Azgın Azınlık – Suskun Çoğunluk
Haber aynen şöyle:
Türkiye çapında, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı, yurtlarda yaşamak zorunda kalan çocukların yaşam koşullarını iyileştirmek ve onları geleceğe daha donanımlı taşıyabilmek amacıyla başlatılan ‘Minik Kalplerle El Ele Projesi’ kapsamında memleketi Şanlıurfa’ya gelen Ferhat Göçer, kurtuluş kutlamaları için 11 Nisan Stadı’nda konser verdi.
Konser öncesi, aralarında Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan, AKP Şanlıurfa Milletvekilleri Yahya Akman, Ramazan Başak, 20'nci Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Kemal Emren’in de aralarında bulunduğu protokol tribününde askeri yetkililerin yanına oturan bazı türbanlı kadınlar, yanlarına gelen üniformalı askerler tarafından uyarıldı. Uyarı üzerine bazı türbanlı kadınlar arka sıralara geçerken, protokolde bulunan ve gerginliği fark eden bazıları ise başörtülerini çıkararak oturmaya devam etti.
Ne denilebilir ki?...
Sözün bittiği yer….
Benim askerim, benim ordumun subayı bu olamaz…
Bu subay yıllar önce benim anama, bacıma Fransız’ın, İngiliz yaptığını yapıyor. İşgalcilerin yaptığını yapıyor.
Protokolde bir “ana” orta yaşın üzerinde belki de “nine” olmuş bir Anadolu kadını oturuyor.
Yüz ifadesinden asıl bir “ana” olduğu belli. Başörtülü, saygı ve edebi ile oturuyor.
Bu “ana”dan birileri rahatsız oluyor.
O birileri “veba” mikrobu taşıdığı için olacak, başörtülülerden mümkün mertebe uzak duruyorlar.
“Ana”yı dışarı attırıyorlar.
Yazıklar olsun size…
Sadece, Urfa mı?
Her ilimizde benzeri manzaraları görüyoruz.
Asker başörtülü kadını gördü mü, “kırmızı görmüş boğa”ya dönüyor.
Başörtülü analarımız, bacılarımız, ciğer perelerini vatan için “şehit” verecek.
Vergisini, vatandaşlık görevini yerine getirecek…
Sıra insan yerine konulmaya geldi mi, orada dur denilecek.
Ey başörtüsü düşmanları!
Sizler bu milletin askeri değil misiniz?
Bu milletin analarının, bacılarının kısaca kadınlarının çoğunluğu başörtülü değil mi? Bu kadar başörtülü kadını hangi akılla, hangi yetki ile, hangi hakla aşağılayıp rencide ediyorsunuz?
Bu memleket hangi imanla, hangi ruhla kurtarıldı?...
Bu manzara karşısında sessiz kalan;
Siz siyasiler…
Siz aydınlar…
Siz aklıselim…
Utanın! Utanın! utanın!
5,5 - 6 yıldır hemen her gün “aman gerginlik olmasın, aman geren taraf olmayalım” buyuran haşmetlapları!... Siz germediniz de, ne oldu?... Siz germediniz ama sade Sizi değil, Türkiye seçmeninin yarısını 16,5 milyon vatandaşı da kapatıyorlar….
Bilmem ki, hamasi nutuklar atmaya devam edecek misiniz?...
21. yüzyılda analarımız bacılarımız vebalı kabul edilirken, sizleri 20. yüzyılın başına götüreceğim. Ne masal nede hikaye… Gerçeğin hakikatin kendisi ile yüzleşeceğiz.
1915 ile 1918 yılları arasında çıkan Harp Mecmuası’nın 17. sayısı:
“Yer Eskişehir… Tren Garındayız, trenimiz hareket etmek üzeredir. Tren vatan evlatlarını, cepheye götürecektir.
Gecenin karanlığı çökmek üzeredir.
Garda görevli olan subaylardan Abdülkadır’ın gözüne kullanılmayan kırık dökük vagonların arasında bir karaltı ilişir. Merakını celpeder ve karaltıya doğur ilerler. Baştanbaşa örtünmüş, elinde değnek, sırtında torbası ile yaşlı bir kadınla karşı karşıya gelir. Kadının beli bükülmüş, az önce yağan yağmurdan giydiği elbise ıslanmıştı. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına akçıl saçlarına yapışmıştı. Yorgun, bitkin, yaşlı gözlerle trene bakıyor.
Abdülkadir sordu:
— Valide burada ne duruyorsun?
— Şimendiferde asker oğlum var onu geçirmeğe selametlemeğe geldim.
— Oğlun kimdir, nerelidir?
— Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından Mahmud oğlu Hüseyin
— Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
— Ona bir sözüm var söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana dua ederim.
Abdûlkadir vagona koştu. Bir künye okudu. Mahmud oğlu Hüseyin Söğüt.
Bir ses:
— Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin Söğüt. Akgünlü'den
— Gel oğlum seni anan görmek istiyor.
Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı Valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
— Hüseyin... Dayın Şıpka'da baban Dömeke'de ağaların da sekiz ay evvel... Çanakkale'de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıbka'ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi, oğul Allah yolunu açık etsin, dedi.
Hüseyin bu sözleri, kalbinin derinliklerinde sözünü yerine getirmeyi îma eden bir huşu ile dinlemişti. Anasını ve Abdülkadir'i selamladı, gitti…
Abülkadir bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı sordu:
— Valide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?
— Yalnız bizim soy değil oğul. Elli yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömemedi, din dursun da ko biz hep ölelim.
— Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
— Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi, hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelden nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın, dedi.”
“Ana”ya kulak verin.
“Elli yıldır köylü mezarlığına delikanlı gömmedi” diyor. Bu ne demektir.
“Ana” devam ediyor; “din dursun da ko biz hep ölelim.”
Anam benim canım! Yerin mekanın cennet olsun…
Bugün analar bu ülkede “parya” oldu.
Başörtülü analarımız, bacılarımız “parya” gibi görülüyor.
Analarımızın, bacılarımızın “parya” muamelesi görmediği,
Hakkın, adaletin hakim olduğu,
Yurttaşlarının “ne mutlu bu ülkede yaşadığıma” dediği,
bir ülke dileği ile…
Dr. Sami GÖREN (Hukukçu)
YAZIYA YORUM KAT