım attığımız günden itibaren Kemalist ideolojinin temelini oluşturan ilkeler sağanak gibi üzerimize boca edilmişti. Ne ki; devletler, kendi ideolojilerini topluma kabul ettirmenin en önemli aracı olarak eğitim sistemini görüyordu. Ders kitaplarında “kurucu liderin” resimlerinin yanına, sağına, soluna Türklüğün, çağdaşlığın, ilerlemenin faziletine dair serpiştirilen şoven söylemlerin haddi hesabı yoktu. Türkçe, Din Dersi, Fen Bilgisi, Sosyal Bilgiler hiç fark etmiyordu. Her şey, her kelime, her görüntü, devletin ideolojisinin bir parçasıydı; bir tür düşünsel hiyerarşi, ideolojik bir düzenin temelleriydi.
Televizyonculuğun gelişmesiyle birlikte, devlet yöneticileri de bu aracın toplumsal değişim ve dönüşümdeki gücünü fark etmiş ve pervasızca kullanmaya başlamışlardı. Sabahları televizyonlar güne başlarken, açılış programlarında 'ulu önderin' muhtelif resimleri, elinde meşale tutan gençler, marşlar, törenler, askeri geçitler, toplar, tanklar ve tüfekler yer alıyordu. Aynı şekilde bu şoven görüntüler eşliğinde geceleyin televizyonlar kapanıyordu. Radyo, televizyon ve gazeteler sadece bilgi kaynağı değil, aynı zamanda bir ideolojik araç olarak kullanılıyordu. Hala da öyle.
Sözünü ettiğim o çocukluk yıllarımda Suriye ve Irak televizyonlarını izlerken aradaki bu müthiş benzerlik beni çok şaşırtmıştı: Hafız Esat ve Saddam Hüseyin’in boy boy resimleri, havada akrobasi hareketi yapan uçaklar, elinde meşale ileriye doğru koşan gençler, top ve tankların eşlik ettiği resmi geçitler, törenler, marşlar…Gerçi marşlar Arapça okunuyordu ama zaten bu asabiyet kokan dile aşina biri için o tok sesle verilen mesajlar gayet açıktı: Cumhuriyye, Watan, Reis, Kaid, Saddam, Esad, Suriye, Irak… Bütün bu heykeller, resimler, marşlar, geçitler, törenler düşündürmekten çok sindirmek, sorgulamaktan çok kabul ettirmek için insanların gözüne sokuluyordu.
Ama ya biz, o çocuk zihin, bu haritayı ne kadar anlayabiliyordu? Aslında pek haz etmediğim halde içimde bir tür zorla kabullenmeye dayalı bir bağlılık hissi mi uyanmıştı bilmiyorum ama o çocuk aklıma bazen deli sorular takılmıyor değildi: Acaba bir savaş olursa biz mi daha güçlüyüz, bunlar mı? Ya da; bizim liderimiz mi, bunlarınki mi daha yakışıklı? Hafız Esat karşısında açık ara önde olduğumuzu düşünüyordum ama Saddam’ın boyu, posu ve o heybetli bakışları karşısında fiftififti arada kalıyordum.
93 yılında Suriye’ye ilk seyahatimi yaptığımda şaşkınlığım daha da artmıştı. Kafamı hangi yöne çevirsem Hafız Esat’ın bir heykeli veya farklı bir resmi ile göz göze geliyordunuz. Gözünüzü onun gözünden kaçırmak neredeyse imkânsızdı. Dağa, taşa her yere onun heykelini yapmışlardı. Arabaların üzerinde, işyerlerinde ya da herhangi bir boş duvarda onun resimleri yer alıyor, bu resimlerin altında ise 'Lebbeyk ya Hafız, Nefdik ya Hafız' yazıları bulunuyordu. Bazı resimlerde, omuzlarına bolca madalya takmış askeri üniformalı, bazılarında ise takım elbise ve kravat giymiş, resmi bir şekilde poz veren bir görüntü vardı. Resimlerdeki bu pozlar, içlerinde gizli ‘mesajlar’ ve ‘ritüeller’ barındırıyordu. Askeri üniforma içinde madalyalarla donatılanlar savaşın sembolü iken, takım elbiseli olanlar ise liderin "sivil" tarafını sergileyerek halkına daha yakın olmaya çalışıyordu. Ama her ikisi de aynı şeyleri anlatıyordu: Güç, denetim ve varlık.
Fakat bu abartılı tazim ve hürmetin sevgi ve bağlılıktan değil, korku ve baskıdan kaynaklandığını ortamdaki boğucu atmosferden veya insanların yüz ifadelerinden bile tahmin etmek mümkündü. İnsanların gözlerindeki korku ve yüzlerindeki gerginlik, bir şeylerin yanlış gittiğini fısıldıyordu.
Evet, bu görsel şölen bir lidere olan bağlılığı veya onun gücünü simgeleyen bir şey değildi. O heykeller, o resimler, toplumu sürekli gözleyen bir gölgenin varlığını hissettiriyordu. Bir halkın özgürlüğünün ne kadar kısıtlandığını, toplumun ne kadar dar bir alanda yaşadığını bir anlamda sergileyen bir görsel dilin parçasıydı. Her bir resim, her bir heykel; bir anı, bir hatırlatmayı veya bir kuralı simgeliyordu.
Irak ve Suriye’deki Baas rejimlerinin çökmesi; o korkutucu resimlerin ve heykellerin olduğu toplumların, aslında en çok özgürlüğe ve bağımsızlığa ihtiyaç duyan toplumlar olduğunu gösterdi.
Bölgemizde baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Arap baasçılığının Irak ve Suriye’de fiili olarak yıkıldığı, Kürt baasçılığının ise bizzat kurucusu Öcalan tarafından paradigmal boyutuyla aşılmaya çalışıldığı bir vasatta; Arap ve Kürt baasçılığının Türk versiyonu olarak Kemalist ideolojiyle bu gelişmeleri karşılamak veya yönetmek mümkün değildir.
YAZIYA YORUM KAT